28 08 2013
Eve Dönüş
Sevimli Fare: Ratatuy
Remy, ailesinin karşı çıkmasına rağmen, sahip olduğu eşsiz yeteneğiyle aşçı olmak için yanıp tutuşan, bunun için olmadık hayaller kuran bir gençtir. Ancak önünde kocaman bir engel vardır. O bir faredir!!!
Çöplerle beslenen bir fare için ailesini de karşısına alarak böyle bir mesleği yapmak başlı başına bir hayaldir, ama kaderin cilvesinin onu Paris’in altındaki kanalizasyon sistemine düşürmesiyle birlikte hayalleri gerçeğe doğru yol almaya başlar. Bir kaza sonunda, kendini bir süre önce ölen ünlü Fransız aşçı Auguste Gusteau’nun yarattığı lüks bir restoranın tam altında bulan sevimli fare Remy artık hayallerine çok daha yakındır.
Düştüğü yerde, yemek yapmayı beceremediği için restoranın ayak işlerini yapan, çöplerini döken, Gustea’nun oğlu ve mirasçısı olan Alfredo Linguini ile karşılaşır. Böylece sevimli fare ile genç adam arasında sıra dışı bir dostluk doğar. Önceleri, lokanta çalışanları tarafından dahi görünmeyen Remy, Linguini’ yi, onun saçlarını sağa sola, öne arkaya çekerek yön verip lezzetli yemek yapmak konusunda eğitir. Sonunda tesadüflerle başlayan mutfak maceraları, Paris’in damak lezzeti dünyasının altını üstüne getirecek olağanüstü heyecanlı olaylar dizisine dönüşür.
Ancak Remy artık büyük bir ikilem içindedir. Ya hayallerini takip ederek bu yolda sarsılmadan ilerleyecek ya da hayallerinden vazgeçerek hayatının sonuna kadar basit bir fare olarak yaşayıp gidecektir. Yaşadığı bu sıra dışı serüven sırasında dostluk, aile, hedef belirleme, tercihlerinin sorumluluğunu yüklenme gibi çok önemli kavramları öğrenirken, kendi kişiliğini daha iyi tanıma fırsatı bulur ve zaman içinde Linguini’nin mükemmel yemekler yapmasını sağlar.
Yönetmenliğini Brad Bird’ün yaptığı ve senaryosu da kendisine ait olan 2007 yılı ABD yapımı bu animatik filmin kahramanlarından birisi de hafifi kambur ve uzun sivri burnuyla ünlü yemek gurusu Anton Ego’dur.
Mutat olduğu üzere her hafta restorana gelen Ego yemeğini yedikten sonraki birkaç gün içinde öyle eleştirel yazılar yazar ki, restoran ya dolar ya da boşalır. Ego bir gün yine restorana gelir ve Linguini’den marifetini göstermesini ister. Bunun üzerine Remy Ego’ya öyle bir yemek yapar – daha doğrusu Linguini’ye yaptırır – ki, Ego yemekten bir çatal alır almaz küçüklüğüne gider ve annesinin ona yaptığı bir yemeği ve onun tadını anımsar. Küçük Ego’nun yüzünde güller açmıştır. Sahne, yetişkin Ego’nun gülen yüzüyle dolduğunda Linguini sınavı çoktan geçmiştir.
Şöyle olur: Ünlü yemek gurusu Anton Ego Linguini’nin restoranına gelir ve masasına oturarak sinirli sinirli mönüyü inceledikten sonra, “Şaşırt beni Linguini. Bana öyle bir şey ver ki, şaşırayım ve senin gerçek bir aşçı olduğunu anlayayım” der. Bunun üzerine yüzü şaşkın ve korkak bir ifadeye bürünen Linguini koşar adımlarla mutfağa gider ve sevimli fare Remy’nin yönlendirmesiyle özel bir yemek yapmaya koyulur. Ego için bir türlü geçmek bilmeyen zaman sona erdiğinde Linguini elinde üzeri kapla kapalı bir tabakla masanın başında beliriverir. Önüne konan yemekten bir çatal alan Ego’nun yüzü bir anda şaşkın bir ifadeye bürünür, gözleri fal taşı gibi açılır, sonra dudaklarında küçük bir gülümseme belirir. Daha sonra da ortalık aydınlanır ve kendini birden bire çocukluğundaki evlerinin mutfağının kapısında buluverir. Ortalık annesinin mutfak tezgâhının başında yapmakta olduğu yemeğin mis gibi kokusuyla dolmuştur. Ego, annesinin kendisini masaya davet edip yanaklarını okşayarak gülümsedikten sonra masaya koyduğu yemekten bir kaşık alınca, yanakları sevinçle şişer, gözlerinden ışıklar, dudaklarından gülücükler fışkırır.
