İki Kitap Bir Rejim: Faşizm

İspanya’dan göç eden Sefarad Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak 1905 yılında Bulgaristan’ın Rusçuk şehrinde doğan ve Viyana Üniversitesi’nde felsefe doktorası yapan Elias Canetti, 1938 yılında Avusturya’nın Naziler tarafından ilhakından sonra önce Londra’ya, sonra da Zürih’e yerleşir. İkinci Dünya Savaşı sırasında tarihin büyük kitlesel eylemlerine tanık olduğu için kitle ve iktidar üzerine düşünerek 1960 yılında benzersiz eseri Kitle ve İktidar’ı kaleme alır. Ben bu yazımda, öncelikle, Canetti’nin Sözcüklerin Bilinci adlı kitabında yer alan ve 1971 yılında yazdığı Speer’e Göre Hitler: Büyüklük ve Kalıcılık adlı makalesinden söz edeceğim.[1]

İkinci söz edeceğim makale ise Umberto Eco’nun Beş Ahlak Yazısı adlı kitabındaki Ebedi Faşizm olacak. [2] Eco, 1932 yılında İtalya’nın Milano’ya bağlı Alessandria kasabasında doğmuştur ve Faşist Mussoli’nin hüküm sürdüğü 1942 yılında 10 yaşındadır. Geçen yıl kaybettiğimiz bu ünlü entelektüel uzun yıllar Bologna Üniversitesi’nde gösergebilim dersleri vermiş olup Türkiyeli okurların da yakından tanıdığı çok sayıda esere imza atmıştır.

 

Umberto_Eco_SevillaUmberto Eco

Speer’e Göre Hitler

Elias Canetti’nin, Hitler’in mimarı Albert Speer’in anılarından kalkarak yazdığı ve alt başlığı Büyüklük ve Kalıcılık olan makalesi, Hitler’i ve Nazizm’i yakından tanımak için önemli veriler sunmaktadır. Hitler, tanıştıkları ilk akşam Speer’in karısına adeta bir törende konuşuyormuşcasına şöyle der: “Eşiniz benim için, dört bin yıldan bu yana eşi görülmemiş yapılar kuracak.” Hitler bunları söylerken, büyüklükleri ve dört bin yıldır ayakta kalabilmeleri nedeniyle Mısır’daki piramitleri düşünmektedir.

