13 07 2016
Yağmur Sıkıntısı
Bir konferans vereceksiniz ya da yolculuğa çıkacaksınız, ama birkaç saat vaktiniz var. Hava almak için dışarı çıkıyorsunuz. Konferans verecekseniz kahve molası sırasında dinleyicilerle sohbet ediyorsunuz, yolculuğa çıkacaksanız, ev ya da işinize yakın mekânlarda oturan dostlarınızla vedalaşıyorsunuz.
Bir kez dışarı çıktınız ya, etrafınıza bakınarak yürümeye başlıyorsunuz. Yürüyorsunuz. Siz yürürken önce mekân sonra zaman değişiyor. Aslında önce zaman sonra mekân değişiyor, ama siz bunun farkına varmıyorsunuz. Misal, güneş oklarını yeryüzüne gönderirken aniden kar başlıyor, ortalık parıl parıl parlarken bembeyaz oluyor. Oysa siz yazdan kışa, yani altı ay öncesine ya da sonrasına geçtiğinizi anlayamadığınız için anlamazdım şarkısını mırıldanmaya başlıyorsunuz. En ilginci de, tuhafı mı deseydim, kendinizi bir anda, misal ortaokuldayken zayıf aldığınız bir sınavda bulmanız oluyor. Sonra yeniden şimdiki zamana dönüyor, masmavi bir denizin üstünde yürüyor, sağınızdan solunuzdan geçen gemilere selam veriyorsunuz. Zaman döngüsel ya, birden bire yıllar önce kaybettikleriniz beliriveriyor karşınızda. Konuşmak istiyor, konuşamıyorsunuz.
Bir de bakmışsınız yanınızda hiç sevmediğiniz birileri yürüyor, bir tokat atayım diyorsunuz, atamıyorsunuz, tam tersine önüne çıkmaktan bile korkuyor, Dostoyevski misali, onlar hep birlik ben yalnızım diyor, bir küfür sallayıp yola devam ediyorsunuz.
Onlar, yani yıllar, mevsimler, aylar ya da günler, yollar, köprüler, denizler, gemiler, dükkânlar ya da evler ve insanlar değişirken siz kayboluyorsunuz. Kaybolduğunuz için heyecanlanıyor, adımlarınızı hızlandırıyorsunuz. Bu defa bambaşka bir zaman ve mekâna kavuşuyorsunuz. Siz yürürken herkesin size baktığını zannediyorsunuz, ama bir süre sonra hiç kimsenin size bakmadığını, hatta sizi görmediğini acıyla fark ediyorsunuz. Yine, onlar hep birlik ben yalnızım diyorsunuz. Bu arada, lanet olsun diyerek bir tuvalet arıyor, bulamıyorsunuz ya da bulduğunuz şey tuvaletten başka her şeye beziyor.
Madem öyle böyle deyip yol kenarında rakı masası kurmuş bir grup dostunuzu gördüğünüzde şişede balık olup sessiz bir sohbetin derin sularında yüzüyor – belki de yürüyor – Tanpınar misali buz koyduğunuz rakı kadehindeki mermer bir sarayın çöküşüne şahit oluyorsunuz.
Zaman geçiyor, saatinize bakıyorsunuz, konferans ya da yolculuk saatinin – oysa yolda değil miydiniz? – yaklaştığını görüyorsunuz. Geldiğiniz yoldan, zamandan ve mekândan eski zaman ve mekânınıza geri dönmek istiyorsunuz. Dönüyorsunuz da, ama bu zahiri oluyor çünkü zaman ve mekân sürekli değişiyor ve siz bu değişime ayak uyduramıyorsunuz. Yine kayboluyorsunuz.
Bir türlü ilk çıkış noktanıza, konferans salonuna ya da evinize, belki de iş yerinize ulaşamıyorsunuz. Yollar dikleşiyor, zaman ve mekân değişmeye devam ediyor, ama siz değişmiyor, bulamayacağınızı bile bile ilk çıkış noktanızı aramakta ısrar ediyorsunuz. Yanınızdan bin bir çeşit insan geçiyor; tanıdık tanımadık, kadın erkek, çoluk çocuk, genç yaşlı, ama siz yolunuza devam ediyorsunuz. Fakat bir türlü ilk çıkış noktanıza ulaşamıyorsunuz.
Gözünüz köşeyi dönen bir kadına takılıyor, siz de onun peşine. Yakalamaya çalışıyorsunuz, ama kuş olup uçuyor. Kimdi diye düşünmeye fırsat kalmıyor, çünkü konferans başlamak, uçak ya da otobüs kalkmak üzeredir. Olsun, daha beş dakika var, ama sizin zaman ve mekân mefhumunuz yok olmuş, deli divane vaziyette dolaşıp duruyorsunuz. Yetişeceğim, yetişince de müthiş bir konferans verip, esip gürleyeceğim, diye düşünüyorsunuz. İşe yaramıyor. Uçağa binebilirsem, yağmur olup yeryüzüne ineceğim, diye sessizce bağırıyorsunuz. Duyan olmuyor.
Kan ter içinde uyandığınızda konferans başlamış, uçak kalkmış oluyor, siz de yatağınızdan kalkıyorsunuz. Büyük yürüyüşünüz bitiyor, Freud’a bir selam göndererek, usta bırak da istediğimiz rüyayı görelim diyorsunuz.
Ramazan ile Kurban Darbeler Tarihim