Yine Sana Döneceğim

Her şey bir anda oluvermiş, kendimi doğduğum ya da yaz aylarında yaşadığımız bağ evinde buluvermiştim. Daha doğrusu kendimi bulduğum ev aslında ne doğduğum ev ne de yaz aylarında yaşadığımız bağ eviydi; onlardan öte, belki de onlardan önce ve onların temelini teşkil eden, hatta onları doğuran, bu iki evin karmaşık bir kombinasyonu ya da bileşiminden oluşan, onların bazı özelliklerini taşıyan, bazı özelliklerini ise taşımayan ya da bana sanki öyleymiş gibi gelen, duvarlarına eski beyazın, kapı ve pencere pervazlarına ise eski mavinin hâkim olduğu, kapısını açtığımda coşkulu bir kalabalıkla karşılaşacakmışım gibi hissettiğim halde hiç kimsenin yaşamadığı ve terk edilmiş gibi görünen, avlusu yuvarlak ve küçük taşlarla döşenmiş, bir köşesinde az önce dindiği belli olan yağmurun bıraktığı su zerrecikleriyle süslü yıldız çiçekleri, başka bir köşesinde ise yaprakları yağmurun bıraktığı nemle tatlı bir yeşile bürünmüş akşamsefalarının bulunduğu eski bir zaman eviydi

Evin bulunduğu mevkii bağ evinin bulunduğu mevkiine, konumu ve yapısı ise doğduğum eve daha uygun görünüyordu. Etraf yağmur sonrası sessizliğin ve parlaklığın verdiği huzurla dolmuştu. Hâkim renk solmaya yüz tutmuş günün rengi, yani altındı…

Yıldız çiçekleriyle akşamsefalarına bir göz attıktan sonra kapısı bahçeye açılan mutfak penceresinden içeriye baktım; belki birini görür ya da bir ses duyar ümidiyle. Tık yoktu.

Sonra kendimi sokağa attım. Önümde uzanan yol, doğduğum evin sokağı ile bağ evine giden toprak yolun karışımından oluşan ince uzun bir yoldu. Sessizlik devam ediyor, yolun iki tarafında sıralanan tek katlı küçük bahçeli evler büyük bir huşu içinde beni izliyorlardı. Yol biraz önce dinen yağmurun ıslaklığıyla ağırlaşmış, yavaş yavaş kararmaya yüz tutan havayı aydınlatmak için yanan sokak lambalarının loş ışıklarından silik ve buğulu bir parlaklık kazanmıştı. Gökyüzünde yağmur sonrası bulutlarının birbirlerinden yarışırcasına uzaklaştıkları sessiz senfonik bir müzik çalıyordu. Bulutların ardından ortaya çıkan ise tatlı mavi lacivert arası bir boşluktu. Ben yürüdükçe fonu süsleyen solmaya yüz tutmuş günün rengi kararan altına büründü ve hava karardıkça önceleri dibini bile aydınlatmaktan aciz sokak lambalarının gönderdiği ışık çoğaldı, ışık çoğaldıkça buğu kayboldu, etraf daha net görünmeye başladı ve ben bu yolu daha önce görmüş müydüm, görmemiş miydim, bilemedim. Akşam olmuştu.

Uzaklardan gelen köpek havlamaları tek canlılık alametiydi. Yürümeye devam ettim. İçinde bulunduğum ortam ürkmek için son derece elverişliydi, ama bende böyle bir duygudan hiçbir eser yoktu. Tam tersine içim içime sığmıyor, bulduğum evden uzaklaştığım halde, tuhaf bir biçimde, biraz sonra aradığım eve varacağım için büyük bir mutluluk duyuyordum.

Birden bire yolun kenarındaki evler seyrekleşti, seyrekleşti ve neredeyse yok oldular. Sevincim daha da artmıştı.

Düşünüyordum. “Acaba, henüz ilkokula başlamadan önce, bir yaz günü İstanbul’dan misafir olarak gelen ve gece olduğunda beni koynuna alıp göğsüne bastıran elma yanaklı dolgun dudaklı, balıketinde, uzaktan akrabamız sarışın Selva Abla ile birlikte yer yatağında yattığımız bağ evine doğru mu yol alıyordum? Aramızdaki yaş ve boy farkı nedeniyle, ayaklarımın, her nedense çiçekli geceliği kasıklarına kadar sıvanmış olduğundan, ılık baldırlarına sürtünmesine ses çıkarmayan, ama benim içimin ilk defa bu kadar tuhaf olmasına sebep olan Selva Abla’nın sabah kalktığımızda yanaklarımdan öptüğü dolgun dudaklarının yumuşaklığı mı çekiyordu beni bu bağ evine?” İçim titredi.

