23 02 2015
Benim Güzel Mahallem
Mahalle duvarları sevgiyle örülmüş bir cennettir; içinde vefa, dostluk, arkadaşlık, dayanışma, paylaşma, yardımlaşma, umut, hicran, özlem, acı, sevinç, elem, gözyaşı, keder, kader, kısmet, şans ve aşk olan. Mahallede hep birlikte sevinir hep birlikte üzülürüz. Mahalle artık yok olmaya yüz tutmuş komşuluktur ve komşuluk hakkı ödenmez. Mahallenin sınırları, eğer söz konusu olan elem ya da gözyaşı ise, kendisini koruması için keskin hatlarla çizilir, sevinç ve eğlence ise bu sınır esnetilir ve giriş çıkışlar serbest bırakılır. Kemal Sunal filmlerinden biliriz, mahalleye müdahale edilmez, edenin eli yanar. Mahalle kendi kendini örgütleyen sistemlere son derece uygun bir örnektir; ruhuna uygun olanları kabul eder, olmayanları elimine…
Talihsiz ve kahredici bir biçimde kaybettiğimiz gazeteci Nuh Köklü’nün, Nilüfer Göle’nin hatırlatmasıyla haberdar olduğum Açık Radyo sitesindeki Mahalle yazısı ile Köklü’nün mezarına o güzelim elleriyle kartopu koyan sevgili annesinin yüreğimi dağlayan acı ve elem dolu görüntüleri, beni 2009 yılında beklenmedik biçimde kaybettiğim annem için yazdığım ve çocukluğumun geçtiği Akhisar’daki anılarımı konu alan kitabımdaki aşağıdaki bölümü okuyucularımla paylaşmaya sevk etti. Kitabımı annem ve babama ithaf etmiştim. Bu bölümünü ise Nuh Köklü’nin anısına ithaf ediyorum; annem ve babam buna izin vereceklerdir.
“Babamın koltuğunun altında dev bir karpuz, yanında ben ve elimde bir kese kâğıdı dolusu şeftaliyle Terzi Veli Çoğumlu’nun selamını aldıktan sonra, yine babamın hem yakın arkadaşı hem de akrabamız olan Tarık Meto’nun ‘Uğrak Market’ ine doğru yol alıyoruz, tıngır mıngır. Sokağa, Helvacı Halil’in helvacı dükkânından nefis bir helva kokusu yayılmış, buram buram kokuyor. Helvacı Halil’in karşısında Yeni Hamam, hemen onun yanında da keçe yapan bir keçeci dükkânı. Daha doğrusu atölyeye benzer bir dükkân. İçinde, dükkânın en ücra köşesinde, iki keçe ustası soyunup kıspetlerini giymişler, rulo halinde yuvarlanmış ve keçeleşmeye yüz tutmuş yünleri çıplak bedenleriyle dövüyor, terleriyle pişiriyorlar. Bunu yaparken de ‘ııhh,ııhh,ııhh,’ diye sesler çıkarıyorlar. Keçenin eskiden böyle yapıldığını biliyor muydunuz bilmiyorum ama çok ilginçtir. İnternete girip anlattığım tabloyu görme şansınız var.
Tarık Ağabey eski bir futbolcu, saçları alabros kesilmiş, önleri havaya kalkmış. ‘Ne haber Tarık?’ ‘İyi, iyi Sahir, senden ne haber? Sen nasılsın bakalım Mustafa?’ ‘ İyidir ağabey.’ Güzel kaymaklı bir yoğurt alıyoruz. Neden helva almadık acaba? ‘Baba, helva da alalım mı?’ Babam: ‘Sen al şu parayı, gidip alıver, ben de Tarık Ağabeyinle konuşayım bu arada.’ Ben, on beş yirmi metre geriye gidip helvamızı alıyor ve babama yetişiyorum.
Yola devam, tıngır da mıngır. Sanki tüm Akhisar’ı tanıyor mübarek adam, babam; herkese selam veriyor, herkesle konuşuyor. Karnım da çok acıktı hani.
