Distopyadan Ütopyaya

William Faulkner, 1956 yılında, New York’ta verdiği bir röportajda, gazeteci, senaryosunu yazmak istediği bir film olup olmadığını sorunca şu cevabı vermişti: “George Orwell’in 1984’ünü yapmak isterdim. Filmin sonuyla ilgili bir fikrim var, her zaman iddia ettiğim bir tezi kanıtlamak için: İnsan yok edilemez çünkü özgürlüğe tutkundur.”[1]

Ben de bu yazımda 1984’ün distopik yapısını kırıyor, ütopik bir tablo çiziyorum. Önce bir mektupla başlamak uygun görünüyor.

Sevgili oğlum Winston,

Büyük Birader çağından gönderdiğin selamını aldım.  Umarım bu kez mektubum sana ulaşır. Sana yıllarca, defalarca, belki de yüzlerce kez yazdım. Ama mektubumu sana ulaştırmaya çalışanlar her defasında elleri boş döndüler, seni ya bulamadılar ya da sana ulaşmak güvenli olmadığı için mektuplarımı geri getirmek zorunda kaldılar.

Mektubumu sana ulaştırmaya çalışanlar kimler mi? Kimler olacak oğlum, kitabında da yazdığın gibi Okyanusya’nın %85’ini oluşturan, Parti’nin hiçbir işe yaramaz dediği, şehrin arka sokaklarındaki mahallerindeki evlerinde pislik içinde yaşayan, cahil bıraktırılan ve ayyaş denilen proleterler. O’Brien’in hayvanlar gibi acizdirler dediği, adamdan saymadığı proleterler. Ne demişti Marcus Aurelius? “ Ateş engellerden beslenir.” Sezgilerin doğru çıktı oğlum. Umut bağladığın, gerçek insan oldukları için sımsıkı sarılmak gerektiğini söylediğin proleterler büyük bir isyan hazırlığı içindeler. Parti üyeleri gibi sıkı kontrol edilmelerine gerek duyulmadığı için örgütlenebildiler ve bunu Parti üyelerine hissettirmemek için hep yeraltında çalıştılar. Bertolth Brecht’in dediği gibi: 

Çocuk dedi ki: “Su yumuşaktır ama yıllarca

aşındıra aşındıra unufak eder güçlü kayaları.

Bir başka deyişle sert olan kaybeder.”[2]

 Proleterler yıllarca, tıpkı kayaları aşındıran su gibi, diktatörlüğe karşı yavaş yavaş, ama emin adımlarla üzüm salkımı gibi örgütlendiler. İş artık bir kıvılcıma kaldı. O da çaktı çakacak. Unutma ki, Walter Benjamin’e göre toplumların gelişimi doğrusal değildir. O, doğrusal bir ilerleme yerine, krizleri, kopuklukları ve yırtılmaları olan süreksiz bir tarihin; yani kesikli, sarsıntılı, iç içe geçmiş arabesk çizgilerden ve geri dönüşlü kıvrımlardan yapılmış fırtınalarla sallanan bir tarihin fotoğrafını çizer. İşte şimdi böyle bir döneme giriyoruz. Yeni bir tarih yazılacak. Yazarın William Faulkner’den aktardığı gibi özgürlüğüne tutkun olan insan yok edilemez. Bu okudukların rüya gibi gelebilir, ama Lenin’in, rüya görmemiz gerektiği, rüya gören kimsenin rüyasını ciddiye alıp gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalıştığı takdirde rüya ile gerçek arasındaki farkın hiçbir zararı olmayacağı, rüya ile yaşam arasında bir bağ varsa her şeyin yolunda olacağı şeklinde ifade ettiği umut ilkesini sakın unutma. Daha iyi bir hayata dair rüya görmekten daha güzel ne olabilir ki? Karl Marx’ın “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir” [3] şeklindeki geleceği işaret eden ünlü tezi geleceğe dair umutlarımızı pekiştirmektedir. Okyanusya’yı değiştirmek artık ellerimizdedir.