Kendine gelen Ego Linguini’nin bu kadar güzel yemek yapabileceğinden kuşkulanınca işin sırrını sorduğunda, Linguini, hiç kimseye söylememesi şartıyla başındaki şapkayı hafifçe kaldırarak Ego’ya sevimli Remy’i gösterir.
O günden sonra Anton Ego her akşam Linguini’nin lokantasına gelir ve yemeğini yedikten sonra her defasında çocukluğuna giderek annesinin yemeklerini anımsar.
Bu bir uzun vadeli bağımlılık öyküsüdür ve psikolojik olup Carl Jung’un anne arketipine dayanır. Ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung’a göre anne arketipinin çok sayıda tezahürü vardır. İyi ve kötü ana başlığı altında sınıflandırılan bu arketiplerin özellikleri “annelik” ile ilgilidir ve bir tanesi annenin iyilik timsali olarak, iyi olan, bakıp büyüten, taşıyan, bereket ve besin sağlayan olmasıdır.
Hiç kuşkusuz herkesin annesi en güzel yemekleri yapar, çünkü ilk yemeğimizi onların ellerinden yemişizdir.
Muhteşem Geri Dönüş
Bir Demet Anı kitabımda söz ettiğim gibi, Gaston Bachelard Uzamın Poetikası’nda “Evde yapılan günlük işler, nesneden nesneye geçerken, çok eski bir geçmişi yeni güne bağlayan iplikleri dokur”[1] derken duygularıma tercüman oluyor, annemin çok sevdiğimiz o mis kokulu köftesi ile cevizli ve bol şerbetli baklavasının, beni ve kardeşlerimi, doğduğum ama yıllardan beri oturmadığımız o muhteşem eve bağlayan iplikleri dokuduğunu anlatıyor, anılarımıza yeni anlamlar yükleyerek onların değerini arttırıyordu.
Bu noktada,Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer’ in yazarı Douwe Draaısma’ya başvurup onun koku ve bellek hakkında yazdıklarına kulak vermek yerinde olacaktır: “Koku ve bellekle ilgili yazanlar için işe öncelikle Marcel Proust’la çay içerek başlamak bir zorunluluk gibidir. Kokunun psikolojisiyle ilgili her eserde Kayıp Zamanın İzinde’ den bir sahneye bir atıf mutlaka vardır.”[2] Ben de bu geleneği bozmayacağım.
Kayıp Zamanın İzinde’nin kahramanı Marcel, serinin ilk cildi olan Swann’ ların Tarafı ’nda ayrıntılı biçimde anlatıldığı gibi, annesinin kendisine verdiği madleni çaya batırıp yediğinde bu tattan öylesine bir haz alır ki, önünde aniden bir hatıra belirir. Geçmişe sıçrayarak kayıp zamanı ararken karşılaştığı bu hatıra aslında bir tattır. Yıllar önce Léonie Halası’nın ıhlamura batırıp kendisine verdiği bir çeşit bisküvi olan madlenin tadını tanır tanımaz doğduğu kasaba olan Combray’ye öyle bir dönüş yapar ki, kaybettiği zamanı yakalamak için dantel gibi işleyerek yarattığı zaman, okuyucuyu geri dönülmez ve şahane bir maceranın peşinden sürükler. Tam bir zaman hırsızı ve cambazı olan Proust, insanın zamanını çalar onu ve genişleterek uzatır da uzatır. Kaybolan ve genişleyen zaman içinde karmakarışık bir zaman yolculuğu yapan okuyucunun geçen bu süre içinde zaman bilinci öylesine gelişir ki, yere göğe sığmaz, uzaya taşar, yıldızlardan yıldızlara koşar. Aslında olan, sonun başlangıcına dönmesi, yani sonsuz geri dönüştür; eve dönüş de diyebiliriz. Tıpkı Ratatuy’daki Anton Ego’nun eve dönüşü gibi.
