22 06 2013
Hindistan’a Yolculuk
Önce kısa bir ansiklopedik bilgiye ne dersiniz? Yaklaşık 60 yıllık bir cumhuriyet olan Hindistan[i] dünyanın en büyük demokrasisi olup bu süre içinde hiçbir askeri müdahaleye maruz kalmamıştır. Dünyada, çok kültürlü yapıya en iyi örnek teşkil eden Hindistan’da farklı din, etnik grup vb. sahip olan halklar birbirlerini içselleştirdikleri için barış içinde bir arada yaşamaktadırlar. Ancak, zaman zaman büyük suikastlar de yaşanır ki, İndra Gandhi böyle bir Sikh suikastı ile hayatını kaybetmiştir. Son günlerde bazı polislerin suçsuz insanları sokakta vurarak öldürdükleri ülkemizdekinin aksine Hindistan’da polis silah taşımaz. Hindistan bağımsızlık hareketinin lideri ve daha çok büyük ruh anlamına gelen Mahatma ilk adı ile anılan Gandhi sivil itaatsizlik ya da pasif direniş hareketinin dünyadaki en önemli öncülerinden biridir. Nitekim Tagore’dan çeviriler yapan Bülent Ecevit de özellikle 12 Eylül’de böyle bir tutum sergilemiştir. Bugüne dek gördüğüm ülkeler arasında Hindistan’ı “dünyanın gülen yüzü” olarak nitelemek mümkündür. Ama aynı zamanda hüzünlü bakışları olan gülen yüzü…
Gizemli bir din olan Hinduizm içinde eriyen Budizm’in kurcusu ve “aydınlanmış” ya da “bilen” anlamına gelen Buda’ya göre önemli olan içimizdeki ışıktır. “Işığı bul ve izle….” İşte her şey bu sihirli ifadede gizlidir. Bunu yaparken, nefret, hırs ve cehaletten kurtulmak gerekir. Çünkü bunlar insanlığın düşmanıdır. Eril ve dişilin, lingam ve yoni, birlikteliğiyle anlam kazanan yaşam ancak ve ancak insan onu söndürmek istediğinde sona erer. Çünkü bizim bildiğimiz anlamda ölen bir insanın yakılmasıyla ruh bedenden ayrılır ve bazılarına göre sayısı 8.400.000’ü bulan insan, hayvan, taş, bitki vb. değişik varlıklara geçerek sürekli reenkarnasyona uğrayıp yaşamaya devam eder. Çark devamlı döner, döner, yine döner…
Durum bu olunca, yaşam bir ölçüde kolaylaşır. Başta en kutsal hayvan olan inek olmak üzere, maymun, domuz, boğa, köpek, fare, yılan ve diğer hayvanlarla birlikte barış içinde yaşayan Hintliler doğayla sürekli diyalog halindedirler. Önemli olan bugünü en iyi biçimde yaşamak, tüm dünya nimetlerinden bugün yararlanmaktır. Varoluşa inanmayan Hinduların dünyaya pozitif bakmalarının en temel nedeni budur. Yoksulluk içinde ve çöpler arasında yaşarken bile gözlerinin içi pırıl pırıl parlar ve hep gülerler. Öyle anlaşılıyor ki, bu inanç kast rejimini bile esnek bir hale getirmiştir.
Artık izlenimlerime geçmenin yeri geldi. GNP, Gayri Safi Milli Hasıla yerine, GNH, Gayri Safi Milli Mutluluk kavramının öne çıktığı Hindistan’da insanlar her gün belirsizliğe uyanırlar. Ama, inançları gereği belirsizlikle baş edebilecek güçtedirler. Ve bu beni araştırmacı olarak çok ilgilendirmektedir. Trafiği ele alalım; tam bir kaostur.
Horn Please: Batı’da, ABD, Almanya vb., özellikle okul ya da hastane çevrelerinde “lütfen kornaya basmayın” levhaları asılıdır ve kural genellikle kornaya basmamaktır. Doğu’da, Hindistan’da ise, resmi olmayan kural, “horn please”tir; kornaya basın. Otobüs, kamyon, üç tekerlekli motosiklet vb.’nin arkasında renkli ve büyük harflerle “kornaya basın” yazar. İnanılması zor ama gerçek ya da büyü gibi bir şey. Sürücüler sürekli kornaya basarlar ve önlerindeki araca yaklaştıklarını böyle haber verirler.
