Kitap Bakım Evi

Kütüphanemden bana bakan Montesquıeu’nun Kanunların Ruhu’nu çekip aldım ve masama koydum. Fehmi Baldaş tarafından tercüme edilmiş, 1963 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştı. Kitaba bir süre baktım ve “İşte cilt böyle yapılır” diye mırıldandım, “böyle yapılır” epeski günleri hatırlayarak.

 

Kanunların Ruhu

 

Babamla birlikte çaylarımızı yudumlarken, o, sihirli parmaklarıyla dokunduğu yırtık pırtık kitap sayfalarını mucizevi biçimde tamir ediyor, ince, ama sağlam bir iplikle diktiği fasikülleri üst üste koyarak kitap haline getiriyordu. Havaya, yanan gaz ocağının üstündeki derin bir tencerede yumuşatılmak üzere ısıtılan boncuk tutkal ile eski kitap kokusu hâkimdi. Ara sıra, boncuk tutkalı, içindeki fırçayla karıştırarak tutkalın kıvamını kontrol ediyor, bunu yaparken, elindeki sayfa ya da fasikülleri önündeki tezgâha koyup gözlüğünü indirerek babamla sohbete devam ediyordu. Raflardan birinde bulunan radyodaki Zeki Müren’in sesi bülbül gibi şakırken kendinizi zaman dışında hissedebilirdiniz.

Bir ara dikimini tamamladığı fasiküllerden meydana gelen kitabı işkence aletine yerleştirip sıkıştırdı, sonra da, elindeki boncuk tutkala bulanmış fırçayı daha önce kitap boyutuna uygun biçimde hazırladığı uçları yuvarlatılmış karton kapaklara sürdü. Daha sonra, biraz önce yine kitap boyutuna uygun kesilmiş siyah cilt bezini karton kapaklara yapıştırdı. Ortaya çıkan eser, kitabın sırtına gelecek kısmındaki karton kısmen ince olmak üzere (mukavva diyebiliriz) açık bir kitabın tersten görünümüydü. Akabinde de, cilt bezi ile karton arasında oluşması muhtemel kabarcıkları gidermek amacıyla gömleğinin ön cebinden çıkardığı kemik ıstakayı cilt bezinin üzerine bastırmaya başladı.

Bir nefes aldı, sırtla ön ve arka kapaklar arasındaki boşluğun kitabın daha kolay açılmasını sağladığını söyledi ve ekledi: “Buna bizim meslekte muhat aralığı denir” dedi.  Sonra, birer çay daha içmek isteyip istemediğimizi sorarak, dükkândan çıkıp yan taraftaki çay ocağından üç çay söyledi.

Dükkândan çıkıp girmesi bir kaç dakika sürmüştü. Tekrar tezgâhının başına geçti. Sıra cilt bezinin üzerine ve kitabın sırtı olacak bölüme kitabın adını yazmaya gelmişti. Kitabın adını kurşun harfleri dizerek yazıp hazırladığı kalıbı gaz ocağındaki ateşte kısa süreyle ısıttı ve cildin üzerine koyduğu altın sarısı renkli yaldızlı kâğıda bastırdı, bir süre bekledi, kalıbı çektiğinde kitabın adı cildin üzerindeydi. Aynı işlemi kitabın sırtına da uyguladı.

Heyecanım artmıştı, kitabım bitmek üzere diye düşünmeye başlamıştım. Şunun şurasında ne kalmıştı ki! İşkence aletinin başına geçti, eline bir çekiç aldı ve bir süre önce sıkıştırdığı kitabın sırtına hafifçe vurmaya başladı. Çok geçmeden sırtı yuvarlaklaşan kitap estetik bir görünüm kazanmıştı. Yine gözlüklerini indirerek, bu kez bana bakıp “Buna bizim meslekte kambura denir” dedi. Sonra da kitabın sırtını seyrek bir pamuklu bezle kaplayarak, “Buna da gaze denir” dedi ve kitabın şirazesini, yani ipten ayracını sırtın üst arka kısmından yapıştırdı.

Kitapla cilt nihayet birleştirilebilecek hale gelmişlerdi. Bu işlem de ön ve arka iç kapaklar aracılığıyla gerçekleştirildi ve kitabım ciltlenmiş oldu. Almak üzere ayağa kalkmıştım ki, bir de baktım, kitabım tekrar işkence aletinde sıkıştırılıyor. “Bu gün burada dinlenecek” dedi, “merak etme, yarın sabaha hazır olur evladım.”

Bu büyük cilt ustası, bir cildin bana nasıl yapıldığını öğreten, ciltlenmesi gereken önemli kitaplarımla fasikül fasikül biriktirdiğim, Hayat, Meydan Larousse ve Ana Britannica ansiklopedilerini ciltleyen babamın yakın arkadaşı Hilmi Aktolga’ydı. Dükkânı Mavi Köşe ve Şadırvan’a iki üç dakika mesafede, fakir dostu kuru fasulyeci Zogo’nun dükkânının karşısındaydı.

Selam olsun sana Aktolgalı Beylerbeyi!

 

 

 

 

, , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.