Bütün Kent Çay Fincanımdan Dışarı Fırladı
“Uzun yıllardır, akşamları yatışımın tiyatrosu, dramı dışında Combray’ye ait her şey benim için yok olmuşken, bir kış günü eve döndüğümde, üşümüş olduğumu gören annem, alışık olmadığım halde, biraz çay içmemi önerdi. Önce istemedim, sonra, bilmem neden fikir değiştirdim. Annem, birini gönderip, küçük madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketleri zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana?…
Sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat, Combray’de pazar sabahları (pazarları Missa saatinden önce evden çıkılmadığından), Léonie Halamın, günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadıydı…
Halamın ıhlamura batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadını tanır tanımaz (bu hatıranın beni niçin bu kadar mutlu ettiğini henüz bilmediğim ve bunu keşfetmeyi çok sonraya erteleyeceğim halde), Léonie Halamın odasının bulunduğu, sokağa bakan eski gri ev, bir tiyatro dekoru gibi gelip annemler için yapılmış olan, arkadaki bahçeye bakan küçük eve (o âna kadar gördüğüm tek kesite) eklendi; evle birlikte, sabahtan akşama, her mevsimde kent, öğle yemeğinde beni gönderdikleri Meydan, alışveriş yaptığım sokaklar ve hava güzel olduğunda yürüdüğümüz yollar da görüntüde yerlerini aldılar. Ve tıpkı Japonların, suyla dolu bir porselen kâseye attıkları silik kağıt parçalarının, suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann’ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne Nehri’nin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.”[3]
Proust’un, roman kahramanı Marcel’in – ki, bu kahraman Proust’un kendisidir – halasının ıhlamura batırıp kendisine verdiği madlenin tadını tanır tanımaz geçmişe doğru çıktığı yolculuğu 3005 sayfaya kadar uzatabilmesi mucizevidir. Özellikle kalitatif araştırmacıların buna benzer simgelerle geçmişe gidebilmelerini hayal edebildiğime çok seviniyorum; ne kadar yaratıcı olurdu.
* * *
Ratatuy ile Proust arasında ilişki kurmak ilginç olmalı: L'effet madeleine de Proust en images
Notlar
[1] Bachelard, Gaston. Uzamın Poetikası, Çeviren: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, 2008, s.70.
[2] Draaısma, Douwe, Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer, Çeviren: Gürol Koca, Metis Yayınları, 2008, s. 43.
[3] Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Swann’ ların Tarafı, Çeviren: Roza Hakmen, YKY, 1999, s.50 – 53.
Değerli üstadım,
Biz de kalitatif araştırmalarda belki bu kadar başarılı olamasak da uyguladığımız bazı geçmişe yolculuk çalışmalarında Hipno-medidatif bir teknikle katılımcıları Alfa ritmine geçirip geçmişte belirli bir ürüne yönelik en mutlu anlarını anlatmalarını isteyerek geçmişteki "ayak izlerini" araştırıyor ve her zaman mükemmel olmasa da önemli ipuçları yakalayabiliyor, kodları çözebiliyoruz.
Katılımcılar kendine geldikten ( bugüne döndükten) sonra duygularını pastel boya ile resim kağıtlarına döktürüyoruz. Eleğin üzerinde neler neler kalıyor size anlatamam.Benim en keyif aldığım tarz çalışmalar bunlar. Bu tarz focus gruplarda 4 kişiden fazlasını almıyorum. Odada benden başka mutlaka bir bay/ bayan moderatör yardımcım (grubun yapısına bağlı olarak) da hazır bulunuyor.
Son bir iki senedir uygulamadım. Bunu kafasında kalitatif araştırmayı şablonlamış her müşteri anlayamıyor ve değerini bilemiyor…
Neyse yazı için ellerinize sağlık
Sevgiler
Ali Arslan
Öncelikle çok teşekkür ederim. Şimdilik yeterli desteği ve anlayışı görmese de zaman içinde kalitatif araştırmanın daha da önem kazanacağını düşünüyorum. Tabii ortalıkta 50.000 örnekli araştırmalar uçuşurken müşterilerimizin Hipno-meditatif tekniklere sıcak bakmalarını beklemek ham hayal olur. Çünkü bir kaç yıl önce Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın yaptığı ve yaklaşık n=200 örnekli derinlemesine görüşme için bile basınımızın bazı güzide kalemleri bu kadar az örnekle araştırma yapılır mı diye yazmıştı. Oysa n=200 derinlemesine görüşmeyle dünyanın bile tahmin edebileceğimizden haberleri yoktu. Tüm bunlara rağmen direnmekten başka çaremiz yok. Çünkü facebook ve twitter’in kantitatif araştırmalar için kullanıldığı günümüzde kalitatifin geleceğinin çok parlak olduğu apaçık ortada. Sevgiler.