  • Hitler’in Speer’e sipariş ettiği mimari projeler, meydan ya da bina olsun, en büyük kitlelerin oluşturulması ve dağılmadan bir arada tutulmasını öngörmekteydi. Çünkü Hitler, bu tür kitlelerin oluşturulmasıyla iktidara gelmişti. Böylesine büyük kitlelerin parçalanmaya eğimli olduğunu bildiği için de, bunu önlemek amacıyla büyümeleri ve konumlarının düzenli aralıklarla yinelenmeleri gerektiğini öne sürer.
  • Kitleler, ancak ve ancak doldurulması güç alanlarda büyüyebilme olanağına sahiptir, çünkü bu alanlarda sınırlanmazlar. Kitlenin asıl önem verilen niteliği olan coşkusu büyümeyle yoğunlaşır. Bu nedenle, alanların yapım planları kitlenin büyüyebilmesine olanak tanımalıdır. Bu tür kitlelerin yaratılması için gerekli olan bayraklar, müzik ve özellikle başroldeki oyuncunun ortaya çıkmasının uzun süre beklenmesi Hitler ve yardımcıları için çok iyi bilinen bir gerçektir.
  • Tapınak türü yapılar düzenli olarak yinelenen toplantılar için uygun ortamlardır. Bunlara en iyi örnek katedrallerdir. Berlin’de yapımı planlanan “Kuppelberg”in (Kubbeli Dağ), Roma’daki Petrus Katedrali’nin iç mekânının on yedi katı olmasının öngörülmesi kitlenin büyüyebilmesi için düşünülmüştür. Kapalı kitlelere hizmet eden bu yapıların dolduktan sonra büyüyebilme imkânı ortadan kalktığı için, daha büyük toplantılar yerine, toplantıların düzenli olarak yinelenmesi gerekir.
  • Canetti’nin yavaş kitle olarak nitelendirdiği bir başka kitle biçimi yürüyüş ve törenlerde oluşur. Hitler bu yürüyüşlerin görkemli olabilmesi için 120 metre genişliğinde ve 5 km uzunluğunda caddeler öngörmüştür.
  • Kuşkusuz, Hitler piramit yaptırmamıştır, ama onların büyüklüğüne ve kalıcılığına uygun yapılar öngörmüştür. Kalıcılık son derece hassas bir noktadır. Çünkü Hitler artık olmadığı zamanlarda bile – eşsiz olduğu için yerine geçenler onun gibi mekânlar yaptıramayacaktır –   kitle bu mekânlarda eski coşkusunu yaşayabilmelidir.
  • Önemli olan Hitler’in iktidarıdır. Saray makamı olarak adlandırılacak olan iktidar makamı, Hitler’in başbakanlık binası, “Reich-skanzlei”, Hitler’in sarayıdır. Bunun yanında da güçleri Hitler’den kaynaklanan bakanlıklar bulunacaktır.
  • Hitler’in kendi yükselişine duyduğu saygı, kör inanç düzeyindedir. Uşak ruhlu bir tarihçilik anlayışından bu yükselişin her aşamasının kayıtlara geçirilmesini bekler, ama bununla yetinmeyerek, sarayın uzak ya da yakın çevresinde kendisi de bu yükselişten sürekli söz eder.
  • Gençliğinin kenti Linz’e özel bir ilgi gösterir, ancak Linz’in Viyana yönetimince aşağı görülmesi nedeniyle Viyana’ya öfke duyar ve bu öfkeyi 1938 yılının Mart ayında şehre muzaffer girişi bile dindirmez. Viyana’da ilgilendiği tek şey etrafındaki görkemli yapılarıyla Ringstrasse’dir. Bununla birlikte Viyana’yı Linz’le aşmak Hitler’in en sevdiği tasarımlarından biri olmuştur.
  • Aşmak sözcüğü Hitler’i çok iyi ifade eder. O aşma duygusunun kölesidir. Sürekli boy ölçüşme vardır ve bu, savaşta gerçekleşir; aşabilen sürekli galiptir. Daha güçlü olan, daha iyi olandır. Yeryüzünde dikkat çekici olup da Hitler’i boy ölçüşmeye kışkırtmayan bir şey yoktur. Napoleon, onun rekabet hırsını en çok kamçılayan kişidir. Paris’teki Zafer Anıtı’na giden ünlü Champs Elysees iki kilometre uzunluğundadır. Hitler’in yaptıracağı görkemli cadde, sadece daha geniş olmakla kalmayacak, uzunluğu da beş kilometre olacaktır. Zafer Anıtı’nın yüksekliği 50 metredir, Hitler’in düşündüğü Zafer Anıtı’nın yüksekliği ise 120 metre olacaktır. Avrupa’nın birleştirilmesi Napoleon’un ana hedefiydi. Bu başarı Hitler tarafından gerçekleştirilecek ve kalıcı olacaktır. Rusya seferinin yolunu Hitler’e gösteren Napoleon’dur.
