Annemin Baklavası

Ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung’a göre anne arketipinin çok sayıda tezahürü vardır. İyi ve kötü ana başlığı altında sınıflandırılan bu arketiplerin özellikleri “annelik” ile ilgilidir. Bu özelliklerden iyilik timsali bazılarını, dişinin sihirli otoritesi; aklın çok ötesinde bir bilgelik ve ruhsal yücelik; iyi olan, bakıp büyüten, taşıyan, büyüme, bereket ve besin sağlayan; şeklinde özetlemek mümkündür. Hint Samkhya Felsefesi’ne göre annenin üç temel özelliği, bakıp büyüten, besleyen iyiliği, arzu dolu duygusallığı ve yeraltına özgü karanlığıdır. Ben burada, annemin daha çok bereket ve besin sağlayan ya da aynı anlama gelmek üzere, besleyen özelliği üzerinde durmak istiyorum. Söyleyeceklerimin tüm anneler ve çocukları için geçerli olduğuna eminim. Herkesin annesinin çok güzel yaptığı bir yemeği vardır mutlaka.

Annem ve ben

Benim annem dünyanın en güzel köftesinin yanı sıra dünyanın en güzel baklavasını da yapardı. Bir köfteci ya da baklavacının beni müşterisi yapabilmesi için annemin köfte ve baklavasının tadına yaklaşması gerekir. Annemin baklavası kelimenin tam anlamıyla benzersizdi. Bugüne kadar tadına bakıp “mükemmel” olmuş demeyene rastlamadım.

Birkaç yıl önce annem İstanbul’a gelmişti. Terminalden aldım ve eve getirdim. Odasını gösterip bavulunu açmasına yardım ederken bavuldan küçük bir tepsi, içinde de baklava çıkmaz mı? “Anne bu ne, nasıl yaptın bunu. Hadi yaptın, nasıl getirdin” diye sorunca, “sus, seslenme, Ayşen duymasın” diye yanıtladı. “Şerbetini koymadım.  Siz işe gidin, ben öğleden sonra şerbetini koyarım, akşama da afiyetle yersiniz” diye ekledi. Doğallıkla eşim Ayşen’e hiçbir şey söylemedim. Ayşen, annemin baklavasının göbeğine bayılırdı. Akşama büyük bir ziyafet vardı anlayacağınız.

Akşam eve dönüp, sofranın ortasında şerbeti dökülmüş bir tepsi baklavayı görünce Ayşen’nin attığı çığlık hala kulaklarımdadır. Annem “Yiyin evlatlarım” diyor, “ biraz zayıf gördüm sizi” diye ekliyordu.

Annemin baklavasının tadına gelince, bu noktada, Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer’ in yazarı Douwe Draaısma’ya başvurup onun koku ve bellek konusunda yazdıklarına kulak vermek yerinde olacaktır: “Koku ve bellekle ilgili yazanlar için işe öncelikle Marcel Proust’la çay içerek başlamak bir zorunluluk gibidir. Kokunun psikolojisiyle ilgili her eserde Kayıp Zamanın İzinde’ den bir sahneye bir atıf mutlaka vardır.” Ben böyle bir atıfta bulunmayacağım ama Proust’tan yararlanarak annemin baklavasını anlatmaya çalışacağım.

Annemin baklavası kesinlikle bol cevizli olup bol şerbet içerir. Ceviz, baklavanın rengini koyulaştırsa da, bu ona özel bir görüntü verir. Öyle ilk bakışta pek çekici görünmeyen annemin baklavasından bir samsa alıp ağzınıza götürürseniz eğer, damağınıza değdiği anda, içinizde olağanüstü bir şeylerin olup bittiğini hissedersiniz. Görünüşüne göre son derece hafif olan annemin baklavası, ağzınızda erimeye başladığında duyduğunuz hazzı tarif etmek ve bu hazzın nereden geldiğini anlamak çok kolay değildir. Bunun için bir yolculuğa çıkmak gerekir. Ne çok tatlıdır, ne de sert, ama yumuşacıkta değildir. Tam istediğiniz gibi olmuştur mutlaka, kıvamında ve tadında. Peki, herkesin severek tercih ettiği baklava herkes için aynı özelliklere mi sahiptir ki? Tabii ki değildir, ama annem herkesin hoşlanabileceği bir baklava yapmıştır, yılların verdiği deneyimle. Yani herkes, annemin baklavasında, beğendiği, kendini alıp bir yerlere götüren, sonra tekrar getiren, bir özellik bulmuştur. İşin sırrı da budur. Annem, kuantum bir baklava yapmıştır aslında, herkesin damak zevkine uygun düşen.