Batı’da her kavşak ya da meydanda trafik ışığı vardır. Hindistan’da, Yeni Delhi ve diğer şehirlerin büyük meydanları hariç herhangi bir trafik ışığı göremezsiniz. Trafik polisi varla yok arasındadır. Trafik akışı korna sesiyle düzenlenir. Son derece karmaşık, hatta kaotik olan bu yapı güleç yüzlü, mutlu, sakin ve kadınsı bir özellik taşıyan Hintli sürücülerin marifetleri sayesinde kavgasız bir biçimde düzenli bir yapıya dönüşür. Kaostan düzen doğar ve bu kendi kendine olur. Hindistan’daki trafik kendi kendini düzenleyen sistemlere çok iyi bir örnektir. Bu sayede Hindistan’daki trafik kazaları son derece azdır.
Lose Weight Don’t Wait: Üç tekerlekli motosikletlerin kapasiteleri bazen 3/4, bazen 4/5 kişi olduğu için “zayıfla bekleme” ya da “zayıflarsan beklemezsin” sloganı son derece yaratıcıdır. Genellikle kapasitelerinin çok üzerinde yolcu alan bu motosikletler şişmanlara uygun değildir. Zaten Hindistan’da şişman insan yok gibidir.
Ve kadınlar. Büyük, parlak ve sürmeli gözleri, kucaklarında bebeleri, sırtlarında en yaygın renk olan Hindistan sarısı, pembe, kırmızı, yeşil vb. “sari”leri olan, güzel kadınlar… Alınlarındaki “tika”ları ise her şeyden önemli. Güleç ama hüzünlü bakıyorlar… Tarladaki kadınlar bile “sari” leri içinde ipince salınıp duruyorlar; sessizce ve dingin.
Gezimizin ilk günü Eski Delhi’deki, sokakları neredeyse 2 mt genişliğinde olan Çandni Çovk Çarşısı’nda üç tekerlekli bisikletlerle yaptığımız tur tam bir kaostu. Binlerce insanın yer yarılıp yeryüzüne çıktığı ve karşı karşıya gelen bisikletlerin tekerleklerinin birbirine değdiği daracık sokaklarda gezerken “karmamızı” yükseltmiş yaklaşık bir saat süren bu tuhaf gezimizin hiç bitmemesini istemiştik. Binlerce insanın aynı anda bağırıp çağırarak çıkardığı ses öyle bir gürültü yaratıyordu ki, bir süre sonra bu sesleri duymaz oluyor, sanki bir senfoni dinliyormuş hissine kapılıyorduk. Tıpkı Marcel Proust’un Kayıp Zaman İzinde, Swann’ ların Tarafı’nda[ii] yazdığı gibi, önce piyano tek başına, eşi tarafından terk edilmiş bir kuş gibi sızlanıyor, sonra da keman onu işitip adeta yandaki bir ağaçtan cevap veriyordu. İnsanı bir burgaca sokan onca gürültünün içinden gelen ve birbirini yanıtlayıp tamamlayan piyano ve keman sesleri kaostan düzene geçişin işaretleriydi sanki. Sessizce ve huzur dolu. Zaten Hindistan, kayıp zamanı yakalamak isteyen herkese bin bir fırsat sunan, bebelerini cızbız köfteyle besleyip uyutmaya çalışan, uyuturken o güzelim ninniyi söyleyerek etrafı neşeye boğan bir anaydı.
Bu tuhaf olduğu kadar gizem dolu gezi sırasında hiçbir kavgaya şahit olmadık ve bu gerçekten inanılmazdı…
Yeni Delhi’deki Çandni Çovk Çarşısı ile Kahire’deki El Halil Çarşısı arasında bazı benzerlikler olmakla birlikte farklar daha fazlaydı. Bir kez Çandni Çovk kadın, El Halil erkekti; daha ne fark olsun ki?
