Sodom ve Gomorra

Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinin dördüncü cildi olan ve “Kadın Gomorra’ya sahip olacak, erkek Sodom’a” sözüyle başlayan Sodom ve Gomorra, “Yıldırımdan kurtulan Sodom sakinlerinin torunları olan kadın – erkekler” in, yani eşcinsellerin kitabıdır. Başrolde M. de Charlus vardır. Anlatıcı, kendisinin de bir kısmında yaşadığı Paris Saint-Germain muhitindeki Guermantes konağının avlusunda tesadüfen şahit olduğu M. De Charlus ile yelekçi Jupien’in eşcinsel yakınlaşmasına şaşırır. İkinci kez gittiği Balbec’teki otel odasında, üçüncü ciltte kaybettiği ve ilk kez bu otele birlikte geldikleri büyükannesini büyük bir hüzünle hatırlar. Bu arada Charlus usta bir kemancı olan ve koruma altına aldığı Morel ile ilişkiye geçmiştir. Tekrar bir araya geldiği Albertine’in cinsel tercihleri konusunda kuşkulanmaya başlayınca, Balbec, anlatıcıya giderek kadın eşcinselliğinin simgesi haline gelir ve Albertine’i evine kapatma düşüncesiyle kıvranmaya başlar.

Önce duyumsanabilir nitelikteki bir gösterge ile başlamak istiyorum: Fıskiye.

Herhalde bir fıskiyeden, önce yukarı doğru doğrusal olarak fışkıran, sonra da aşağıya yayılarak düşerken yukarı doğru fışkırmaya devam eden su ile karşılaştığında saçılan su zerreciklerinin şiirsel görüntüsü bu kadar anlatılır. Romanda çok sayıda bulunan algısal işçiliklerden sadece biri olan bu tasvire tam bir Proust tasviri diyebiliriz

 

Suyun Fışkırması Bükülmez, Yoğun ve Kusursuzdu…

“Birçoğu kendisi kadar yaşlı, güzel ağaçlarla sınırlanmış bir düzlükte, tek başına görünüyordu uzaktan: narin, kıpırtısız, katılaşmış; hafif esintide, solgun ve titrek sorgucunun ancak en ince serpintileri sallanıyordu. XVIII. yüzyıl, hatlarının zarafetini arındırmış, ama fıskiyenin tarzını sabitleştirerek, sanki canlılığını da dondurmuştu; bu mesafeden bakıldığında, su hissinden çok sanat izlenimini veriyordu. Tepesinde sürekli biriken nem bulutu bile, tıpkı Versailles’ın saraylarının etrafında, gökyüzünde toplaşan bulutlar gibi, dönemin özelliklerini koruyordu. Ama yakından bakıldığında, tıpkı bir ilkçağ sarayının taşları gibi, önceden çizilmiş desene uymakla birlikte, suların aslında sürekli değiştiği, mimarın eski emirlerine uymak isteyip zıplayarak, emirlere karşı gelir gibi göründükleri halde tam olarak yerine getirdikleri ve dağınık yüzlerce sıçrayışın, ancak uzaktan bakılınca tek bir hamle izlenimi uyandırdığı anlaşılıyordu. Suyun havaya doğru fışkırması, aslında dökülürken ne kadar saçılıyorsa, o kadar kesintiliydi, oysa uzaktan bana bükülmez, yoğun ve kusursuz bir devamlılıkta görünmüştü. Biraz yakından bakınca görülüyordu ki, görünürde tamamen doğrusal olan bu devamlılığı sağlayan, yukarı doğru çıkışın her noktasında, kırılması beklenen her noktada, ilkinden daha yükseğe çıkan, paralel bir huzmenin yandan aynı doğrultuya eklenmesi, biraz daha yüksekte, artık yorulduğunda, bir üçüncü huzmenin onun yerini doldurmasıydı. Yakından bakılınca, güçsüz damlalar, yolda yukarı çıkan kardeşleriyle karşılaşarak su sütunundan aşağı düşüyor, bazen de, bu aralıksız fışkırmanın karıştırdığı havanın anaforuna kapılıp parçalanıyor, havuzda alabora olmadan önce, boşlukta bir müddet asılı kalıyorlardı. Tepesinde binlerce damlacıktan oluşmuş, ama görünürde yaldızlı kestane rengi boyayla resmedilmiş ve değişmez olan, sağlam, kıpırtısız, narin ve süratli bir şekilde yükselip gökyüzündeki bulutlara katılan uzun bir bulut taşıyan bu gövdenin düzlüğü, gerginliği, damlaların duraksamalarıyla, ters yönde ilerleyişleriyle, bozuluyor, sıcak ve nemli buğusuyla gölgeleniyordu. Ne yazık ki bir an esen rüzgâr, bu gövdeyi yanlamasına yere devirmeye yetiyordu; hatta bazen itaatsiz tek bir huzme diğerlerinden ayrılıyordu, saygılı bir mesafede durmasa, temkinsiz ve dalgın kalabalığı, iliklerine kadar ıslatabilirdi.”

