11 09 2014
Ölüme Alışık Değiliz
Uyanmak istediğimiz halde bir türlü uyanamadığımız rüyalar vardır, uyandığımızda kan ter içinde kaldığımız; işte şimdi böyle bir durumdayım, bir türlü uyanamıyorum. Kâinatın belki de tek gerçeği olan ölüm, insana bir süre rüya gibi geliyor; sanki nasıl olsa uyanacağımız. Ama günler, haftalar, aylar ve yıllar geçiyor, uyanamadığımızı zannettiğimiz; oysa bal gibi uyumuyoruz. İşte böyle bir şey ölüm, alışık olmadığımız.
Ölüme alışık değiliz. Alışık olmadığımız için de, ölüme, ya bizi kendimizden geçiren, alışkanlıklarımızdan eden ya da bizi dehşete düşüren, beklenmedik bir şey olarak yaklaşırız. Oysa hepimizin ölmesi zorunludur ve bunu biliriz. İnsana özgü açmazın en uğursuz, aynı zamanda en yaratıcı paradoksu burada yatar. Ölmek zorunda olma gerçeği, önsel olarak bütün hayatta kalma çabalarını nihai bir başarısızlığa mahkûm eder. Ölmenin zorunlu olduğunu bilmek, en görkemli insan projelerini bile küçük ve önemsiz, içi doldurulmuş ve saçma bir hale dönüştürebilir. Arthur Schopenhauer ölümlük konusunda son derece karamsar, dolayısıyla son derece gerçekçidir. Ona göre, bir sona ulaşmanın aracı olarak yaşam yalnızca ölümle gerçeklik kazanır, çünkü ölüm yaşamın tek görünür, doğal ve kaçınılmaz varış noktasıdır. Aksi durumda yaşamın anlamı yoktur. Bir zaman olan artık yoktur; ancak hiç olamamış olan kadar vardır. Ama var olan her şey biraz sonra sona erecektir. Bu anlamda zaman, her an her şeyin ellerimizde yok olduğu ve böylece bütün değerini yitirdiği şeydir. Yaşamın daha başından belirlenmiş geçiciliği söz konusu olduğunda, insan için her şey, yalnızca çözüm değil, sorun bile kuşkulu ve belirsizdir. İnsanlara ilişkin sonsuza dek sürecek tek şey belirsiz oldukları ve böyle kalmaya zorunlu olmalarıdır.
Eğer ölümün hakkından gelinmiş olsa, o zaman insanların saçma derecede kısa olan ömürlerine bir amaç kazandırmak için bin bir emekle ortaya koydukları şeylerin hiçbir anlamı kalmazdı. Bildiğimiz bütün bir insan kültürü – sanatlar, siyaset, birebir insan ilişkileri ağı, bilim ya da teknoloji – insanların fiziksel varoluşlarının sınırlı ömrüyle ruhsal yaşamlarının sonsuzluğu arasındaki trajik fakat mukadder buluşmanın gerçekleştiği yerde anlam kazanıyor.
Meselenin can alıcı noktası şudur: Kişinin kendi ölümlülüğünü bilmesi aynı zamanda ölümsüzlüğü tahayyül etmek, – hatta Borges’in dikkatimizi çektiği gibi, hayata anlam veren tek şey bu rüya olsa ve öte yandan, erişildiği takdirde ölümsüz hayatın getireceği tek şey anlamın ölmesi olsa bile – ölümsüzlük için çalışmak demektir. Dolayısıyla yaşamı sürdürmekle bu denli meşgul olmamızın nedeni ölmek zorunda olduğumuz bilmemizdir ve bu insanoğlunun olağanüstü bir başarısıdır. Spinoza’ya göre, özgür bir adamın en az düşündüğü şey ölümdür ve akıl ölüm üzerine değil hayat üzerine yoğunlaşır. Ölüm aklın en büyük yenilgisi olmasına rağmen hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak insan iradesinin aklın karşısındaki zaferidir.