Çandni Çovk’tan sonra gittiğimiz Kutub Minar 72.5 mt yüksekliğiyle bizi yerden göklere uçurmuştu. Kutub Minar’ın gizemi, yüksekliği ve genişliğiyle, Hindistan’daki tüm camilere minarelik yapabilecek heybete sahip olmasıydı.
Filmler ya da fotoğraflarda görmüşsünüzdür; yol kenarlarında seyyar berberler vardır. Bir sandalye, masaya benzer iki ayaklı bir tabla; işte size bir berber dükkanı. Fakat benim Pembe Şehir diye anılan Caypur’da gördüğüm bambaşka bir şeydi. Müşteri sırtını caddeye vererek kaldırımsı bir tümsekliğin caddeye bakan tarafının kenarında yere lotus vaziyetinde oturmuş; karşısında da berber ve o da lotus vaziyetinde oturuyor. Kaldırımsı tümsekliğin eni en çok 1.5 mt ve berberle müşterinin arkasından insanlar geçiyor. İnsanlar dediğim, binlerce insandan söz ediyorum. Berberin elinde bir ustura ve müşterinin yüzüne değmekle değmemek arasında duruyor. Diğer elinde ise müşterinin tıraş ettiği sakalından geriye kalanlar. Her ikisinin de arkasından geçenlerin birinin dizi birisine değse, ustura müşterinin boğazını kesecek. Ama kesmiyor. Dingin biçimde hem sohbet ediyorlar hem de iş yapıyorlar. Etrafta korna sesleri, dünyanın bin bir rengine bürünmüş “sari”li kadınlar, okuldan çıkmış büyük parlak gözlü sevimli çocuklar. Bin bir tane seyyar satıcı ve hemen hepsi sattıkları ürünlerin yanına, yani tezgahlarına tünemişler. Baharat kokuları mis gibi ve onca yoksulluk varken ortalıkta ne ter kokusu ne de başka bir koku hissediliyor. Hindular, Müslümanlar, Sikhler, Hristiyanlar, Budistler, Caynacılar ve diğerleri, hep birlikte, birbirlerine değerek ve sonsuz derecede tahammül ederek yaşayıp gidiyorlar.
Eski kesimi birbiri ardı sıra sıkıştırılmış sessiz pembe duvarlardan inşa edilen bu rüya şehrin bir de rüya gibi bir Rüzgarların Sarayı vardı adı da Hava Mahal’di. Yine pembe kumtaşından inşa edilmiş olan bu beş katlı olağanüstü yapıda, inanmayacaksınız ama, 953 küçük pencere vardı.
* * *
Salman Rushdi’nin Floransa Büyücüsü’ nde şiirsel bir dille anlattığı gibi, “Günün son ışıklarıyla parıldayan göl, saray-şehrin eteğinde uzanan, erimiş altından bir denizi andırıyordu. Günbatımından bu yana gelen (yolcular) – şu dakikada göl kıyısındaki yoldan buraya gelmekte olan (yolcular) ziyaretçilerin gözlerini kamaştırmak ve hayranlık uyandırmak uğruna hazinesinin bir bölümünü erittirip devasa bir çukura doldurtan Karun kadar zengin bir hükümdarın topraklarına yaklaştığını sanabilirdi. Kaldı ki, altın göl ne kadar büyük olursa olsun, çok daha engin bir servet denizinden çekilip alınmış bir damlacıktı muhakkak; (yolcuların) hayal gücü bu ana okyanusu kavramaya yetmiyordu… Ekber Şah’ın yeni ‘zafer şehri’nin kumtaşından inşa edilmiş ılgım sarayları gün ağarırken bakanlara kızıl dumandan yapılmış gibi görünüyordu. Şehirlerin çoğu neredeyse doğar doğmaz ebedileşmiş izlenimini verir, fakat Sikri her zaman bir serabı andıracaktı.”[iii] Hayalet şehre, Fatehpur Sikri’ye, girdiğimizde ortalık çok sakindi. Penç Mahal’ın tepesindeki kubbeli güneşliğin altında duran Hindistan İmparatoru Ekber Şah, Sikri’nin surlarının az ötesindeki gölü seyrediyordu. Arkasında kocaman yelpazelerle hizmetkârları bekliyor, Şah’ın bir işaretiyle ellerini aşağıya yukarıya, sağa sola sallayarak onu serinletmeye çalışıyorlardı. Şah’ın hareminin de bulunduğu bu köşke bizi kabul etmiş olması inanılmazdı. Huzura çıktığımızda yerinden kalktı ve o muhteşem gölü işaret ederek, “Biliyor musunuz çocuklar, şu gördüğünüz göl var ya bu göl, eğer gerekli önlemleri almazsak gün gelecek kuruyacak. Siz buraya yılar sonra geldiğinizde bu gölün yerinde yeller esecek” diye gürledi. Sonra hepimizin elini sıktı ve izin isteyerek haremine çekildi. Bir veliahta ihtiyacı vardı çünkü.