Sodom ve Gomorra, 62-63

sodom ve Gomorra

 

Şimdi sıra bu cildin başrol oyuncusu M. de Charlus’a gelmiş bulunuyor. Swann’ ların Tarafı’ında Charles Swann’ın arkadaşı olarak beliren, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’de daha fazla sahne almaya başlayan Charlus, namı diğer Palaméde de Guermantes ya da Guermantes Baronu, anlatıcı tarafından ilk görüldüğünde, gözleri müthiş bir hızla hareket ederek dört bir yanı tarayan, bakışları ise deli, hırsız, polis ya da casuslarda görülebilen tuhaf bir bileşim olarak betimlenir. Gilles Deleuze’e göre, Charlus, Proust ve Göstergeler ’de  “yanıp sönen kocaman bir gösterge olarak, sesli ve optik devasa bir kutu gibi görünür.” Albertine ve Guermantes ile Swann’dan sonra romanda adı en çok geçen Charlus bütün ciltlerde rol alır. M. de Charlus, özellikle boyalı ve maske takmış izlenimini veren ifadesiz yüzüyle, sosyete toplantılarının vazgeçilmez ve başat kişisi olmakla, konuşurken söylediklerinin erkeksi içeriğine karşılık ifadesinin kadınsı biçimiyle, zaman zaman hiddetlenerek bağırıp çağıran, zaman zaman ise sohbetine doyum olmaz entelektüel özellikleriyle, savaş sırasında herkesi şaşırtacak biçimde Alman dostu olup, şehrin arka sokaklarındaki otellerde kendini zincire vurdurarak kırbaçlatmasıyla karmakarışık bir kişilik sergiler. Kuşkusuz, sergilediği bu kaotik kişiliğiyle, Kayıp Zaman İzinde’nin en renkli kişisi – kaos teorisindeki ifadesiyle en tuhaf çekeri diyemeyeceğim, çünkü o kişi, Marcel’in etrafında pervane olduğu Albertine’dir, ama bu cildin en tuhaf çekeri tabi ki Charlus’tur – Palaléde de Guermantes, namı diğer Guermantes Baronu ya da M. de Charlus’ten başkası olamaz.

Sodom ve Gomorra ’ya dönersek, zamanla, anlatıcı Marcel’in annesi ve büyükannesi hariç, hemen her şeye ve herkese karşı olduğu gibi, Guermantes Düşesi’ne karşı olan arzusu azalmaya başlar. Bir vesileyle, onunla, büyükannesinin arkadaşı olan Mme de Villeparisis’nin evinde buluşur. Marcel’den etkilenen düşes onu daha sonraki günler evine davet eder ve aralarında uzun süren bir dostluk başlar. Marcel, Guermantes’lar aracılığıyla, Guermantes Dükü’nün kardeşi M. de Charlus ile tanıştırılır. Bir gün, Marcel, M. de Charlus’un, evinin altındaki terzi Jupien’in dükkânına girdiğini görür. Kulak kabartınca Jupien ile M.de Charlus arasında kısmen müstehcen ve cilveli bir konuşma geçtiğini işitir.

 

O Bir Kadındı Çünkü!..

“Bu sahnenin başından itibaren, gözlerim açılmış, M. de Charlus’un, sihirli bir değnekle dokunulmuşçasına eksiksiz ve hızlı bir değişime uğrayışını izlemiştim… Tıpkı Kentaur’un benliğindeki at gibi, M. de Charlus’un benliğinde de, kendisini diğer erkeklerden ayıran bir varlık bulunduğu, bu varlık baronla bir bütün oluşturduğu halde, ben onu hiç görmemiştim. Soyut olan şey şimdi somutlaşmış, nihayet anlaşılan varlık, hemen o anda, görünmez olma yetisini kaybetmişti; M. de Charlus’ün yeni bir insana dönüşümü o kadar eksiksizdi ki, tıpkı rastgele dizilmiş harfler halinde dağınık olduğu müddetçe hiçbir anlamı olmayan bir cümlenin, harfler gereğince dizildiğinde, asla unutamayacağımız bir düşünceyi ifade etmesi gibi, baronun çehresindeki, sesindeki zıtlıklar, hatta geriye dönüp düşündüğümde, benimle ilişkisindeki iniş çıkışlar da, o âna kadar zihnime anlaşılmaz gelen her şey, artık bir anlam kazanıyor, apaçık kendini gösteriyordu.

