24 02 2016
Merak!
Okurlarım hatırlayacaklardır, Araştıma(cı)nın Poetikası (1) başlıklı yazımda araştırmacının en önemli özeliklerinden birinin, hangi eğitimi almış olursa olsun meraklı olması gerektiğini yazmıştım. Bu vesileyle uzun yıllar öncesine ait olan ve hayatımı önemli ölçüde etkileyen bir anekdotumu anlatmak istiyorum.
Dile kolay, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Dante gibi ortasındayız ömrün” dediği 35 yıldan beri profesyonel araştırmacılık yapıyorum. Henüz 70’ime çok var ve önümdeki bu zamanı araştırmacılık mesleğine yazarak katkıda bulunmak amacıyla kullanmak istiyorum. Kullanıyorum da.
1978 yılıydı. Bir yandan İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ndeki yüksek lisans sınavlarına hazırlanıyor, diğer yandan da ilgili fakültelerde açık bulunan asistanlık sınavlarını kovalıyordum. İstanbul aşkına lisans eğitimimi Ankara’da yapmak istemememe rağmen, bilim aşkına orada yaşamayı göze alarak, sonradan Gazi Üniversitesi olacak Akademi’de asistanlık sınavı açıldığını haber alınca sevinçten uçmuş, kısa sürede kendimi hızlı bir eğitim sürecinden geçirerek sınava girmiştim. İstanbul’a döndükten bir süre sonra yabancı dil sınavı ile bilim sınavını kazandığımı öğrendiğimde arkadaşlarımın tebriklerini kabul etmeye başlamıştım bile. Yaklaşık bir hafta sonra sözlü sınava girmek üzere tekrar Ankara’ya gittim. Sınav öncesi içim içime sığmıyordu. Sınav sırasında, sular seller gibi çalıştığım için, tüm soruları sular seller gibi cevaplamış, neredeyse Hababam Sınıfı film dizisindeki bir bölümde geçen bilgi yarışmasında olduğu gibi cevapladığım soruların cevaplarının bulunduğu kitapların sayfa numaralarını söylememe ramak kalmıştı. Her şey yolunda gidiyordu. Hatta o zamanlar hükümetin aldığı bir kararın mali sonuçlarının neler olacağı sorusunu son derece ayrıntılı olarak analiz ederek cevapladığım için “Aferin” aldığımı hatırlıyorum. Bu işi olmuş hissediyor, kalbimin atışlarından başka bir şey duymuyordum. En önemli güvencem, teorik iktisattaki bilgi düzeyim bağlamında sorulara verdiğim doğru cevaplar ve sınav komisyonundaki hocalardan birinin beni asistanı olarak görmek istemesiydi.
Yerimden kalkmaya hazırlanıyordum ki, sınav komisyonunu oluşturan dört hocadan biri, gözlüklerinin arkasından gözlerini bana dikerek “Peki, bir bilim adamı nasıl olmalı?” diye bir soru yöneltti. Gözlerimi tüm hocaların üzerinde gezdirip yanlış bir şey söylememeye özen göstererek kuruyan ağzımı hafifçe dilimle ıslattıktan sonra, soru sahibi hocadan soruyu biraz açmasını istedim. Çünkü içimde aniden bu sorunun tuzak olduğu şeklinde bir his belirmişti. Hoca sorunun açık olduğunu ifade edince ben de, “Herhalde fildişi kulesinde oturmamalı ve halkın sorunlarına çare üretecek bir anlayışla çalışmalı” şeklinde bir cevapla adeta savunmaya geçtim. Ne de olsa, asistanlık çantada keklik gibi görünmeye başlamıştı ve tabi ki sol gelenekten geliyordum.
Maalesef cevabım yanlıştı. Hocaya göre – ki sınav komisyonu başkanı olduğunu o zaman anlamıştım – “şüpheci” olmalı demeliymişim. Hoca sazı eline almış çalıyordu: Yok efendim, hoca olunca öğrencilerimi ideolojik bombardımana mı tutacakmışım, bilim tarafsız ve objektif olmalıymış, yoksa bilim olmazmış vb. Doğal olarak sınavı kazanamadım. O gün bugündür olur olmaz zamanlarda duyulan ve insanı kahreden “şüphe” kelimesini lügatımdan çıkardığımı söyleyebilirim.
Sonradan öğrendiğime göre, mesele verdiğim yanıtta değil, politikti. Hem de, maalesef aynı sosyalist parti içindeki fraksiyon mücadelesiydi söz konusu olan. Sınavı, sınav komisyonu başkanının bir yakını kazanmıştı.
Akademiye giremedim, önce Viyana’da Viyana Üniversitesi’nde doktora öğrencisi, sonra İstanbul’da araştırmacı oldum ve sınav komisyonu başkanının sorusunu yıllar sonra buradan cevaplıyorum: Bir bilim insanının “şüpheci” olması gerektiği doğru olabilir, ama bence bir bilim insanı esas olarak “MERAKLI” olmalıdır. Tıpkı dünyanın gelmiş geçmiş en meraklı insanı Leonardo da Vinci gibi.
Şimdi Geçmişte Saklıdır / Kırmızı Saçlı Kadın Dreamcatcher: ABD’nin Görünmeyen Yüzü