Gerçekten de artık o göl yoktu.
* * *
Güneş ışıklarının duvarlarında yaptığı dansı görebilmek için çok erken kalkmış, “çaçamız” Faruk Pekin önderliğinde ve büyük bir heyecanla yola koyulmuştuk; Tac Mahal’den söz ediyorum. Söylemeye gerek yok, yine cennette, yani Agra’dayız.
17. yüzyılın ortalarında Hintli ve Çinli atölyeler üst üste konulduğunda bütün dünyadaki el işçiliğinin yarısından fazlasını üretiyorlardı. İşte o ihtişamlı dönemde, Babür İmparatoru Şah Cihan diğerlerinin yanında en gözdesi olan ve 14. çocuklarını doğururken ölen karısı Mümtaz Mahal (Banu Begüm) için Yamuna Nehri’nin kıyısına bir anıt türbe yaptırdı. Yirmibin işçi tarafından yirmi yılda inşa edilen anıtın rengi, tıpkı Mümtaz Mahal’in günün ve gecenin her saatinde değiştiği gibi, değişiyordu. Bin filin uzaklardan taşıdığı beyaz mermer, kızıl kum, yeşim taşı ve turkuazdan yapıldığı söylenen Tac Mahal’ın en ilginç özelliği uzaktan bakınca gökyüzüne asılmış gibi görünmesidir ki, mehtaplı gecelerde aydan bile daha parlak görünmesinin sırrı da budur. Nitekim bu güzellik karşısında kendilerinden geçenler onun dalgalanan beyazlığı karşısında hülyalara dalarlar ve havadan yapılmış olup olmadığını sorgulamaya başlarlar.
Eduardo Galeano’nun aykırı kitabı Aynalar’da[iv] ifade ettiği gibi 2000 yılının sonlarında Hindistan’ın en ünlü sihirbazının, ağzı açık bakan bir kalabalığın karşısında Tac Mahal’ı iki dakikalığına ortadan kaybettiği söylenir.
Tac Mahal akıllara durgunluk verecek güzellikte, şahane bir eserdir. Etrafında “sari”leri içinde salınıp duran Hintli kadınlar ise bu güzelliğe renk ve yepyeni güzellikler katarlar.
900 ile 1100 yılları arasında yapılan ve uzaktan bir dizi sivri dağ gibi görünen olağanüstü güzellikteki seksen beş erotik tapınaktan yirmi ikisinin görkemini koruyarak süslediği Kacuraho, insanoğlunun, korkularını, şüphelerini, aşklarını, kıskançlıklarını ve arzularını taşa ustalıkla döktükleri gizemli bir şehirdi. Şimdi bu gizemli şehirdeyiz ve tüm yolcuların ağızları bir karış açık, çünkü gördüklerimiz karşısında büyülenmiş gibiyiz.
Olağanüstü güzellikteki kadın figürlerinden meydana gelen ve bana göre zamanı da içselleştirdiklerinden dört boyutlu oldukları için heykelcik diyebileceğimiz kabartmaların tam bir uyum içinde ve birbirlerini tamamlayarak oluşturdukları o şahane tapınaklar insanı kendinden geçiriyordu. Büyük bir kıvraklıkla dans eden figürler ha canlandı ha canlanacaklar. Yoksa canlandılar mı, ne?