Ayrıca, biraz önce Mme de Viilepariri’nin evinden çıkarken gördüğümde, M. de Charlus’ün neden bana bir kadın gibi göründüğünü de anlıyordum şimdi: O bir kadındı çünkü! M. de Charlus, göründükleri kadar çelişkili olmayan, kendi mizaçları dişi olduğu için idealleri de erkeksilik olan ve hayatta sadece görünürde diğer erkeklere benzeyen insan soyundandı; her insanın, evrendeki her şeyi ardından gördüğü gözlerine nakşolmuş, gözbebeğinin yüzeyine işlenmiş olan siluet, bu erkeklerde bir nympha’nın değil, yakışıklı bir delikanlının siluetidir. Bu soy lanetlenmiştir…

Bazıları sabah, yataktan kalkmadan yakalandıklarında, çok güzel bir kadın portresi çizerler, çünkü ifade çok geneldir ve bütün kadın cinsini simgeler; saçlar bile bunu doğrular: Kıvrımları o kadar kadınsıdır, açıldıklarında yanağın üzerine bukle bukle öyle bir doğallıkla dökülürler ki, hapsolduğu bu erkek bedeninin bilinçdışında yeni yeni uyanan genç kadının, genç kızın, Galateia’nın böyle ustalıkla kendiliğinden, kimseden öğrenmeden, zindanının en küçük çıkışlarından yararlanabilmiş, yaşaması için gerekeni bulmuş olmasına hayret ederiz. Hiç şüphesiz, bu harikulade portrenin sahibi olan delikanlı, ‘Ben bir kadınım’ cümlesini telaffuz etmez.”

Sodom ve Gomorra, 19-21, 27

* * *

Yüksek sosyetede görünmeye başlayan M. de Charlus, bir gün Verdurin’lere akşam yemeğine davet edilir. Birlikte yaşadığı Morel’le birlikte arka arkaya salona girerler. Bu yemeği bir sosyete daveti olarak değil de bir fuhuş evine gitmek gibi gören M. de Charlus, hayatında ilk kez bir geneleve adım attığı için çaçaya aşırı saygı gösteren bir okul çocuğu gibi çekingen bir tutum içindedir.

 

Doğanın M. de Charlus’un Bedenine Yerleştirdiği Kadın…

“.. M. de Charlus’e gelince Mme Verdurin’e doğru, sıçrayarak, yapmacık bir edayla, salıntılı yürüyüşü giydiği jüponlar tarafından engelleniyormuşçasına ağır, geniş hareketlerle, öylesine pohpohlanmış, şeref duymuş bir tavırla ilerledi ki, gören, Patroniçe’nin evine kabul edilmenin, kendisi için yüce bir lütuf olduğunu zannederdi. Memnuniyetin görgüyle yarıştığı, hafif yana eğik çehresi, minik nezaket çizgileriyle kırış kırıştı. Doğanın bir hata sonucu M. de Charlus’un bedenine yerleştirdiği kadın, o anda o kadar ortadaydı ki, insan Mme de Marsantes’ı görmüş gibi oluyordu. Hiç şüphesiz, baron bu hatayı gizlemek ve erkeksi bir görünüme bürünmek için çok çabalamıştı. Ama tam bunu başarmışken, bu süre içinde eğilimleri değişmediğinden, kadın hissiyatı alışkanlığı, bu kez kalıtımdan değil, kişisel yaşayışından kaynaklanan yeni bir kadın görünümü veriyordu kendisine. Üstelik, giderek sosyal konularda bile kadınca düşünmeye başladığı için – yalnız başkalarına değil, kendi kendine de yalan söyledikçe, insan yalanını fark etmez olduğundan, bu durumun farkına bile varmadan – bedenine (Verdurin’lerin salonuna girerken) bir büyük soylunun bütün kibarlığını sergilemesini emrettiği halde, M. de Charlus’ün artık anlamaz olduğu şeyi gayet iyi kavrayan bu beden, baronu ‘hanım hanımcık’ sıfatına layık kılacak ölçüde, bir soylu hanımefendinin bütün cazibesini gözler önüne serdi.”