O yıllarda çoktular; artık ya çok azaldıklarını ya da yok olduklarını bir televizyon kanalı haber vermişti. Sünnet olan her erkek çocuk ve damat olan her erkek ile gelin olan her kızın mutlaka yorgancıda diktirilen bir yorganı olmuştur. Yerden yaklaşık bir metre yükseklikteki tahta tezgâha bağdaş kurarak ya da dizleri üzerine oturarak yorgan diken yorgancıların yaptıkları dedikoduları dinlemeye doyum olmazdı. Tıpkı ayakkabı tamircileri gibi el emeği göz nuru ile işledikleri yorganlar binlerce hanenin yatak odalarını ya da yüklüklerini süslerdi. İşte yolun sağında bunlardan bir tane duruyor; tam Foto Eren’in karşısında. Foto Eren kim mi? O da bir fenomendi. 104,105,106,107 ve bilmediğim diğer sokaklarda fotoğrafını çekmediği kimse kalmamıştı.
Hava ılık, bir yaz sonu ve vakit, akşamüzeri. Günün son ışıkları pencere camlarında patlamış ve etrafa yayılarak kırmızı ile turuncu arasında ipince parlak yollar oluşturmuş. Dükkânlarda, evlerde ışıklar ha yandı ha yanacak. Tıngır da mıngır, hangi sokaktaydık acaba, hatırlayamadım. 107 Sokağa gelmek üzereyiz. O da kim? Ciltçi Hilmi Ağabey değil mi? Onunla da saatlerce konuşur şimdi babam. Neyse, uzun sürmedi konuşmaları. Hava iyice kararıyor, evlerin açık kapılarından süzülen ışıklar hareler yaparak yolumuzu aydınlatıyor. Hay Allah, sokak lambaları neden yanmaz sanki. Işıklar söndü, biz de Yeni Yol’a geldik; önümüzde upuzun uzanıyor, sonsuza doğru, sağa sola hiç kavis yapmadan. Köşedeki çeşmeden kadınlarla çocuklar su dolduruyorlar, acele, acele. Çeşmeden sola döndük ve tam önümüzde 106 Sokak uzanmış yatıyor. 106 Sokak, yaklaşık 100 metre uzunluğundadır ve 65 ya da 70’inci metresinde 10 ya da 12 metrelik dik bir zikzak yapar. Bizim evimiz de 65 ya da 70’inci metredeki zikzağın tam köşesindedir.
Aniden tuhaf bir şey oluyor ve hem sokak lambaları hem de evlerdeki tüm ışıklar yanıyor. Ortalık ışıl ışıl yanıyor, pırıl pırıl parlıyor. Gözlerimiz kamaşıyor ışık yağmurundan. Yolun sonunda annem kollarını açmış bize bakıyor. Sonra yürümeye başlıyor. Yürüyor da yürüyor. Biz ise, babamla ben yani, şaşkın şaşkın etrafa bakıp olan biteni anlamaya çalışıyoruz. 106 Sokak’ta her şey olabilir.
Sonra, herkes, bir süreden beri evlerinin önünde oturmakta olan herkes, ayağa kalkarak yürümeye başlıyor. Şimdi bana çok dar gelen 106 Sokak’ta düğün var, herkes yürüyor. Evlerin kapıları ardına kadar açılmış, evdekiler kendilerini sokağa atmışlar, yürüyorlar, yürürken birbirleriyle sohbet ediyorlar. İğneci Halide Abla ve kızı Nalan, Şoför Hürriyet Mustafa, Recep Ağabey, Satiye Abla, Ayşe, Asuman, Mukadder, Enver Ağabey, Özcan, Hilmiye Abla, Hadiye Abla, Adem Ağabey, Nezahat Teyze, Havlucu Mustafa Ağabey, Nevin, Sevin, Ayşe Hanım Teyze ile Zerzavatçı Halil Amca, Hatice Hanım Teyze, Yakup Amca, Metin Ağabey, Öğretmen Sabiha Abla, Melahat Abla, Fatma Abla, Hafız, Kokucu, Kokucu Emine Hanım Teyze, Gülten, Gülşen, Metin, Ayakkabıcı, Ayakkabıcı’nın oğlu Mustafa ile kızı Zehra, Ayakkabıcı’nın karısı, Saadet Hanım Teyze, Ayla Abla, Haydar, Necdet, Bülent, Elektrikçi Abdullah Amca, Elektrikçi’nin karısı, Muhasebeci Sabri Ağabey, Zehra Teyze, Fethiye, Aynur, Ahmet Ağabey, Leyla Abla, İlknur Abla, Fethiye