Ama unutmayalım, Immanuel Kant’ın dediği gibi, “Leblosigkeit die aufs Leben folgt ist der Todt.” Yani, “Yaşamın peşinden gelen cansızlık ölümdür.”
(Lütfen yazının üstüne tıklayınız)
Buna rağmen, ölüme alışık değiliz. Yine Schopenhauer’e göre, yaşam ölümden alınmış kısa vadeli bir borç olsa da, Freud’a göre, kimse kendisinin ya da yakınlarının öleceğine inanmaz. Çünkü insan yıldızların ve galaksilerin hatta maddenin olmadığı bir varoluş düşünebilmesine karşılık, düşüncenin olmadığı bir varoluş düşünemez. Dolayısıyla ölüm – beğenilmeyen bir ölüm, bütün çıplak ve uygunsuz açıklığı içinde bir ölüm, bilinci durmadan zorlayacak bir ölüm – nihai saçmalık, aynı zamanda nihai hakikattir. Ölüm hakikatin ve saçmalığın bir olduğunu açığa vurur.
Bir diğer saçmalık, ilahi düzende, düşüncenin – zaman dışılığı ile tenin zamansallığı arasındaki sıkıntı verici uyuşmazlıktır. Bu, onur verici bir şeydir; üzüntü kaynağıdır, ama gücenme sebebi değildir. Entelektüel ve bedensel ömrün orantısızlığı biyolojik ölümün insan aklı ve kararına karşı bir meydan okumadır ve maalesef bu da acı bir hakikattir.
Sevgili babamı kaybettiğimde, bu saçmalık ve hakikat karşısında ben de yakınını kaybeden herkes gibi dehşete düştüm, aklım durdu ve düşünemedim. Hala, herkesinki gibi kâinatta tek (unique) olan sesi kulaklarımda, sanki her an duyabilecekmişim gibi; yüzü gözlerimin önünde, soğuk bir kış günü tüm ailecek O’nu beklerken, kapıyı aralayıp, elinde çikolatayla, giriverecekmiş gibi…
Oysa O, artık kendine, doğayla sonsuz birlikteliğine döndü.[*]
11.09. 2000.
Notlar
[*] Bu yazıyı, dile kolay, tam 14 yıl önce, babamı, aniden ortaya çıkan talihsiz bir hastalık nedeniyle kısa süre içinde kaybettikten birkaç gün sonra hızla yazmış, tarihini O’nu kaybettiğimiz gün olarak kaydetmiştim. Babamdan 4 yıl sonra, 2004 yılında beklenmedik bir biçimde kaybettiğim arkadaşım, yoldaşım Mehmet Günsür bu yazımı çok beğenmiş, hem yazım hem de ölüm üzerine saatlerce konuşmuştuk.
Yararlandığım dört kaynak kitap şunlardır:
Bauman, Zygmunt. Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri. Çeviren: Nurgül Demirdöven, Ayrıntı Yayınları, İst.,2000.
Bauman, Zygmunt. Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları. Çeviren: Altuğ Altınay, Ayrıntı Yayınları, İst., 2003.
Blanchot, Maurice. Öteye Adım, Yok Ötesi. Çeviren: Nabi Başer, Ayrıntı Yayınları, İst., 2000.
Kant, Immanuel. Fragmanlar, Çeviren: Oruç Aruoba, Altıkırkbeş Yayın, İst., 2000.
Sencer Divitçioğlu Kitaplar Arasında Bir Gezinti
Sevgili Bülent,
Bu yazın iki ünlü şiiri aklıma getirdi;
Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak,
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında…
Cahit Sıtkı Tarancı
Ölüm güzel şey,
budur perde arkasından haber
Hiç güzel olmasaydı
ölür müydü peygamber?
Necip Fazıl
Çok teşekkür ederim Hayri.
Yazım bu şiirlerle zenginleşti.
Sağ olasın.
Dile getirmediği duygularımızı dile getirdiği için çok teşekkür ederim. Sevgiyle kalın.
Ben teşekkür ederim, sevgiler…