Sodom ve Gomorra, 317-318 

* * *

Anlatıcının Balbec’e yalnız olarak ikinci varışı, büyükannesiyle birlikte gittiği ilkine göre hayli farklı olur. Grand Otel’deki odasında, yatağı duvara dayalı ve perdeler tamamen çekili haldedir. Birdenbire onu rahatlatmak için duvara vuran ve sabahları gelip perdeleri açan büyükannesini anımsar ve onun gerçekten ölmüş olduğunu o anda anlar. İşte feryat figan satırlardan bir demet…

 

O Benim Büyükannemdi, Ben de Onun Torunu…

“Benliğim tamamen altüst oldu. Daha ilk gece bir kalp yorgunluğu geçirdiğimden, ağrımı bastırmaya çalışarak, ayakkabılarımı çıkarmak üzere ağır ağır, temkinli bir şekilde eğildim. Ama henüz botumun ilk düğmesine dokunmuştum ki, bilinmez, ilahi bir varlık göğsüme doldu, hıçkırıklarla sarsılmaya başladım, gözlerimden oluk oluk yaş akıyordu. İmdadıma yetişen, ruhun kuruluğundan beni kurtaran varlık, yıllar önce, aynı buna benzer bir sıkıntı ve yalnızlık anında, kendimden hiçbir şey bulamadığım bir anda gelip beni kendime kavuşturmuş olan varlıktı; çünkü o, hem ben, hem benden daha fazla bir şeydi (içerikten fazla olan ve onu bana getiren kapsamdı). Hafızamda, büyükannemin, yorgunluğumla ilgilenen, şefkatli, endişeli, hayal kırıklığıyla dolu yüzünü, otele o ilk geldiğimiz akşamki haliyle görmüştüm; bu kadar az özlediğim için şaşırdığım, kendimi ayıpladığım ve isminden başka ona ait hiçbir şeyi barındırmayan büyükannemin değil, gerçek büyükannemin çehresiydi bu ve Champs-Elysée’de geçirdiği krizden sonra, ilk kez onun canlı gerçekliğini, iradedışı ve eksiksiz bir hatırada buluyordum. Bu gerçeklik, zihnimiz tarafından yeniden yaratılmadıkça, bizim için mevcut değildir  (aksi takdirde, çok büyük bir savaşa katılmış olan herkes, ünlü birer destan şairi olurdu); işte bu yüzden büyükannemin kollarına atılmak için çılgınca istek duyduğum şu anda – cenazesinin üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmişken, olayların takvimiyle duyguların takviminin çakışmasını çoğunlukla engelleyen tarih uyuşmazlığı yüzünden – onun öldüğünü ancak anlıyordum. Büyükannem öldüğünden beri onu sık sık anmış, düşünmüştüm, ama nankör, bencil ve acımasız bir delikanlı olarak söylediğim sözlerin ve aklımdan geçen düşüncelerin ardında, büyükanneme benzer hiçbir şey yoktu, çünkü bütün havailiğim, haz düşkünlüğüm ve onu hasta görme alışkanlığımla, büyükannemin hatırası benliğimde sadece potansiyel olarak bulunuyordu. Bir bütün olarak ruhumuz, hangi anda incelersek inceleyelim, çok sayıdaki zenginliklerine rağmen bir değere sahiptir neredeyse, çünkü bunların, ister gerçek zenginlikler olsun, ister hayal gücünün zenginlikleri, örneğin benim için köklü Guermantes soyadı kadar, büyükannemin gerçek hatırasının çok daha ciddi zenginliklerinin de, kâh birileri, kâh diğerleri, kullanım dışı kalırlar. Zira hafızanın bulanıklığıyla, gönül tutuklukları da birleşir…

Bir süredir yaşamış olduğum hazların yerine, şu anda tatmam mümkün olabilecek tek haz, geçmişi değiştirip büyükannemin bir zamanlar çekmiş olduğu acıları azaltmak olurdu…