  • Hitler Nürnberg’teki şeref tribününü New York’taki Özgürlük Anıtı’nı 14 metre aşan bir figürle süsletir, aynı kentteki “Büyük Stadyum”un kapasitesi Roma’daki Circus Maximus’unkinin üç katıdır, Berin’deki Zentralbahnhof’un New York’taki Grand Central Station’u gölgede bırakması öngörülmüştür, dev toplantı merkezi olan Kubbeli Yapı (Kuppelbau) Washington’daki Capitol’ı, Roma’daki Aziz Piyer Kilisesi’ni ve bunlar gibi daha birçok yapıyı rahatça içine alabilecek büyüklüktedir. Ama Speer’e göre Hitler’in sonsuza dek kalacak yapılara olan tutkusu, onu trafik düzenlemeleri, ikamet mekânları ve yeşil alanlar konusunda tümüyle ilgisiz bırakmıştır. Hitler’in aşma tutkusundan kaynaklanan delice tasarımları büyümeyi sürdürme yanılsamasıyla birleşir.
  • Hitler’in, Berlin’de, Paris’teki Zafer Anıtı’ndan iki kat daha büyük olarak yapmayı planladığı Zafer Anıtı’nın üzerine 1. Dünya Savaşı’nda ölen 8 milyon şehidin her birinin adının kazınmasını istemesi, onun ruh halini özlü biçimde yansıtmaktadır. Böylelikle 1. Dünya Savaşı’nın yenilgisi yadsınarak bir zafere dönüştürülmek istenmiştir. Canetti bu projeyi, ölülerden bir kitle yaratmak şeklinde yorumlar. Nitekim Hitler, iktidara gelmesine bu ölülerin yardımcı olduğunu hissetmektedir. Sonunda belleklerde kalacak olan yalnızca ölülerin sayısıdır ve bu dev sayı onun adına ait olacaktır. Hitler için önemli olan, ölüler kitlesinin yarattığı duygudur ve bu onun asıl kitlesidir. Bu duygu olmaksızın Hitler anlaşılmaz. Hitler’in uğursuz bir coşku fırtınası içerisinde açığa çıkma tutkusunun odak noktası, bu ölülerdir.
  • Paranoyak olan kişilerin bedeni aynı zamanda onların gücü ve iktidarıdır. Hitler için önemli olan, bedenin kutsallığının son ana kadar bozulmasını önlemektir. Bu nedenle, Speer’e, Berlin savunması emrini verdiği zaman, çarpışmaya katılmayacağını, çünkü bedeninin canlı olarak Rusların eline geçmesi halinde bedenine aşağılayıcı şeyler yapacaklarından korktuğunu söyler ve böyle bir durumda bedeninin yakılması emrini verdiğini ekler. Başkaları savaşırken, o, yaşamına son verecektir. Hitler’in gözünde bu beden, sahip olduğu iktidarla özdeştir, iktidarın muhafazasıdır. Goebbels ise, kendisinden sonra karısı ve çocuklarının da hayatta kalmamalarını, eğer kalırlarsa aleyhinde propaganda yapabileceklerinden korktuğunu itiraf eder.
  • Hitler her şeyi yapabileceğine inanır, en güç olandan bile kaçmaz; onun yaptığının başarıyla sonuçlanmayacağı düşünülemez. Her şeyi bildiğini düşünerek hemen her konuda istediği kararı alır, herkesi şaşırtır, olayları gizler, etrafına korku salar, görkemli ve imkânsız vaadlerde bulunur, sözleşmelere aykırı davranır, sonunda da savaşa girer.
  • Hitler’in sayılara ilişkin belleği başlı başına bir olaydır. Onun sayıları hızla çoğalan kitleleri andırır. En güçlü tutkusu imparatorluğu içerisinde birleşecek olan Almanların sayısıdır. Konuşmalarında hızla artan sayılardan kaynaklanan bir şehvet duygusunun varlığı açık olarak belli olur. 60, 65, 68, 80, 100 milyon Alman! Büyük sayılara olan tutkusu Berlin’de inşa edilen dev binalar için yapılan harcamalara da yansır.
  • Hitler’in, zamanının büyük bölümünü geçirdiği yakın çevresi yavan kişilerden oluşur. Sadık bir fotoğrafçısı, bir şoförü, bir erkek ve iki kadın sekreteri, bir kadın aşçısı, bir kadın arkadaşı ve özel mimarı Speer ile hep birliktedir. Kimsenin yanına yaklaşamadığı bu çevrede kendini rahat hisseder; tam bir dokunulmazlık içinde, kendi gözünde gizemli ve eşsiz bir insan olarak yaşar. Doğal olarak çevresindekilerden çok üstündür ve onları istediği zaman aşağılar. Örneğin Göring’in av tutkusuyla alay eder, Himmler’in ırkçılığı sinirine dokunur. Bu arada, göbekli bir Führer düşünülemez.