Yanılmışım çünkü bir süre sonra yolun iki kenarına dizilen evler tekrar kendilerini göstermeye başlamışlardı. Sonra giderek sıklaştılar. Bağ evi uzaklaşmış olmalıydı.

Bu kez aniden birkaç metre sağımda biri belirdi.  Beni huşu içinde izleyen tek katlı ve bahçeli küçük evlerin duvarlarında yürüyor, adeta bana eşlik ediyordu. Zaman zaman büyüyor, zaman zaman küçülüyor ama beni terk etmiyordu. Gölgemdi bu.

Ben ise bazen gölgemin içinde bazen dışında ağır adımlarla yürümeye devam ediyordum; yıllar sonra bulmayı ümit ettiğim Selva Abla’dan uzaklaştığıma üzülerek.

* * *

Kararan gökyüzünü aydınlatmak için daha fazla ışık göndermek zorunda kalan sokak lambaları ile gölgem bir olmuşlar bana oyun oynuyorlardı ve bir büyüyen bir küçülen, bir daralan bir genişleyen gölgem ile ben de oynamaya başladım.  Gölgemi şaşırtmak için hoplaya zıplaya yürümeye devam ettim. Sonra beklenmedik bir şey oldu ve duvardaki gölgelerin sayısı teker teker artmaya başladı. Bir anda çok sayıda gölge – yanılmıyorsam sayıları altı ile yedi arasında değişiyordu – beni izlemeye başladı. Oysa etrafımda kimsecikler görünmüyordu.

Siluetlerinden anlayabildiğim kadarıyla, hepsi, kaybettikten bir süre sonra rüyalarıma giren ama bir türlü yüzlerini göremediğim yakın tanıdıklarımdı. Yüzlerini göremeyeyim diye gölge olmuşlar, benimle konuşmaya çalışıyorlardı. Ben ise ağzımı açıp konuşmaya, hatta bağırmaya çalışıyor, fakat herhangi bir ses çıkartamıyordum. Bu çok tuhaf bir rüya olmalı ve uyanmalıyım diye derin bir ürpertiyle titredim, ama uyanamadım.

Ben ses çıkartamıyordum, ama çıkan hafif ve tatlı bir rüzgârın evlerin bahçelerinden yükselen ağaçların yapraklarını okşadıkça göklere doğru yükselen seslerin gölgelerin sesleri olduğunu anlamakta gecikmedim. Gecikmedim de, kaç dil bilirseniz bilin, ne söylediklerini anlayamazdınız. Bildiğim, insanların tek tek seslerin nasıl çıkarıldığını bilmeksizin konuşabildikleriydi.[1]

Ne kadar sürdüğünü bilemediğim ve uyanmakla anlamak üzerine verdiğim bu garip mücadeleyi kazanmakla kaybetmek arasında gidip gelirken gölgelerin beni teker teker terk etmeye başladıklarını fark edince arkalarından koşmak için hamle yaptım, ama bir adım bile atamadım. Sanki balçık bir çamura batmış, kımıldayamıyordum. Beni terk eden gölgelerin arkasından bakmaktan başka çarem olmadığını anlayınca tekrar yürüyebildiğimi fark ettim. Saatime baktım, gece yarısını çoktan geçmiş, şafağın sökmesine az kalmıştı.

Bu arada hafif bir meyille alçalmaya başlayan yolun sonuna gelmiştim. Birden kendi gölgemin de silinmeye başladığını ve beni yavaş yavaş terk ettiğini fark ettim. Yolun etrafındaki evler yok olmuş, oyun bitmişti.

Önce ortalık aydınlanır gibi oldu ve beklenmedik biçimde uzaklardaki dağların ardından pembeden kırmızıya dönen bir alev topu yükseldi. Sonra güneş kendini gösterdi. Şafak sökmüş, sabah olmuştu. Akşamdan sabaha benden uzaklaşan zamanı boşuna kovalamıştım.

