1 02 2017
Güneşli Bir Gün
Dün İstanbul’da hava soğuk ama güneşliydi. AVM’lerin yapay ve steril ortamlarından kurtulup kendimi Bayezid’teki Sahaflar Çarşısı’na atmak istedim. Metrodan İstanbul Üniversitesi durağında inip merkez binanın ana giriş kapısına gelinceye kadar gördüğüm tarihi üniversite binaları ile ana giriş kapısı ve meydandaki Bayezid Camii yılar öncesine göre gözüme nedense daha büyükmüş gibi göründü. Bunun nedenini, yaşamımın geçtiği mekânların kısmen küçük, dolaştığım meydanların ise neredeyse yok edilmesi şeklinde yorumladım. Bayezid Meydanı bomboştu.
Derken, İstanbul Üniversitesi’nin ana giriş kapısı açılıyor ve binlerce öğrenci göklere yükselen “Kerimler Ölmez! Kerimler Ölmez! Kerimler Ölmez!” nidalarıyla meydana akın ediyor. Hava soğuk olmakla birlikte güneş gökyüzünü ateşe vermiş. Ortalık al al olup öfke ve çığlıktan geçilmiyor. Kenara çekiliyorum ve kol kola girdiğimiz Galip, Haldun, Münir, Simon, Ahmet, Şirin, Hulki, Ziya, Lütfü ve Deniz’e yol veriyorum. Bir gece önce resmi rakamlara göre İstanbul Üniversitesi elli bin öğrenci tarafından işgal edilmiş, sabaha kadar her tarafta devrim ateşleri yakılmış, avazımız çıktığı kadar bağırarak söylediğimiz marşlar ortalığı çınlatmıştı. Faşistler tarafından katledilen Kerim Yaman için eylem yapıyorduk. Kortej meydandan sola kıvrılıyor, Sultanahmet istikametine yöneliyor ve gözden kayboluyor.
Yoktular…
Sonra, Sahaflar Çarşısı’na doğru yürümeye başlıyorum. O dev çınar duruyor, ama altı boş; ne Çınaraltı Kahvesi var ne de öğrenciler. Yıllar önce sadece hafta sonları kurulan bitpazarı artık her gün kuruluyor olmalı. Tabi ki bu pazarın ünlü kişisi şair Hüseyin Avni Dede yerli yerindeydi.
Çocuklar ne içiyorsunuz? Altı çay. Sencer’in dersi kaçta? Yanılmıyorsam iki de. Giriyoruz değil mi? Bülent, şu problemi çözmeme yardım eder misin? Tabi Nükhet. Platin’e gidip King mi oynasak? Yok, yok, olmaz Galip benim istatistik sınavım var. Deniz, sen siyaseti seçmiştin değil mi? Evet, evet. Ahmet, bırak artık şu romanı oğlum. Metin, hepimizin bir fotoğrafını çeker misin? Hacı ile Mehmet de geliyorlar. Ne haber Haldun? Semra örneklemeden ne haber? Seninle biraz çalışmamız lazım. Hava da ne kadar güzel! Boğaza gidip kafayı mı çeksek acaba? Şu Çınaraltı’nı çok, ama çok seviyorum.
Yoktular…
Sahaflar Çarşısı’nda kitapçılarla sohbet ediyor, kitap alıyorum. Hitler’in Kavgam’ını almak isteyen bir lise öğrencisiyle babasını almamaları konusunda ikna ediyorum. Sonra Kapalıçarşı’ya dalıyor, neredeyse boş olduğu için yarım saatte altını üstüne getiriyorum.
Yorgo ne haber? Hoş geldin Bülent. Gel otur. Ne içersin? Çay. Söyle abine bir çay evladım. Grüss Gott (Selam). Servus (Selam). Wie geht’s (Nasılsın)? Gutt, gutt (İyidir). Bitte, nehmen sie platz (Lütfen oturur musunuz)! İşler nasıl? Çok iyi. Çarşı bugün ne kadar kalabalık, iğne atsan yere düşmez. Aman nazar değmesin, tahtaya vur. Akşama balık rakı yapalım mı? Neden olmasın? Öyleyse Ayşen’le Markella’ya haber verelim. Aaa midyeci geliyor. Kaç tane yersin? Dört. Ne kadar da güzelmiş. Afiyet olsun.
Yoktular…
Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye Kapısı’ndan çıkıyor ve Çemberlitaş’a yöneliyorum. Vezirhan’a geldiğimde duruyorum. Yolun sağ tarafında yıllar önce küçücük köfteler yapan bir köfteci dükkânı vardı, arıyor bulamıyorum. Sol tarafındaki, Ahmet Ağabey’in çalıştığı mağaza da kapanmış.
Aniden kendimi o köfteci dükkânında buluveriyorum. Kaç tane yersiniz? Elli tane yeter mi? Elli tane mi! Yüz tane yap sen, baksana kalabalığız. İrfan, elli tane çok oğlum. Ahmet, ben elli tane yerim yahu. Hem akşama işimiz var. Sekiz Numara’ya gideceğiz. Hicran beni bekliyor, Hicranım benim. Eh o zaman hazırlıklı olmak lazım, mahcup olmamak lazım. Kola mı, ayran mı? Ayran ver aslanım.
“Faşizme Karşı Omuz Omuza! Faşizme Karşı Omuz Omuza! Faşizme Karşı Omuz Omuza!”
Demek ki kortej Çemberlitaş’a gelmiş, geçiyor bile… Bekletmemek lazım…
Yoktular…
Tekrar Nuruosmaniye’ye dönüyor, Cağaloğlu’na doğru yürüyorum. Ortalık oldukça sakin ve birçok mağaza ya kapanmış ya da kiralık. Meydandan sağa kıvrılarak Türbe’ye yöneliyor, Divan Yolu Caddesi’ne çıkıyorum. Buraya kadar gelmişken Piyer Loti Caddesi’ne uğramamak olmaz.