  • Hitler’in dev yapılarının amacı, başka iktidar sahiplerini etkilemek, onların kolay boyun eğmelerini sağlamaktır. Bu yapılar sonsuza kadar kalacağı için, iktidarının bu yapılar aracılığıyla devam edeceğini hayal eder. Berlin’deki Kuppelberg’in tepesine yaptıracağı 290 metre yükseklikteki kartal için Speer’e şunları söyler: “Burada kartal artık gamalı haç üzerinde durmayacak, fakat yerküreye egemen olacak! Dünyanın en büyük yapısı olan bu yapı, dünyayı pençeleri arasına almış kartalla taçlandırılmalı!” 1937 yılında büyük stadyum üzerine konuşurken lafın gelişi söylüyormuşcasına, “1940 Olimpiyatları bir kez daha Japonya’da yapılacak. Ama onda sonra sonsuza dek Almanya’da düzenlenecek.”
  • Speer, karşı koymanın Hitler’i öfkeden çılgına çevirdiğini söyler. Hitler sadece mutlak iktidara sahip olmadığı zamanlar toleranslıdır; diğer zamanlar yapılan eleştirileri asla kabul etmez.
  • Hitler, 1940 Temmuz’unun sonuna doğru Fransa’da mütarekenin yapılmasından üç gün sonra Speer ve az sayıda kişiyle Paris’e gider ve üç saat içerisinde Büyük Opera, Madeleine, Champs Elysée, Zafer Anıtı, Eyfel Kulesi, Napeleon’un mezarı, Pantheon, Louvre Müzesi, Rue de Rivoli ve Montmartre’deki Sacré Coeur ziyaret edilir. Hitler üç saatin ardından şöyle der: “Paris’i görebilmek, en büyük hayalimdi, Bu hayalim gerçekleştiği için ne denli mutlu olduğumu anlatamam.” Aynı akşam, karargâha çevrilmiş bir köy evinin küçük odasında, Speer’e, Paris’in güzel olduğunu, ama Berlin’in daha güzel olması gerektiğini söyleyerek ekler: “Eskiden Paris’i yerle bir etsek mi diye düşünürdüm; ama biz Berlin’de yapacaklarımızı yaptıktan sonra, Paris onu yalnız bir gölgesi olacak. O halde neden yıkalım Paris’i?” Hitler’in, doğal bir şeyden söz ediyormuşcasına Paris’i yıkmaktan söz etmesi Speer’i sarsar. Hitler, aynı yıl Başbakanlık’taki bir akşam yemeğinde, Londra’daki evler çok sıkışık olduğu için, tek bir noktada çıkarılacak yangınla bütün şehrin yakılabileceğinden söz eder. Bu yıkma ve yakma duygusu, hiçbir utanma duygusuna yer bırakmaksızın 8 milyon insanın yaşadığı bir kente yöneliktir. Canetti bu yıkma ya da yakma duygusunu, “Bir paranoya hastasının kafasında oluşan yıkımı yeterince tasarımlayabilmek, olanaksızdır. Hastanın kendi boyutlarının genişlemesine ve ölümsüzlüğe kavuşmasına hizmet eden çabaları, bu yıkımın kendisine bulaşmasını önleme amacına yöneliktir” şekline yorumlar ve ekler: “Paranoya hastasının dış dünyaya görüntü olarak zorla yüklediği olgu, kendi iç dünyasında olup bitenlerin şiddetidir.”
  • Hitler’in kafası asla kitlelerden kurtulmaz, ama artık, bu kitlelerin gerek bileşimi, gerekse işlevi değişmiştir. Şimdi o, kölelere sahip olmalıdır ve bu kölelerin sayısı Almanya’dan çok daha fazla olacaktır. Rusya’da işler çıkmaz girdiği için Hitler’in dünyasında başka bir kitle ortaya çıkar: Bu, köklerinin kurutulması gereken Yahudilerin oluşturduğu kitledir. O güne değin onları toplamıştır; artık ortadan kaldırılabilirler. Speer iktidara çok yakın bir kaynak olarak bu evreden haberdar olmuş, ancak kıyımı savaş yitirilmek üzereyken öğrenmiştir. Yani Hitler, en korkunç girişimi olan gaz odalarını Almanların bilincinden uzak tutabilmiştir.
  • Hayal ve gerçekliği Hitler’de ayırabilme güçtür; ikisi sürekli birbirine karışmaktadır. Hayallerin doyuma ulaşmasının tek yolu başarıdır. Başarısızlığa bu dünyada yer yoktur. Ancak, bu kanlı süreç içinde hayalle gerçek arasındaki uçurum büyür. Yapılan uyarıları yetki tecavüzü sayarak şiddetle geri çevirir. Hitler’in kehanetleri artık geleceğe verdiği buyruklardan ibarettir. Gerek paranoya hastasının, gerekse iktidar sahibinin özelliği olan olayların derinine inebilme yeteneği, düşsel özyapısını sergilemesine imkân tanır. Bu yetenek, Hitler’in düşmanlarını tanıma konusunda yardımcı olmuştur. O kadar öyle ki, düşmanlarının niyetlerini bu niyetler ortaya çıkmadan anlayabilmiştir.
  • Hitler ölümünden 18 gün önce, yani 12 Nisan 1945 günü, Speer’i yanına çağırır, elindeki bir gazeteyi göstererek ABD Başkanı Roosevelt’in ölümünden duyduğu sevinci paylaşır ve ekler: “Savaş yitirilmedi. Okuyun! Roosevelt ölmüş!” Hala savaşı kazanma hayalleri içinde yaşamaktadır.