Evet, evet, bir figür asılı olduğu tapınaktan iniyor ve kalçalarını müthiş bir ahenk içinde kıvırarak dansa başlıyor. Üzerindeki incecik tül parçasını bacaklarına sürterek kalçalarına doğru sıyıran kadın, artık kadın demeliyim, erkek yolculardan birine yaklaştı, ona incecik elini uzattı. Bu incecik eli nazikçe tutan yolcu kıvrak bir hareketle kadının beline sarıldı ve birlikte sonsuz bir ahenk içinde dalgalanmaya başladılar. Bunu gören diğer kadınlar da tapınaktaki yerlerini terk ederek dans eden bu ikiliye katılmak üzere hep birlikte yere indiler. Yere inen kadınlar ortalığı sarı, yeşil, kırmızı, mavi, mor ve alın hakim olduğu bir renk cümbüşüne çevirerek hem bize büyük bir moral veriyordu. Fonda ise Ravi Shankar çalıyor ve tüm yolcuları dansa davet ediyordu. Sonra tüm erkek yolcular kadınların bellerine sarılarak hep birlikte sonsuz bir ahenk içinde dalgalanmaya başladılar.
* * *
Şimdi de Mark Twain’in tarihten de eski dediği, yani epeski Varanasi’deyiz. Stefan Zweig’in insanlar, kentler ve kitaplarla buluştuğu Buluşmalar adlı kitabında söz ettiği gibi “Varanasi, sayısız kutsal merdivenden insanların Ganj Nehri’ne, büyük Tanrıya indiği, kuleleri ve mabetleri ışıl ışıl ünlü Hint kenti.”[v] Bana göre gezimizin doruk noktası olan Varanasi’yi bu dünyaya gelmiş herkesin görmesi bir zorunluluk olmalıdır; rastlantıya bırakmaya gelmez. Eğer bir gün bir roman ya da senaryo yazmayı düşünürsem, kesinlikle Varanasi’den başlatmalıyım, çünkü birkaç satırla anlatılacak gibi değil.
Tanrı Şiva Vishwanat’ın şehri olarak bilinen ve Ganga’nın – Ganj – kıyısında kurulan efsanevi Varanasi Hinduizm’in en kutsal yerlerinden biridir ve bir çok insan bu şehre 2500 yıldan beri ibadet etmeye gelir. Gelirler, ölmeye yatarlar, ölürler, yakılırlar ve külleri Ganj’a, ruhları ise göğe uçar gider.
Güneş henüz doğmamış ve sanki bir Fellini filminin stüdyosunda Ganj’a doğru yürüyoruz. Etrafta, Ganj’da yıkanıp dua etmeye hazırlanan binlerce Hintli ve uzaktan hüzünlü bir “mantra” seslendiriliyor. Yol kenarında ise ineklerle birlikte uyuyan yoksul Hintliler; kimisi üfleseniz düşecek kimisi de cûzzamlı ama, her şey rengarenk ve canlı. Ganj kurşun renginde ve oldukça pis ama ne gam; kutsal olması yeterli içine girmek için. Sandallarımıza biniyor, mumlarımızı yakıyor ve dilek tutup Ganj’ın serin sularına bırakıyoruz. Sonra güneş doğuyor, ağır ağır yükseliyor ve önce o rengarenk tapınaklara, sonra da Ganj’ın serin sularına girip dua eden kadınların sarındıkları sarı, mavi, mor, al, yeşil, hatta dünyanın tüm renklerine sahip giysilerine, erkeklerin ise çıplak vücutlarına değerek ortalığı yakıyor, yakarken de ışıl ışıl aydınlatıyor. O da ne, uzaklardan dumanlar yükseliyor ve ateş görüyoruz. Yakılan bir ölünün ruhu bedenden ayrılıyor ve yeniden doğmak üzere göklere yükseliyor. Her ne kadar Katmandu’da yakılan ölüleri daha yakından görme imkanımız olduysa da Ganj kıyısındaki ritüel bir başkaydı.Ve, bize çok ağır gelen bu tablo bir rüya gibiydi. Bir Hindistan rüyası, sarı sıcak. Sımsıcak.