 Kitabında, bir keresinde çikolata tayını dağıtıldığını, benim bu çikolatanın dörtte üçünü sana, dörtte birini kız kardeşine verdiğimi, ama senin kardeşinin çikolatasını da alıp evden kaçtığını, benim ise arkandan “Winston, Winston” diye bağırdığımı ve geriye döndüğünde bizi bir daha görmediğini, yok olduğumuzu yazmışsın. Beni en çok etkileyen ise beni ve kız kardeşini gördüğün bir rüyaydı. Şöyle anlatıyordun:

“Rüyasında, annesi, onun çok aşağısında bir yerlerde oturuyordu, kız kardeşi de kucağındaydı… İkisi de başını kaldırmış, ona bakıyordu. Yerin altında bir yerdeydiler – belki de bir kuyunun dibi, belki derin bir mezar – , Winston’ın çok aşağısında ve durmadan daha da aşağılara gitmekte olan bir yerde. Batmakta olan bir geminin salonundaydılar, gittikçe kararan suların arasından ona bakıyorlardı.”[4]

Sevgili oğlum, bu mektup benim ve kız kardeşinin yaşadığının bir delili, inan bana. Sen gittikten kısa bir süre Düşünce Polisi mahallemizi basmıştı. Daha önce babanı buharlaştırmış oldukları için beni de buharlaştıracaklarını düşünerek kız kardeşini kaptığım gibi evimizin arka kapısından çıktım ve koşar adımlarla kendimi o zamanlar da kontrolün kısmen daha az olduğu, yoğunlukla proleterlerin oturduğu bir mahalleye attım. Yolda deliler gibi koşarken eski bir okul arkadaşımla karşılaştım. Durumu anlatınca yardımcı oldu ve evini bana açtı. Birkaç hafta sonra Londra’yı terk ederek güç bela doğduğum şehre gittim ve orada babamı, yani dedeni buldum. Sana mektubu veren adam dedendir. Nasıl iyi rol yapmış mı? Yapar tabi, ne becerikli bir adamdır o. Deden Georges bundan tam kırk yedi yıl önce İspanyol İç Savaşı’na katıldı ve altı ay süreyle faşistlere karşı savaştı.[5] Bu da ilginç bir hikâyedir, bir gün bir araya gelirsek dedenden dinleriz. Romanında dedenin bize anlattıklarının izlerine rastladım desem, inanır mısın?

Tabi ki çocukluğun da şimdiki gibiydi. Yazdıkların, şimdinin aslında geçmişte saklı olduğunu anlatıyor. Kısmen de olsa romanında zaman perspektifi yakalayabiliyor insan.

Unutma oğlum insan zihni boş bir sayfa değil. Genellikle filozof John Locke’a atfedilen ve Latince ‘tabula rasa’ anlamına gelen “Boş Sayfa kuramı hepimizin doğru olmasını umduğu ve bunun için dua ettiği bir ideal değildir. Hayır, ortak insanlığımızı, doğuştan sahip olunan ilgilerimizi ve kişisel tercihlerimizi yadsıyan, hayat karşıtı, insanlık karşıtı kuramsal bir soyutlamadır; çünkü potansiyelimiz yazısız bir tabletin edilgen boşluğundan değil, son derece karmaşık yetilerin kombinasyonlu etkileşiminden doğmaktadır.” [6] Hem bu kuramın karanlık bir yüzü var ve insan doğasında olduğu ileri sürülen boşluk totaliter rejimler tarafından dolduruldu. İgnos ilkelerini düşünsene! O’Brien’in romanının kahramanı Winston’a söylediklerini düşünsene.

Ne kuram ne de savunucuları soykırımları engelleyemediler. Şimdi doğaya dönüş zamanıdır.

İşte bu bağlamda ben sana alternatif bir senaryo öneriyor, açılan bu yarıktan – zaman yarığı da diyebilirsin – yeni romanına kapı aralamaya çalışıyorum. Yedi yıl öncesini düşünsene!  Ayrıntıdaki farklara rağmen,  özde 1984’ün bir tekrarını yaşamış olduğumuzu sen de kabul edeceksin. İktidardaki Parti’nin özellikle dış politikası sürekli değişiyor, tarihi sürekli olarak yeniden yazılıyor.  Bu nedenle yeni romanın devrimci bir roman, hatta gerçek bir devrim romanı olabilir. Ne dersin? Bu günlere nasıl geldiğimizi anlatan bir devrim anlatısı ne kadar güzel olurdu, değil mi?