 

canetti

Elias Canetti

Ebedi Faşizm

1942 yılında, Mussolini’nin Ulusal Faşist Parti’si hüküm sürerken 10 yaşında olan Umberto Eco, genç İtalyan faşistlerinin, yani her İtalyan gencinin katılmak zorunda olduğu Ludi Juveniles ödülünü kazanır. Eco’nun aldığı ödülün konusu “Mussoli’nin şanı ve İtalya’nın ebedi varlığı uğruna ölümü göze almalı mıyız?” dır. Yani, Eco faşizmle çok küçük yaşta tanışmıştır. Dolayısıyla yazdıklarına dikkat kesilmek gerekir.

Eco’ya göre faşizmin herhangi bir tözü olmadığı gibi özü de yoktur. Sözcük olarak bir pars pro toto (çok şeyi az şeyle anlatma) imkânına sahip olan faşizm fuzzy (bulanık, flu, anlamca belirsiz) bir totaliterizmdir. Bu anlamda tek parçadan oluşmuş bir ideoloji olmayıp çok farklı siyasal ve felsefi görüşlerden meydana gelen bir kolaj, bir çelişkiler yumağıdır. Örneğin Mussoli’nin bir felsefesi yoktur; sadece belagati vardır. Başlangıçta ödün vermez bir ateistken, sonrada Kilise’yle kondordato imzalamış ve faşist flamaları kutsayan piskoposlarla iyi ilişkiler içinde olmuştur.