* * *

Mutlaka izlemişsinizdir. 2007 yılında, orijinal adı Ratatouille olan, Tükçe’ye Ratatuy olarak çevrilen ve Brad Bird tarafından gerçekleştirilen ABD yapımı animatik bir film oynamıştı. Filmde, aşçılığı çok seven fare Remy bir kaza sonucu kendini Paris kanalizasyonunda bulur. Düştüğü yer ünlü Fransız aşçısı Auguste Gusteau’nun yemekleri sayesinde üne kavuşan ve en ünlü yemek eleştirmenlerinin müdavimi olduğu lokantanın altıdır. Bir şekilde, Gusteau’nun oğlu ve lokantanın mirasçısı olan Alfredo Linguini’nin başındaki aşçı şapkasının içine yerleşerek uzun uğraşılardan sonra ona çok güzel yemekler yaptıran küçük fare Remy lokantanın vazgeçilmez elemanı olur. Önceleri, lokanta çalışanları tarafından dahi görünmeyen Remy, Linguini’ yi, onun saçlarını sağa sola, öne arkaya çekerek yön verip, eğitir.  Bir gün lokantaya, uzun boylu, hafif kambur ve uzun sivri burunlu ünlü eleştirmen Anton Ego gelir ve Linguini’den marifetini göstermesini ister. Remy Ego’ya öyle bir yemek yapar ki,  Ego yemekten bir çatal alır almaz küçüklüğüne gider ve annesinin ona yaptığı bir yemeği ve onun tadını anımsar. Küçük Ego’nun yüzünde güller açmıştır. Sahne yetişkin Ego’nun  gülen yüzüyle dolduğunda Linguini sınavı çoktan geçmiştir. O günden sonra Anton Ego her akşam Linguini’nin lokantasına gelir.

Bundan sonra ben de annemin baklavasının ve köftesinin lezzetine yaklaşabilen bir tatlıcı ve köfteci arayacağım. Bulabilir miyim, bilmiyorum, ama sanmıyorum.

* * *

Kendimi bildim bileli bizde salça ve tarhana evde yapılırdı. Her yaz iyice ucuzladıktan sonra kilolarca domates alınır, ezilir, tepsilere konur, günlerce tahta bir kaşıkla karıştırılarak kurutulur ve salça olarak kavanozlara konarak saklanır ya da ilgililere – ki Akhisar’daki evimizden ayrıldıktan sonra, bu ilgililer, ben ve iki kardeşim Müjdat ile Uğur olmuştu – dağıtılırdı. Babaannemle başlayan bu gelenek yıllarca annem tarafından devam ettirildi. Sevgili anneciğim her yıl birkaç kavanoz salça ile birkaç kavanoz tarhana gönderir, içine de eşim Ayşen’e yazdığı bir mektup koymayı ihmal etmezdi. İnternet çağında kendine mektup yazılmasından çok hoşlanan Ayşen, akşam olup da eve gidince telefona sarılarak “emanetleri” aldığımızı haber verirdi. Artık bu “emanetleri” maalesef alamayacağız sevgili Ayşen. Sağ olsun, Nihal Halam bu görevi üstendi ve birer kavanoz salça ile tarhana gönderdi geçenlerde.

Bilmiyorum, tarhananın nasıl yapıldığını hiç gördünüz mü? Ekşi ve berbat kokar. Elle yuvarlanan topaklar serin bir ortamda kurutulduğu için o ortama girmek, koku alma duyunuz için tehlikeli olabilir. Tabii bu işin şakası, ama gerçekten, çorbasını içerken aldığımız tattan eser yoktur.

Peki hayatta en çok sevdiğim börülceye ne demeli? Ortaokulda okurken bir öğünde üç tabak börülce yediğimi hatırlıyorum. Sonra kaşınmaya başlamış, kendimi eczaneye, babamın yanına zor atmıştım. Yıllarca, annemi yaz aylarında ziyaret ettiğimde bir tencere börülcem hep hazır olurdu. Annemin börülcesini yediğim zaman, tıpkı baklavasını yediğimde olduğu gibi, içimde olağanüstü bir şeyler olup biter, bir halden başka bir hale dönüşüverirdim. Daha sevecen ve daha sıcak kanlı olduğum kesindi. Sıcak ve zeytinyağlı. Ege usulü yani.

Annemin çok güzel yaptığı diğer yiyeceklerin başında kıymalı ya da ıspanaklı kol böreği ile yaprak sarma gelirdi. Eşim Ayşen’in en çok sevdiği kıymalı börekti. Sarmalarının kalınlığı serçe parmağı kadar olur, her Akhisar’a gidişimde mutlaka pişirilirdi. Sarma sarılırken en büyük destekçisi Neval Halam’dı. Annemi son ziyaretimde sarma tabağını ikide bir eline almış, zorla da olsa kendi elceğizleriyle yedirirken “Bir şey olmaz be oğlum, ye, bak sizin için yaptım, bitsin hepsi“ demeyi ihmal etmemişti. Beni doyurup sanki bir yerlere yetişmeye mi çalışıyordu, ne?

Ayşen ve ben annemin böreklerini şimdiden özlemeye başladık.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.