18 01 2014
“Atlara Fısıldayan Adam”
“Sekiz on yaşlarında olmalıydım. Sıcak bir yaz günü Mehmet Dedem’le birlikte at arabasına binmiş, dar ve toprak bir yolda hızla yol alıyorduk. Dizginler dedemin ellerindeydi. Ben onun yanına oturmuş, etrafı seyrediyordum. Araba giderek hızlanıyor, bir süreden beri saymaya başladığım yolun iki tarafındaki ağaçları saymakta zorlanıyordum. Etraf, Akhisar’ın o müthiş kuru sıcağı ile yeşilden sarıya dönüşmeye başlamıştı.
Dedem at arabası kullanmakta çok usta bir adamdı. Ata da iyi binerdi ve beni de tıpkı Kızılderililer gibi çıplak ata binmeye alıştırmıştı. Ata biner, düşmemek için sıkıca boynuna sarılır ve tarlada oradan oraya deliler gibi koştururdum atı. Ata binmek özgürlük ve sınır tanımamaktı. Sınırsızlık duygusu nedeniyle yüzmeye benzer ve insana güven verirdi. Ben de bu duygu ile uçar, uçar, uçardım.
Giderek hızlanan at ağzından köpükler çıkararak dörtnala koşmaya ve o tok nal sesleri uzaklaşmaya başlamıştı.
* * *
Arabanın tekerleklerinin yer ile teması koptu, havalanmaya başladık. Aman Allahım ne hoş bir duyguydu o öyle. Hem hızlanıyor, hem de havalanıyorduk. Birdenbire geniş ve yemyeşil bir ormanın içinde akan vahşi bir nehrin azgın sularının hemen üzerinde, uçmaya başladık. Aşağıya baktığımda balıkların uçtuğunu, kuşların ise yüzdüğünü görüyordum. M.C.Escher’in “Sky and Water” tablosundaki gibi balıklar ve kuşlar birbirlerinin içine geçerek metamorfoza uğramışlardı. Ta uzaklarda, nehrin doğduğu yerde, yerden bin fersah yükseklikte dev bir şelaleye, bağırarak şakırdayan, çağlayarak çağlayan bir çağlayana gözüm ilişti. Hızlanmaya ve yükselmeye devam ediyorduk ama yeterince yükselemeyip ya o çağlayanın azgın sularına gömülürsek diye düşünürken hızımızın herhangi bir uçağın onlarca katına çıktığını fark ettim. Bir yandan da füze gibi yükseliyorduk. Yükseldikçe yükseldik, hızlandıkça hızlandık. Çağlayanı çoktan aşmış, bulutların üzerine çıkmış, yıldızlara doğru yol alıyorduk. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Uranüs, Neptün, Plüton, Samanyolu, Büyükayı, Küçükayı, Güneş, hepsine birer selam göndererek, göklerin hakimi olmuştuk. Yanımızdan ne uzay gemileri geçmişti de hepsini yakalayarak nanik yapıp ekmiştik. Sonra kara deliklere ulaştık ki, birdenbire yavaşladığımızı hissettim.
Yolun iki tarafındaki ağaçları saymakta zorlanırken at aniden yavaşladı, durdu ve ben kaşla göz arasında dedemin sağ elinden kurtularak at arabasının ön tarafıyla atın kıçı arasına kayarak düştüm. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar bir anda oluvermişti.
Çevik bir hareketle arabadan atlayan dedem, atın başını iki elinin arasına alarak okşamaya ve bir şeyler fısıldamaya başlamıştı. At ve ben kımıldamadan duruyorduk. Bir ara, at arka sağ ayağını havaya kaldırmış ve hafifçe sağ ayağımın üstüne koymuştu. Belli belirsiz hissettiğim atın ayağı bileğinden kırılmış gibi görünüyordu. Bir adım geri gitse beni sıkıştırıp ezmesi hiçten bile değildi.
Bu arada dedem atın başını okşayarak onunla fısıldaşmaya devam ediyordu. Amacı atın öne doğru bir adım atmasını sağlamaktı. Ama ne kadar dil dökse amacına bir türlü ulaşamamıştı. Sabırlı olan dedem atla konuşmaya devam etti.
Aniden başını havaya kaldırıp iki yana sallayan at bir adım öne atınca dedem atın arkasına doğru seğirtip beni bulunduğum yerden aldı ve sarılıp öptükten sonra yolun kenarına bıraktı.
Mehmet Dedem benim için bundan böyle atlara fısıldayan adam olmuştu.
Tüm bildiğim duaları öğrendiğim babaannemden sonra bana atlarla konuşmayı öğretmesini istediğim dedemin bu yönünü keşfetmek müthişti. Ama o kadar korkmuştum ki, ne ben ona atla neler konuştuğunu sorabilmiştim, ne de o anlatmıştı. Bu olay, aramızda bir sır olarak kalmıştı.”
Mustafa Bülent Gündoğmuş, Bir Demet Anı: Bir Araştırmacının Annesine Vedası, s. 120-121. Kitap Matbaası, İstanbul, 2010.
Eşit(siz)liğin Gizemi Yöntem Üzerine