Bu arada romanındaki Julia’yı sevdim. Ne istediğini bilen, sıkı bir kız. Sana ihanet ettiğine bakma, sen de ona ihanet etmedin mi? Ettin. Onca işkenceyi gören herkes yapar bunu. Romanında yeni insanı yaratmaya çalışan Nikolay Çernişevskiy ne kadar güzel yazıyordu:

“… Aşkın büyüleyiciliği, insanın hayatının yalnızca ‘şimdiye özgü’, gelip geçici bir şey olmamalı, aşkın göz kamaştırıcı ışığı yalnızca sevdiğimiz insana gönlümüzün aktığını duyduğumuz, ona doğru koştuğumuz… ona kur yaptığımız … sırada parlamamalı! Bilmeliyiz ki bu parıltı yalnızca bir şafaktır, eşsiz güzellikte, ışıl ışıl, prıl pırıl bir şafaktır. Asıl gün bu şafağın ardından gelecektir ve şafaktan çok daha ışıklı, çok daha sıcak olacaktır, üstelik bu aydınlık ve sıcaklık şafağınkinden çok daha uzun süreli olacaktır, çok, çok daha… Hele sıcaklık… öğleye gelindikten sonra düşmeye başlamayacak, tam tersine daha da yükselecektir. Eskiden bu böyle değildi, sevgililer birbirine kavuştu mu, aşkın bütün şiiri yiter giderdi. Şimdiyse, yeni insanlar dediğimiz insanlarda bunun böyle olmadığını görüyoruz. Bu insanlar birbirlerine kavuştular mı birliktelikleri uzadıkça, aralarındaki aşkın şiirli ışığını çoğaltıyorlar, bu ışıkla daha çok aydınlanıyor, daha çok ısınıyorlar…

Bu nasıl böyle oluyor? Bunun nasıl olduğu bir giz, ama ben size açıvereyim bunu;… yüreğiniz temiz olacak, dürüst olacaksınız, birlikte yaşadığınız insanın özgürlüğüne saygılı olacaksınız, hepsi bu! Giz dediğim bu kadar yalın bir şey işte!”[7]

Senin de Julia ile birlikteliğin uzadıkça, birbirinize karşı dürüst oldukça, en önemlisi de birbirinizin özgürlüğüne saygı duydukça, içinizde yanan ateşi devrim ateşini dönüştürürsünüz. 

Kız kardeşini soracak olursan gayet iyi. Yakında evlenecek. Senin de evlenme çağın geldi, geçiyor bile. Julia gibi bir kızla evlenmene itirazım olmaz. Tam tersine sevinirim.

Güzel günlerde görüşmek üzere, gözlerinden hasretle öperim.

Annen

 
Devrim

 

Hic Rhodus, hic salta! [8]

Winston’ın annesi şunu demek ister gibiydi:

“Güneşin ilk ışıkları ufku kaplayan karanlıkları ortadan kaldırdığı, ya da ilkbahar, sert bir kıştan sonra, arkasından tatlı esintilerin şen ve şatır sürüsünü getirdiği zaman, dünya üzerinde her şey nasıl değişir, bütün nesneleri daha parlak bir renk nasıl güzelleştirir ve gençleşmiş doğa, gözlerimize nasıl daha hoş bir manzara arzederse, benim burada bulunmam da yüzlerinizde fevkalade mutlu bir değişikliğe sebep olur.”[9]

Ama Winston’ın yüzü bembeyaz olmuştu. Okuduklarından çarpılmıştı adeta. “Yo, olamaz, bu yazılanlar doğru olamaz” diye geçirdi içinden, “imkânsız” diyerek de devam etti iç geçirmeye.

Winston, o gece, görünmemek için odasındaki tele – ekranın bir kenarındaki girintiye koyduğu sandalyesine – kütüphane için yapılan bu girinti Winston için büyük bir şanstı –   oturup masasına abanarak okuduğu mektupta yazılanlara inanamıyor, “Annem ve kız kardeşim yaşıyor olamaz”, “ne kitabı, ne devrimi”  diye içinden söylenip duruyordu. Heyecandan titriyor, mektubu tekrar tekrar okuyor, okuduklarına yine inanamıyor, ne yapacağını bilemiyordu. O gün proleterlerin yoğun olarak yaşadığı bir mahalleden geçerken bir meyhane görmüş, içeri girmiş ve yaşlı posbıyık bir adamla sohbet ederken, adam birden bire eline bu mektubu sıkıştırmıştı. Kimdi bu adam? Annesini nereden tanıyordu? Mektupta annesi kendisine mektubu verecek olan adamın dedesi olacağını yazıyordu. Bu nasıl olabilirdi? Oysa dedesini hiç görmemişti.