Sandallarımızdan indikten sonra yükselen güneşin altında daracık sokaklarda yürürken kapıları açık evlerin avlularında incecik bedenleriyle ölmeye yatmış insanları görmek içimizi burkarken, yanlarında oynayan küçük çocukların çığlıkları hepimizi neşeye gark ediyordu. En küçük bir hayvanı bile öldürmeyen Hintlilerin, ömrünün sonuna gelen yakınlarını burada ölüme terk etmeleri tam paradokstu. Biraz ilerde bir kadın topluluğu topluca ibadet ediyor, hemen arkamızda hızla ilerleyen bir inek ise yan taraftaki küçücük bir evin balkonuna sığınmamıza neden oluyordu. Ev sakinleri büyük bir saygı ile “Namasti” deyip yerlere eğilerek bizi çaya davet ettiğinde ne yapacağımızı şaşırmıştık.
Yine Sefan Zweig’in deyişiyle, “Hindistan’ın ışıl ışıl, rengarenk kentleri arasında Varanasi gizem dolu bir gül” dü. Yapraklarını soydukça merkezden çevreye doğru şişercesine genişleyerek büyüyen bir gül…
* * *
Uçakla, Nepal’e yaklaşırken, güneşli bir gün olduğu için, Himalayalar, yani dünyanın tepesi karşımıza çıkıverdi. Dev gibi, sakin ama heybetli; bir zamanlar reklamcıların bazı politikacılar için ürettiği kelimelerle, sakin güç… Görebildiğimiz tepenin yüksekliği 7149 metreydi. Dünyanın tepesini, Everest’i, Tibet’te görebileceğimi umuyorum.
For Those Who Sit / For Those Who Stand: Seyahatimizin son gecesi Katmandu Nepal’de gittiğimiz Rum Doodle Restaurant, 40.000 ½ Feet Bar’ın tuvaletleri kadınlar ve erkekler için yerine, oturanlar ve ayakta duranlar için olmak üzere, bu iki açıklamanın yapıldığı levhalar ile ayrılıyordu. Cinsiyet ayrımcılığının minimize edildiği bu yaklaşım reklam ajanslarının yaratıcı yönetmenlerine yol gösterici olabilir.
Zaman batıdan doğuya doğru yavaşlayarak akar. Fizik zaman değişmemekle birlikte felsefi zaman doğuya doğru yavaşlar. Batıda hemen her meydanda çok sayıda saat vardır ve bu insanı ezer. Hindistan’da oteller dışında hiçbir meydanda saat göremedim. Zaman durmuştu ve belki de tüm Hindistan bir Fellini stüdyosuydu. Hindistan’ın gizemi Ekber Şah’ı ve Kacuraho’da dans eden heykelcikleri saymazsak, buydu.
Aralık, 2007
Notlar
[i] 12/23 Kasım 2007 tarihleri arasında Hindistan’a sonsuz bir ahenk içinde rengarenk bir turistik yolculuk yaptım. Fest Turizm’in yöneticisi, değerli kültür insanı, gezgin ve Hintlilerin deyişiyle grubumuzun sevgili “çaça”sı Faruk Pekin’in yönetiminde 28 kişilik bir grup halinde yaptığımız yolculuk son derece hızlı ve yoğun geçti. Kuzey Hindistan’ı kapsayan gezi Yeni Delhi, Caypur, Agra, Kacuraho, Varanasi, Katmandu ve Dhulikel gibi yerleşim merkezlerindeki yaşam alanları ve tarihi yörelerde gerçekleşerek su gibi aktı. Bu yazı gezi sırasındaki gözlemlerime dayanmakta olup tarihi olgulardan ziyade sosyal yaşama dairdir. Bu kısa gezi sırasında Hindistan’ı bize engin bilgisiyle en iyi biçimde ve son derece ayrıntılı olarak tanıtan Faruk Pekin’e sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
[ii]Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Swann’ların Tarafı, Çeviren: Roza Hakmen, YKY, İst.,1999, s. 362.
[iii] Ruşdi, Salman. Floransa Büyücüsü, Çeviren: Begüm Kovulmaz, Can Yayınları, İst., 2009, s.15 ve 39.
[iv] Galeano, Eduardo. Aynalar, Çeviren: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık, İst., 2009. s. 222.