Abla, Tomris Abla, Özcan Ağabey, Zahireci Abdullah Enişte, Nazire Hanım Teyze, Aziz Enişte, Nedime Hala, Seniye Hala, Mustafa Amca, Rabia Hanım Teyze, Zarif Ağabey, Nermin, Nazmiye Abla, Mustafa Ağabey, Hasan, Mehmet, Sandıkçı, Sandıkçı’nın karısı Ayşe Teyze, Sandıkçı’nın oğlu Ahmet, kızları Aynur ile Yüksel, Muhsin, Şekerci Fahrettin Ağabey, Nurten Abla, Semih, Zennur, Ali, ve yediden yetmişe daha pek çok kişi, o ılık yaz akşamında, ışıltılı bir gökyüzünün altında, zamanı durdurmuşlar, hem ağır ağır yürüyorlar hem de sakin sakin sohbet ediyorlar. No: 9’un da kapısı açık, dedem, babaannem, kardeşlerim ile büyük ve küçük halamlar da kapının önünde, annemin yanında duruyorlar. Büyükler,106 Sokağın, hatta tüm mahallenin diğer sakinlerine karışmışlar, küçükler ise çocuklarla oynuyorlar. Kapıları ardına kadar açık evlerden müzik sesleri geliyor. O yıllar henüz Enis Batur’un güzel deyişiyle “postmodernizm parantezi” açılmadığı için arabesk ya da fantezi müzik gibi şeyler yok ve İtalyanca şarkılar çok moda. Peppino di Capri Norma Mia’ yı, Adamo ise Tombe la Neige’ yi söylüyor. Kuşkusuz, Zeki Müren hep var ve yine söylüyor:
‘Geçsin günler, haftalar,
Aylar, mevsimler, yıllar…
Zaman sanki bir rüzgar,
ve bir su gibi aksın…
Sen gözlerimde bir renk
Kulaklarımda bir ses
ve içimde bir nefes
Olarak kalacaksın.’
Sanki Federco Fellini’nin Amarcord filmi çekiliyor ve biz setteyiz. Yoksa Ve Gemi Gidiyor mu, çekilen film? Yıllar sonra Amarcord ’u izlerken, dev bir geminin uzaktan görünerek kaybolduğu sahnede yanımdaki arkadaşıma, ‘Bak sana söylüyorum, Fellini birkaç yıl sonra Ve Gemi Gidiyor diye bir film yapacak’ demiş, sonra da haklı çıkmıştım. Burada gemi değil ama 106 Sokak gidiyordu.
Çocukların bir kısmı bir köşede ‘Yağ satarım / Bal satarım / Ustam ölmüş / Ben satarım ‘ başka bir kısmı ise başka bir köşede, ‘Mustafa Mıstık / Arabaya kıstık / Bir mum yaktık / Seyrine baktık’ oyunlarını oynuyorlar. Beni mi kızdırıyorlar ne!
Sonra, oyunlarını yarıda kesen kardeşlerim koşarak yanımıza geliyor ve ‘Baba, ağbi hoş geldiniz, bize neler getirdiniz’ diye bağrışıyorlar. Babam: ‘Durun çocuklar, nedir bu şenlik, ne oluyor burada böyle, bugün günlerden ne Mustafa?’ diye ünlüyor. Derinden, hoş ve tatlı bir ses ‘Tatlı Çarşamba’[1] deyiveriyor. Bu, sonu görünen yolun ucunda kollarını açmış bize bakan annemin sesi. Demek ki, 106 Sokak sakinleri ‘Tatlı Çarşamba’ yı kutluyorlar. Biraz sonra herkes evine girip masalarına kurularak zamanı uzatmaya devam edecekler.”[2]
Notlar
[1] O yıllarda Akhisar’da pazar çarşamba günleri kurulur, o gün evlerde en güzel yemekler yenirdi. Steinbeck’in Tatlı Perşembe’sinden esinlendim.
[2] Gündoğmuş, Mustafa Bülent. Bir Demet Anı, Bir Araştırmacının Annesine Vedası, Kitap Matbaası, İst., 2010. Kitabımdaki tüm isimler gerçektir. Şu anda belki de yarıdan fazlasının yaşamadığı bu güzel insanları, yaşayanları ,hepsini sevgi ve saygıyla anıyorum.
“Bir Demet Anı” Üzerine Yaratıcı Düşünce (3)
Ağzına sağlık. Akhisar havasını kokladım.
Ne mutlu bana, teşekkürler.
bulent agbim eline sağlık rahmetli babamı anmışsın ne mahalleydi bizim mahalle
Sevgili Sertaç, babacığın babamın en yakın arkadaşıydı; ayrıca biz akrabayız. Nasıl anmam ki…