“Faşizm” kavramında Wittgenstein’ın oyun kavramına benzer bir yön vardır. Şöyle:

 

1          2         3          4

abc      bcd      cde      def

 

Yukarıdaki gibi bir dizi siyasal grup olduğunu varsayalım. Birinci ve ikinci gruplar ortak iki öğeleri olması nedeniyle birbirine benzerler. Aynı nedenle, üçüncü grup ikinciye, dördüncü grup ise üçüncüye benzer. Üçüncü grup da (c) ortak öğesi nedeniyle birinciye benzer. Dördüncü grup ise üçüncü ve ikinci gruba benzemekle birlikte birinci grupla hiçbir ortak öğeye sahip değildir. Bununla birlikte, birinci grupla dördüncü grup arasında giderek azalan benzerliklerin kesintisiz bir dizi oluşturması dolayısıyla, bir tür yanılsamalı geçişlilikle, sanki dördüncü grupla birinci grup arasında bir aile benzerliği varmış gibi görünür. “Faşizm” terimi her şeye uyarlanabilir hale gelmiştir, çünkü bir ya da daha fazla özelliği ortadan kaldırılsa bile faşist bir rejim faşist olarak tanınabilir.  Faşizmden emperyalizmi çıkarın karşınızda Franco’yu ya da Salazar’ı bulursunuz, sömürgeciliği çıkarın Balkan faşizmiyle karşılaşırsınız ve bu böyle devam eder gider.

Öyleyse, tüm bu kısmi farklılıklara karşın bir “kök-faşizm” ya da “ebedi faşizm” diye adlandırılabilecek bir olgunun bir dizi tipik özellikleri var mıdır sorusuna Eco’nun cevabı evet olur.