İnceden inceden esen ve akşamdan kalan hafif bir sabah rüzgârı etrafı yalar, onu karşılayan kuşlar cik cik cik öterken, Dante Alighieri, dile kolay, ta 1307- 1321 yılları arasında şunları yazıyor, ben de buraya alıyordum:

 

“Hiç değişmeyen bir esinti

alnımı okşuyordu,

hafif bir meltem gibi yüzüme vuruyordu;

uysal dallar titreşiyor,

kutsal dağın ilk gölgesinin düştüğü yöne

bel veriyordu hep birlikte;

ama yine de, tepelerinde

küçük kuşların hünerlerini göstermelerini

engelleyecek denli eğilmiyorlardı;

yaprakların arasında sevinç içinde

öten kuşlar, ezgilerine eşlik eden

sabahın ilk saatlerini karşılıyordu;”[2]

* * *

Bir otel bulmalıydım. Buldum da. Arka sokaklardan birinde bulduğum otel Mark Twain’in “tarihten de eski” dediği Varanasi’deki otellere benzemiyordu, ama kesinlikle tarihten de eskiydi.

Hazır Dante’den söz açmışken eskilere gitmenin hiçbir mahsuru olmamalıydı herhalde. Bütün mesele Cehennem ile Cennet arasında, yani Araf’ta kalmamaktı, – yoksa kalmak mıydı – ama başka çare var mıydı, bilemedim…

Resepsiyonda uyuklayan görevliyi uyandırdım ve kısa bir sohbetin ardından odama çıkarak duş alıp – neyse ki sıcak su akıyordu – hemen yattım.

Tam uyumak üzereydim ki geçirdiğim günü düşünerek aradığım evi hayal etmeye başladım ve kendimi, daha önce hiç görmediğim, sevgili dedemle babaannemin doğup büyüdükleri, anlattıklarına göre yemyeşil ve geniş bir ovanın ortasına özenle kondurulmuş, bahçesinde hemen her mevsim yüzlerce çiçeğin açtığı, iki katlı sekiz odalı bembeyaz badanalı, sabahları güneş gökyüzünde patlayıp ağır ağır yükselmeye başladıktan bir süre sonra kelebeklerin başımızın üzerinde “Haydi uyanın, haydi uyanın” der gibi uçuşarak bizi uyandırdıkları, kahvaltı sofralarında iki çeşit bal, beş çeşit reçel, dört çeşit peynir, dört çeşit zeytin, dört çeşit ekmek, iki çeşit yumurta, omlet, domates, biber, salatalık, kıymalı ve peynirli muska böreği ile sigara böreği, süt, çay, kahve, hatta kuş sütü bile eksik olmayan, öğlen yemeklerini sıcak yaz günlerinde ortalığı kasıp kavuran güneşin insanın içini yakan sıcağından kurtulmak için üstü asma yapraklarıyla kaplı, dört bir yanından esen rüzgârın yüzümüzü yaladığında hafif bir ürperti bile duyduğumuz çardaklarda yediğimiz, öğleden sonra hemen evimizin yanı başından kıvrılarak geçen, suları temiz ve serin, balıkları bol ve lezzetli derede serinlerken oradan oraya kaçışan balıkları oltalarımıza takıp eğlendiğimiz, yaz akşamlarında bahçedeki çam ağacının altında kurulmuş masanın etrafına sıralanarak, annemin yaptığı o olağanüstü lezzetli köfteleri yedikten, babamın rakı eşliğinde bitmek bilmeyen o sonsuz güzellikteki sohbetini dinledikten sonra serinlemek için midemize indirdiğimiz karpuzların çekirdeklerini çitlediğimiz, karpuz çekirdeklerini çitledikten sonra yeni kesilmiş mis gibi kokan çimenlerin üzerine sırt üstü uzanarak gökyüzünü pırıl pırıl parlatan yıldızları seyrettiğimiz, kış aylarında geceleri yemekten sonra, içinde sürekli bir ateşin yandığı, gündüz vakti kar topu oynarken her tarafımız donduğu için yanan ateşin alevinde elimizde sıcak çay bardaklarıyla hala üşüyen sırtımızı ısıtmak için üşüştüğümüz ocak başında Bin Bir Gece Masalları okuyarak hayallere daldığımız, daldığımız hayaller âleminde ateşle ölümüne dans ederken, zaman zaman hayallerden çıkarak babaannemin o ince parmaklarıyla kesip soyarak ayıkladığı ayva dilimleriyle güzelim nar tanelerini yediğimiz evimizin bahçesinde buluverdim.

“Sonrası kara geceydi: muhteşem bir siyahlık.