Sorular beynini kemiriyor, bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Nasıl olmuş da annesinden şimdiye kadar bir haber alamamıştı?  Ertesi gün erken kalkacağı için uyumalıydı. Ama ne mümkün, annesinin ve kız kardeşinin yaşadığını, umut bağladığı proleterlerin yeni bir devrim hazırlığı içinde olduklarını öğrenmiş olmak müthişti. Demek ki annesi bunca yıl mücadele etmişti. Ya dedesine ne demeliydi? Peki, kendisinin Parti’ye ve düzene karşı aykırı düşünceler içinde olmasına rağmen proleterlerin bu örgütlenmesinden nasıl haberi olmamıştı?

Hafızasını yoklayarak geçmişini düşünmeye başladı.  Mektup sanki şimdiki zamanı geçmişe ve geleceğe yayarak uzatmış, uzunca bir “süre”ye dönüştürmüş ve Winston’ı “şimdi”nin, hatta “an”ın o kahredici tahakkümünden kurtararak derin bir nefes almasını sağlamıştı. Bu kısacık süre içinde bile geçmişteki mutlu çocukluğunu kısmen de olsa hatırlayabiliyor, gelecekteki devrim günlerini hayal edebiliyordu. Zaman geri gelmişti.

Gerçekten de bu mektup Winston’ın içinde yaşadığı çelikten kürenin içindeki panoptik dünyaya gönderilen bir füze gibiydi. Hannah Arendt’ın “zamanda bir gedik” dediği şimdi’ye meydan okuma da diyebiliriz.

Ama bu kitap ta neyin nesiydi? Kim yazmıştı? “Ben mi yazmıştım?” “Ne zaman yazmıştım?” “Üstelik yayınlamışım da?” “Yedi yıl öncesini düşünsene!  Ayrıntıdaki farklara rağmen,  özde 1984’ün bir tekrarını yaşamış olduğumuzu sen de kabul edeceksin” de ne demekti?  Yedi yıl öncesi ile 1984’te yaşadıklarımız ne demek oluyordu? Zaten 1984 ’te değil miydik ki? Yoksa mektup iki ayrı zamanda – geçmiş ve gelecek –  yazılıp birleştirilmiş miydi?  İyi de, bir mektup geçmişten bu güne gönderilebilirdi, ama gelecekten bugüne yazılmış bir mektup olabilir miydi? Olabilirse, nasıl olabilirdi? Yoksa bu zaman dışı / üstü bir mektup muydu? Ya da iki farklı anne ile iki farklı Winston’dan mı söz ediliyordu? Silkindi. Rüyada olmalıyım diye düşündü. Rüyadaysa uyanmalıydı, çünkü ertesi gün erken kalkacaktı.

Rüya görmüyordu. (Evet, rüya görmüyordu, sadece yazarın azizliğine uğramıştı. Yazar,  Şeyh Zamanî Hazrertleri ’nden aldığı feyzle, önce Winston’ın annesini geçmiş ve geleceği bilen ve bir İskandinav tanrısı olan Mimir’e dönüştürmüş, sonra da zamanı kırıp çatallara ayırarak paramparça etmiş ve nihayet tüm zamanları bir noktada kesiştirerek bir zaman kümesi oluşturmuştu. Buna Latince omnium temporum in unum collatio deniyordu. Ayrıca Michel Foucault’nun dediği gibi ütopyalar masallara izin veriyordu,[10] mektuplara neden vermesin di? Ama Winston bunu bilmiyordu, bilemezdi de. Bilse de bir şey yapamazdı, çünkü yazar o zaman başka bir şey yapardı). Anlam veremedi ve çok çalıştığı için çıldırmakta olduğunu düşünmekten kendini alamadı. Zaman mefhumu tekrar kaybolmuştu, uyumaya karar verdi. Bir süre daha uyuyamadı ve annesinin böyle filozoflardan alıntı yapabilecek kadar entelektüel birikime sahip olabilmesine şaştı kaldı. Yoksa bu da Parti’nin Winston’ı buharlaştırmak için denediği bir yol muydu? Belli mi olurdu? Her şey olabilirdi.  Fakat yazılanlar doğruysa, annesi uzun yıllar boyunca okumuş, mücadele içinde “antikırılgan”[11] bir yapı kazanmış olabilirdi. Eğer böyleyse, Winston da hemen ertesi gün dedesini bulmalı ve mücadeleye katılmalıydı. Kitabı şimdilik unutabilirdi.