Derken kendimi bu güzel caddedeki Türkiye İşçi Partisi’nin Bilim Yayınları’nın ofisinde buluyorum. Beni hep güleç yüzlü Asuman Erdost karşılıyor. Derin bir sohbete dalıyor, Yürüyüş Dergisi’nin son sayısı hakkında konuşuyoruz. Sonra Ahmet Hamdi Dinler sohbetimize katılıyor ve sosyalizmin derin sularında yüzüyoruz. Ahmet Ağabey ile Asuman Ağabey’in sohbetlerine doyum olmuyor.
“Mahir Hüseyin Ulaş, Kurtuluşa Kadar Savaş!” “Kahrolsun Şovenizm, Kurtuluş Sosyalizm!”
Kortej Divan Yolu boyunca Sultanahmet’e doğru yol alıyor…
Yoktular…
Piyer Loti Caddesi’nden tekrar Divan Yolu’na çıkıyor, Sultanahmet’e doğru yürümeye başlıyorum. Hemen sağımdan içeriye doğru kıvrılan Klodfarer Caddesi’ni atlıyor ve Sultanahmet Meydanı’na bakan yüksek tavanlı o güzelim binayı seyre dalıyorum.
Derken kendimi bu binanın beşinci katında buluyorum. Turgut Kazan masasında oturuyor, etrafında da Fikret ile Haldun derin bir tartışmaya dalmışlar. Aydınlar Dilekçesi üzerine konuşuyorlar.
“Tek Yol Devrim!” “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet!” “Faşizme Geçit Yok!”
Kortej artık Sultanahmet Meydanı’nda.
Yoktular…
Sultanahmet’e gelince köfte yememek olmaz. Sultanahmet Köftecisi’nden köfte-piyaz-helva üçlüsüyle karnımı doyuruyor, yola revan oluyorum. Ortalık hala son derece sakin. Turizm gelirlerinin geçen yıla göre üçte bir oranında azalmasını göstergesi bu olmalı. Gelecek yıl bu yıla göre yarı yarıya azalması işten bile değil. “Eyyy turistler neredesiniz?”
Yerebatan Sarayı’nın girişindeki caddeden tekrar yukarıya Cağaloğlu’na doğru çıkıyorum. Sağda solda birkaç kamu binası restore ediliyor. Tarihi Cağaloğlu Hamamı’nı geçtikten sonra sağa kıvrılıp Ankara Yokuşu’na dalıyorum. Vilayetin önündeki yolu trafiğe kapatmışlar. Demek ki buralara gelmeyeli çok olmuş.
O da ne? Tam önümde annemle baba, aralarında da ben, ellerinden tutmuş yürüyoruz. Her şey o kadar net ki! Bu, İstanbul’a ilk gelişim ve Ankara Yokuşu’ndan ilk inişim. Annem Kapalıçarşı’da dolaşmaktan yorulmuş, ama sessiz sedasız yürüyor, babam bana etraftaki ilginç gördüğü şeyleri anlatıyor, ben ise ertesi yıl ilkokula başlayacağım için biraz önce aldığımız kokulu kalemimi koklamakla meşgulüm.
Sol taraftaki Tekin Yayınevi’nin önünde bir süre duruyor, sonra içeriye giriyorum. Konuşkan bir görevliyle uzun uzun sohbet ediyoruz. Ben kitaplara bakıyorum o anlatıyor. Anlattıkça anlatıyor, dost oluyoruz.
Derken kapı açılıyor ve içeriye Yalçın Küçük giriyor. Kemal Karatekin’le yeni yayınlayacağı “Aydın Üzerine Tezler” hakkında konuşmaya gelmiş. Bu gerçekten de hoş bir tesadüf oluyor. Konuşmaları bittikten sonra Yalçın Ağabeyle yakınlardaki bir kebapçıya gidip “Türkiye Üzerine Tezler” hakkında derin bir sohbete dalıyoruz. Uzun, yaratıcı ve keyifli.
“Kerimler Ölmez! Kerimler Ölmez! Kerimler Ölmez!”
Kortej Sirkeci’ye varmak üzere. Kerim Yaman’ın naaşı buradan arabalı vapurla karşıya geçirilecek ve Akhisar’a götürülecek.
Yoktular…
Varlık Yayınevi’nden sonra Sirkeci’ye doğru yürümeye devam ediyorum. Yine solda bir iş hanı yükseliyor. Tanıdık geliyor.
Derken içeri dalıyorum. Bir arkadaşımdan İdris Küçükömer’den yazdığım master tezim için aldığım ve sonradan Murat Belge’ye ait olduğunu öğrendiğim Althusser’in “Ideology and Ideological State Apparatuses” (İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları) adlı kitabını kendisine iade etmek amacıyla daldığım hanın beşinci katına çıkıyor ve iade ediyorum. Son derece yararlandığım bu kitabın tezlerinin hala geçerli olduğunu düşünüyorum; hem de şiddetle…
“Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onları matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!”
Nazım Hikmet
Kerim Yaman’ın naaşını taşıyan kortej artık Sirkeci’de…
Yoktular…
Eminönü’nde iğne atsan yere düşmez. Alt geçitten Galata Köprüsü’ne çıkıyor, Karaköy’e varıyorum. Sonra Tünel, Taksim ve aklımda annem, babam, arkadaşlarım, dostlarım ve referandum, metroyla evime, güneşin doğduğu yere ulaşıyorum.
Köln’de Caz Yapmak Distopyadan Ütopyaya