Hissettiğim, zaman ve mekân içinde dağılmışlık:”[3]

Otelim arka sokaklardan birinde olduğundan etrafında evler vardı ve ben de okullarından dönen çocukların cıvıltılarıyla uyandım. Güneş doğduktan sonra yattığım ve hayallere daldığım için hemen uyuyamadığımdan – oysa hemen uyumuş düş denizine düşmüştüm – hayli geç, akşamüzerine doğru uyanmıştım. Banyo yapıp bir şeyler yedikten sonra dünden beri aradığım evi bulabilmek ümidiyle otelden çıktım.

Yolda Borges’le karşılaştım. Üstat başımdan geçenleri dinleyince uzaklardan gelen bir sesle şunları söyledi:

“Sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş başka bir düşle sarmallıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuz kadar gider, sonsuz da kum tanelerinin sayısıdır”[4]

Evet, bir önceki düş başka bir düşle sarmallanmış devam edip gidiyordu…

Üstat Borges’le vedalaşıp yoluma devam ettim. Yine akşam olmuş, gün soluyor,  ortalık tekrar altın rengine dönüyordu. Şehrin çarşısında olduğum için etraf kalabalık görünüyordu. Ama içime öyle doğuyordu ki, bir süre sonra, tıpkı dün akşam olduğu gibi sokaklarda benden başka kimse kalmayacaktı.

Öyle olmadı, şehrin sokakları canlılığını bir süre daha korudu. Böyle, oldukça canlı bir sokaktan geçerken, tam karşıdan bana doğru babamla kendimin – ben oluyorum yani – geldiğini gördüm. Aramızdaki mesafe otuz metre ya var ya da yoktu. Aniden bir başka sokağa girip önlerine yığılan kalabalığın ardından kayboldular. Derhal koşmaya başladım. Kan ter içinde arkalarından yetişmek üzereydim ki, bir eve girdiklerini görünce yanılmış olduğumu düşünerek ısrarı bıraktım. Bu akşam erken yatmalıyım ki ertesi gün erkenden daha dinç kalkıp arayışımı sürdürebileyim diye düşünerek tekrar otelimin yolunu tuttum. Yattım ve hemen uyudum.

* * *

Apaydınlık bir gündü ve ben bisikletimle Şadırvan’ı dönüp Tahir-Ün Caddesine girmek üzereydim. Önümde bisikletiyle giderken ara sıra bana muzip ama bir o kadar da seksi bakış fırlatan bir kız vardı. Güneş etrafı gözlerimi kör edecek kadar parlatıyor, bir taraftan gözlüklerimi düzelterek kamaşan gözlerimi kırpıştırıyor, diğer taraftan da önümden bisikletiyle giden kızın zaman zaman arkaya dönerek fırlattığı bakışları yakalamaya çalışıyordum. Etraf kalabalıktı, ama sanki canlı olarak sadece önümde giden kızla ikimiz vardık. Bir süre böyle yol aldık.

Sonra kar yağmaya başladı. O kadar ince yağıyordu ki, adeta toz gibiydi ve etraf yine apaydınlıktı. Tuhaf olan kıyafetlerimizin yine yazlık olmasıydı. Bir süre, etrafı sarıp sarmalayan ipince kar tozlarının içinde yolumuza devam ettik. Önümdeki kız, sanki otomatik olarak zaman zaman geriye dönerek o tatlı bakışlarını fırlatmaya devam ediyordu.

Ziraat Bankası’nın hemen yanındaki sokaktan sola döndüm, aniden kar durdu, hava karardı ve önümde giden tatlı bakışlı kız kayboldu. İlerde solda babamın çalıştığı eczane vardı. Bisikletimi durdurdum ve eczaneye girdim. Bankın arkasında duran babam sessiz sessiz bana bakıyordu; ben de ona. Bir süre bakıştık, bir şeyler söyledim ama o sadece bakıyordu. Saçları ve bıyıkları siyahtı. Eczaneden çıktım, bisikletime bindim ve yine Ziraat Bankası istikametinde yol alarak sola döndüm; tekrar Tahir-Ün’deydim. Babamı düşündüm. Neden hiç konuşmamıştı acaba?

Etraf ışıl ışıldı ve istasyon tarafından bana doğru mahşeri bir kalabalığın oluşturduğu fener alayı geliyordu. Ben ise, acaba ertesi gün İstanbul’a gidebilecek otobüs bulabilecek miyim endişesiyle İzmir – İstanbul istikametine uzanan İstasyon Caddesi’ne ulaşmak için mahşeri kalabalığı yararak koşar adımlarla yürüyordum. Bisikletimin ne olduğunun da farkında değildim. Bir ara, bir süre önce bisikletiyle önümden giden tatlı kızın dudaklarındaki o tatlı gülümsemesiyle mahşeri kalabalığın içinde bembeyaz giysileriyle parladığını gördüm. Yetişmek için ona yöneldim ama kalabalığın içinde kayboldu.