  • Kök- faşizmin ilk özelliği gelenek-kültü ’dür. (Kült: mezhep ve ibadet usulü, dini tören) Faşizmden çok daha eski olan gelenekçilik klasik Yunan rasyonalizmine bir tepki olarak Helenistik dönemde doğmuştur. Akdeniz havzası değişik dinlere mensup halkaların yaşadığı bir coğrafya olduğu için, ortaya çıkan kültür senkretist (zıt ilkelerin bir araya gelmesiyle oluşan, karma) özellikler taşıyordu. Yani hem değişik inanç ve uygulama biçimlerinin bileşimi olmalı, hem de böyle bir bileşimin çelişkileri hoş görmesi gerekmeliydi. Oysa özgün olmak bilgelik gerektirir. Eco’ya göre önde gelen gelenekçi düşünürleri bulmak için faşist hareketlerin programlarına bakmak yeter. Örneğin Nazi bilgisi, gelenekçi, senkretist ve okült (büyüye ve doğaüstü güçlere ilişkin, gizli) öğelerden besleniyordu.
  • Gelenekçilik, modernizmin reddi anlamına gelir. Hem faşistler hem de Naziler teknolojiye tapıyordu; gelenekçi düşünürler teknolojiyi genellikle reddederler. Ne var ki Nazizm sanayideki başarılarından gurur duysa da, modernizme düzdüğü övgü “kan ve toprak” üzerine kurulu bir ideolojinin sadece yüzeysel bir yönüydü. Modern dünyanın reddi kapitalist yaşam tarzının eleştirisiyle kamufle edilmişti. Ama asıl reddettiği 1789 ruhu, Aydınlanma ve Akıl Çağı’ydı. Bu anlamda kök-faşizm “irrasyonalizm” olarak tanımlanır.
  • İrrasyonalizm, eylem için eylem kültüne de dayanır. Eylem kendi başına güzeldir, düşünülmeden gerçekleştirilmelidir. Düşünmek kısırlaştırır. Bu nedenle eleştirel tavırla özdeşleştiği sürece, kültür kuşkulu bir olgudur. Goebbels’e atfedilen “ne zaman kültürden söz edildiğini duysam, tabancamı çekerim” sözünden, “domuz entelektüeller”, “yumurta kafalılar”, “radikal züppeler”, “üniversiteler komünist yuvasıdır” gibi ifadeler her zaman kök-faşizmin bir belirtisi olmuştur.
  • Hiçbir senkretizm biçimi eleştiriyi kabul etmez. Eleştirel anlayış ayrım yapar ve ayrım yapmak modernizmin bir göstergesidir. Kök-faşizme göre görüş ayrılığı ihanettir.
  • Görüş ayrılığı çeşitliliğin de bir göstergesidir. Kök-faşizm ise farklılığın yarattığı doğal korkuyu kullanıp abartarak görüş birliği arar. Faşist hareketin ilk çağrısı uyumsuzlara karşı olmaktır. Dolayısıyla, kök-faşizm tanım gereği ırkçıdır.
  • Kök-faşizm bireysel ya da toplumsal düş kırıklıklarından doğar. Bu yüzden faşizmin en tipik özelliklerinden biri, ekonomik ve siyasal bunalım dönemlerinde, bu durumdan rahatsızlık duyan ve toplumun alt kesimlerinin baskılarından korkan düş kırıklığı içindeki “orta sınıfara” çağrıda bulunmasıdır. Eski “proleterler”in küçük burjuvalaştığı ve lümpenlerin siyaset sahnesinden çekildiği günümüzde, faşizm yandaşlarını bu kesimlerde arar ve bulur.
  • Kök-faşizm, toplumsal kimlikten yoksun insanlara biricik ayrıcalıklarının herkesin paylaştığı ayrıcalık olan “aynı ülkede doğmuş olmak” olduğunu söyler. “Milliyetçilik”in kökeni budur. Öte yandan ulusa kimlik verecek olan tek grup vardır: düşmanlar. Bu nedenle kök- faşizmin ideolojisinde olasılıkla uluslararası nitelikli komplo saplantısı vardır. Faşizmin yandaşları kendilerini daima kuşatılmış hissetmelidirler ki, komployu ortaya çıkarmak için yabancı düşmanlığı körüklensin.
  • Faşizm yandaşları kendilerini düşmanların zenginlik ve güçlerinden aşağılanmış hissetmelidirler. Bununa birlikte, yandaşlar düşmanları yenebileceklerinden emin de olmalıdırlar. Böylece retorik ayarın sürekli değiştirilerek, düşmanlar hem çok güçlü, hem de çok zayıf gösterilir. Faşist rejimler, yapıları gereği düşmanın gücünü nesnel olarak değerlendiremedikleri için, savaşları kaybetmeye mahkûmdurlar.
  • Kök-faşizme göre yaşamak için mücadele edilmez, “mücadele etmek” için yaşanır. Barışseverlik düşmanla işbirliği demektir; barışseverlik kötüdür, çünkü yaşam sürekli savaştır. Bu tutum mahşer kompleksini de beraberinde getirir. Faşist hareketin nihai amacı dünyayı ele geçirmektir. Böyle bir nihai çözüm, ardından barış döneminin, bir bakıma Altın Çağ’ın gelmesi demektir ki, hiçbir faşist lider bu çelişkiyi çözememiştir.