Defalarca okuduğu mektubu Düşünce Polisi bulmasın diye, yok olmak üzere, odasındaki bellek deliğine atarak yatağına yattı. Her şey adeta bir film şeridi gibi karmakarışık vaziyette gözlerinin önünden geçiyordu. Yıllardır gitmediği, hatta nasıl olduğunu unuttuğu bir sinemada film izliyor olamazdı.  Bebekler gibi derin bir uykuya daldı. Uykusunda zaman zaman güldüğü olmuştu.

 

Notlar

[1]Philip Gourevitch(Der). Yazarın Odası, Çeviren: Öznur Ayman, Timaş Yayınları, İst., 2009, s.215.

[2] Brecht’ten aktaran: Jameson, Fredric. Ütopya Denen Arzu, Çeviren: Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, İst., 2009, s. 143.

[3] Marx, Karl ve Engels, Friedrich. Alman İdeolojisi, Çevirenler: Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayım, İst., 2013, s.17.

[4] Orwell, George. 1984, Çeviren: Celal Üster, Can Yayınları, 52. Baskı, İst., 2015, s. 53-54.

[5] George Orwell 1936 yılı sonunda İspanya İç Savaşı’na katılmak üzere İspanya’ya gitti ve orada POUM ( Birleşik Marksist İşçi Partisi) milisi saflarında altı ay süreyle faşistlere karşı savaştı. Orwell bu savaştaki izlenimlerini Homage to Catalonia ( Katalonya’ya Selam ) adlı kitabında son derece dürüst ve yalın bir biçimde kaleme aldı. Orwell, George. Katalonya’ya Selam,  Çeviren: Julide Ergüder,  bgst Yayınları, 4. Basım, İst. 2014.

[6] Pinker, Steven. Boş Sayfa: İnsan Doğasının Modern İnkarı, Çeviren: Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İst.,2010, s.501.

[7] Çernişevskiy, Nikolay. Nasıl Yapmalı? 2.Cilt, Çeviren: Mazlum Beyhan, Evrensel Basım Yayın, İst., 2016, s. 162-163.

[8] Lat. “İşte Rodos, atla bakalım!” Güzel Türkçemizle, “İşte hendek, işte deve!”

[9] Erasmus, Deliliğe Övgü, Çeviren: Nusret Hızır, Kabalcı Yayınevi, 5. Baskı, İst.,1998, s. 11-12.

[10] Foucault, Michel. Kelimeler ve Şeyler, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, 5. Baskı, Ank, 2015, s.15.

[11] Taleb, Nassim Nicholas. Antikırılganlık, Çeviren: Derya Yüksek, Varlık Yayınları, İst., 2016, s. 50-51.

Taleb “antikırılganlık” kavramı için ilginç metaforlar kullanır. Efsaneye göre, Anadolu’daki Pontus Kralı IV. Mithridates, babasına yapılan suikasttan sonra saklanırken, öldürücü olmayan dozlarda zehirli maddeyi gitgide artan miktarlarda yutarak zehirlenmeye karşı bir ölçüde korunur ve daha sonra bu süreci karmaşık bir dini ritüel haline getirir. Taleb, bir maddenin küçük bir dozuna maruz kalmanın, zaman içinde kişiye bu maddenin fazladan ve daha büyük miktarlarına karşı bağışıklık kazandırmasının sonucuna Mitridatizasyon diyerek bunu bildiğimiz “aşılama” olarak niteler. Hormesis ise zararlı bir maddenin küçük bir dozunun ilaç gibi etki ederek, organizma için faydalı olması anlamına geliyordu. Bunun ilk bilimsel açıklaması, düşük dozda verilen bir zehrin mayanın büyümesini tetiklediği, daha yüksek dozların ise zarar verdiğini gözlemleyen Alman toksikolog Hugo Shulz tarafından yapılmıştır. Friedrich Nietzsche bu durumu “Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir” ünlü sözüyle ifade eder. İşte bu şey Taleb’e göre “antikırılganlık”tır. Yani ve özetle Winston’ın annesi diktatörlüğe verdiği mücadele içinde pişerek – zehri düşük dozlarda alarak –  kırılgan olmaktan çıkmıştı. Güzel Türkçemizle “şerbetlenmişti” diyebiliriz.

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.