Babamın bakışları gözümün önünden gitmiyordu. Tekrar eczaneye mi dönseydim acaba? Fırsat bulamadım.

Uyanmışım. Bir gün önce yolda karşılaştığım Borges’in dediklerini düşündüm. Kum tanelerini saymak çok zor olacaktı anlaşılan.

* * *

Bindiğim faytonun sürücüsü, faytoncu yani, tam bir külhan beydi. Önce tırıs, daha sonra neredeyse dörtnala koşan atların dizginlerini iyice gevşettiği için kendilerini hayli rahat hisseden hayvanlar başlarını neşe içinde sağa sola sallıyorlardı. Yaptıkları hızdan oluşan rüzgâr nedeniyle geriye doğru uçuşan yeleleriyle birer aslana benzeyen atların sırtlarından çıkan dumanlar terle karışarak ortalığa ekşi bir koku yayıyordu.

Burnumu sağ elimle iki yanağından sıktım, sol elimi de koltuğa bastırarak kuvvet alıp doğrulmaya yeltendim, ama dengemi kaybederek tekrar kıç üstü oturdum. Kaykılarak oturduğum faytonun içinde ikide bir hoplayıp zıplamaya başlayınca bu kez faytoncunun yavaşlaması için var gücümle bağırdım. Bağrış çağırışlarımı duymayınca ayağa kalkıp sırtını dürtmeye çalışırken neredeyse düşecektim. “Gott Sei Dank”, çok şükür, düşmeden, yavaşladık.

Aradığım evi bulmakta kararlıydım. Faytonu hızlı hareket edebilmek amacıyla kiralamıştım.

Geçtiğimiz yolları, yolların kenarındaki evler ya da işyerlerini, sokaklarda yürüyenleri tanıyor muydum, yoksa tanımıyor muydum, bilemedim. Peki, gördüklerimi tanıyıp tanımadığımı bile bilmiyorsam evimizi nasıl bulacaktım? Zaten bir süre sonra da ne fayton, ne faytoncu, ne bisikletli kız, ne yollar, ne evler ne de insanlar kaldı; her şey kaybolup gitmişti. Ne yaptıysam tüm şehri çay fincanımdan dışarıya fırlatamamıştım.

Hüzünle Proust’un söylediklerini hatırladım:

“Eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekânlar âlemine ait değillerdir sadece. O zamanlarki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir ânın özleminden ibarettir;  ve evler, yollar, caddeler de heyhat, seneler gibi uçup giderler.”[5]

Benim güzel kasabam, Akhisar’ım, yine sana döneceğim.

 

Notlar

[1] Wittgenstein, Ludvig. Tractatus, Çeviren: Oruç Aruoba, BFS, İst. 1984, s. 45.

[2] Alighieri, Dante. İlahi Komedya, Araf, Çeviren: Rekin Teksoy, Oğlak yayıncılık, İst., 1998, s. 585.

[3] Nabokov, Vladimir. Solgun Ateş, Çeviren: Yiğit Yavuz, İletişim Yayınları, İst., 2013. s. 41.

[4] Borges, Jorge Luis, Alef, Çevirenler: Tomris Uyar, Fatih Özgüven, Fatma Akerson ve Peral Bayaz Charum, İletişim Yayınları, İst. 2009, s.110.

[5] Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Swann’ ların Tarafı, Çeviren: Roza Hakmen, YKY, 1999, s.439.

 

, , , , ,

2 thoughts on “Yine Sana Döneceğim

  • Semra Çizmeci dedi ki:

    Sevgili Bülent çok sıcak samimi ve edebi bir dilde yazmış olduğun metin için kutlarım. Sadece üçüncü paragrafın sonundaki “tık yoktu” ifadesi yerine daha edebi ve yazının gelişine uygun bir ifade olabilir miydi diye düşündüm. Yazın hayatında başarılar dilerim.

    • bulentgundogmus dedi ki:

      Çok teşekkür ederim Semra. Bunlar zaman zaman ve aklıma geldikçe yazdığım denemelerim. Umarım zaman içinde belli bir bağlama oturtum kitaplaştırabilirim. Tık yoktu yerine tabi edebi sözcük(ler) gelebilir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.