  • Seçkincilik her gerici ideolojinin tipik yönlerindendir. Tarih boyunca bütün aristokratik ve militarist seçkincilikler zayıfların hor görülmesi anlamına gelmiştir. Kök-faşizm “halkçı bir seçkincilik”i savunur. Ona göre her yurttaş dünyanın en iyi halklarından birine mensuptur. Oysa avam sınıf olmadan soylu sınıf olmaz. İktidarı demokratik yoldan değil de zorla ele geçirdiğini bilen lider, gücünün kitlelerin zayıflığından kaynaklandığını da çok iyi bilir. Kitleler o kadar zayıftır ki, “egemen”e ihtiyaç duyarlar. Grup (parti, cemaat) askeri modele göre hiyerarşik olarak örgütlendiği için her alt yönetici kendi altındakine tepeden bakar.
  • Böyle bir bakış açısından herkes kahraman olmak üzere eğitilir. Her mitolojide, “kahraman” sıradışı bir varlıktır; oysa kök-faşizm ideolojisinde kahramanlık olağandır. Bu kahramanlık kültü, ölüm kültü’yle yakından bağlantılıdır. Falanjistlerin sloganının “Viva la muerte!” (Yaşasın Ölüm!) olduğunu unutmayalım. Normal insanlara ölümün tatsız bir şey olmakla birlikte ağırbaşlılıkla karşılanması gerektiği, inançlı insanlara ise doğaüstü bir mutluluğa ulaşmanın acılı bir yolu olduğu söylenir. Buna karşılık kök-faşist kahraman, kahramanca bir yaşamın en güzel olduğu söylenen ölümü arzular.
  • Gerek sürekli savaş, gerekse kahramanlık, oynanması zor oyunlar olduğu için, kök-faşist irade gücünü cinsel konulara aktarır. Kadınları küçük görmek ve eşcinselleri aşağılamak demek olan machismo’nun (maçoluk) kökeni budur. Cinsellik de oynanması zor oyunlardan biri olduğu için kök-faşist kahraman fallusun ikamesi silahlarla oynar, onun savaş oyunları sürekli penis hasedi’nden kaynaklanır.
  • Kök – faşizm nitel bir halkçılığa dayanır. Demokrasilerde yurttaşlar bireysel haklara sahip olmakla birlikte, bir kitle olarak ancak nicel bir siyasal etkileri vardır. Seçimlerde çoğunluğun kararına uyulur. Kök-faşizme göre bireylerin birer birer hakları yoktur; “halk” bir nitelik olarak, “ortak irade”yi ifade eden tek parça bir varlık olarak algılanır. Sayısı ne olursa olsun hiçbir çoğunluk ortak bir iradeye sahip olamayacağından, lider onların sözcüsü gibi davranır. Yurttaşlar, temsili güçlerini kaybettikleri için eylemde bulunmazlar; sadece halk rolünü oynarlar. Dolayısıyla halk teatral bir kurgudur. Nitel halkçılığı nedeniyle, kök-faşizm “çürümüş” parlamenter yönetimlere karşı olmak zorundadır. Mussolini’nin İtalyan parlamentosunda söylediği ilk sözler şunlar olmuştur: “Bu ruhsuz ve renksiz yeri, askeri birliklerim için bir ordugâha dönüştürebilirdim.” Ne zaman bir siyasetçi, artık “halkın sesi”ni temsil etmediği gerekçesiyle, parlamentonun meşruluğuna kuşku düşürürse, kök-faşizmin kokusunu duyabiliriz.
  • Kök-faşizm,”Newspeak” (yeni-dil) dilini konuşur. Bilindiği gibi George Orwell panoptik bir dünyayı kurguladığı 1984 romanında toplumun düşünmesini engellemek için son derece kısaltılmış kelimelerden oluşan yeni bir dil icat etmişti. Nazi ya da faşist okul kitaplarında, karmaşık ve eleştirel akıl yürütmenin araçlarını sınırlandırmak üzere son derece sınırlı bir sözcük dağarcığı ve ilkel bir sözdizimi temel alınmıştır. Ama masum bir talk-show biçimini aldığında bile yeni – dil’in başka biçimlerini teşhis etmeye hazırlıklı olmalıyız. Buna, sosyal medyada mecburen kullanılan yeni-dil’i de eklememe izin verin lütfen.

Umberto Eco makalesini, kök-faşizmin sivil giysiler içinde hala çevremizde dolaştığını vurgulayarak tamamlar ve görevimizin onun maskesini düşürmek olduğunu söyler.

 

Notlar

[1] Canetti Elias (2015). Sözcüklerin Bilinci, çev. Ahmet Cemal, İstanbul: Sel Yayıncılık.

[2] Eco, Umberto (2017). Beş Ahlak Yazısı, çev. Kemal Atakay, İstanbul: Can Yayınları

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.