Ama büyükannemin çehresinden o kasılmayı, kalbinden, daha doğrusu kendi kalbimden de o acıyı asla silemeyecektim artık; çünkü ölüler sadece bizim içimizde var olduklarından, onlara indirdiğimiz darbeleri hatırlamakta inat ettiğimizde, hiç ara vermeden kendi kendimizi hırpalamış oluruz. Bu acılar ne kadar zalim olsalar da, bütün gücümle onlara tutunuyordum, çünkü onların, büyükannemin hatırasının bir sonucu, bu hatıranın içimde gerçekten var olduğunun bir kanıtı olduklarını seziyordum. Büyükannemi, ancak acı aracılığıyla gerçekten hatırladığımı hissediyordum, onun hatırasını içime mıhlayan çivilerin daha da derinlere çakılmasını isterdim…

Panjurları kapatmayı unutmuştum, parlak gün ışığı uyandırmıştı beni herhalde. Ne var ki, büyükannemin bir zamanlar saatlerce seyrettiği dalgaların, gözümün önünde olmasına dayanamadım; onların kayıtsız güzelliğinin yeni görüntüsü, hemen büyükannemin kendilerini görmediği düşüncesiyle tamamlanıyordu; dalgaların gürültüsüne kulaklarımı tıkamak istiyordum, çünkü şimdi sahilin aydınlık şiddeti, kalbimde bir oyuk açıyordu; her şey sanki bana, çok eskiden, küçücük bir çocukken, büyükannemi kaybettiğim bir parktaki ağaçlı yollar ve çimenler gibi, ‘Onu görmedik’ diyordu; solgun, olağanüstü gök kubbenin altında, kendimi büyükannemin olmadığı bir ufku sınırlayan dev, mavimsi bir çanın altındaymışçasına sıkışmış hissediyordum. Hiçbir şey görmemek için başımı çevirdim, ama heyhat, karşımdaki duvar, bir zamanlar ikimizin arasında sabah habercisi işlevi gören bölmeydi; bu duygunun bütün ince ayrıntılarını bir keman kadar uysallıkla yansıtan, büyükanneme hem onu uyandırma korkumu, hem de eğer uyanmışsa, kendimi duyuramama, onun da kıpırdamaya cesaret edememe korkumu tam olarak ileten, sonra hemen ardından, ikinci bir müzik aletinin cevabı gibi, büyükannemin geleceğini müjdeleyen, beni sükûnete davet eden bölmeydi…

Büyükannem, ölmeden bir önce, bilinçli bir anında, benim odada bulunmadığımdan emin olduktan sonra annemin elini ateş içinde yanan dudaklarına götürüp, ‘Elveda kızım, ebediyen elveda’ demişti. Annemin hiç değişmeyecek olan o sabit bakışları, belki bu hatıraya da dikiliydi. Sonra, tatlı hatıralar geliyordu aklıma. O benim büyükannemdi ben de onun torunu. Yüzündeki ifadeler, sanki sadece benim için yaratılmış bir lisanda yazılmışlardı; o benim hayatımdaki her şeydi, diğer insanlar, ona bağlı olarak, onun kendileri hakkında bana bildireceği değerlendirmeye bağlı olarak vardılar sadece; ama yo hayır, ilişkimiz o kadar geçici olmuştu ki, tesadüfi olmaması imkânsızdı. O beni tanımıyor artık bense onu bir daha hiç göremeyeceğim.”

Sodom ve Gomorra, 164-167,170-171,183-184

* * *

Her halde ilkbaharın müjdesi böyle verilmelidir deyip, sözü Proust’a bırakmak gerekli ve yeterli olacaktır. Çiçek açmış ağaçlara balo kıyafeti giydirmek tam bir Proust işi olmalı. Peki yağan sağanak nedeniyle ağaçların ayaklarının çamura bulanmasına ne demeli?

 

Ağaçların, Üzerlerinde Balo Kıyafetleri, Ayakları Çamur İçindeydi…

“Sonra bir gün, Albertine’e, kendisini yakında kabul edeceğime dair haber göndermeye karar verdim. Sebebi, mevsimsiz bir sıcak dalgasının etkisini gösterdiği bir sabah, oyun oynayan çocukların, denizde şakalaşanların, gazete satıcılarının bin bir haykırışının, küçük dalgaların birer birer gelip serinlettiği kızgın kumsalı alevden çizgilerle, birbirine dolaşan kıvılcımlarla bir tablo gibi gözümün önüne sermiş olmasıydı; sonra da dalgaların sesine karışan, kemanların, denizin üstünde yolunu kaybetmiş bir arı oğulu gibi vızıldadığı senfoni konseri başlamıştı. İşte o anda Albertine’in gülüşünü tekrar duymak, arkadaşlarını, bir deniz feneri üzerinde beliren, hafızamda Balbec’in ayrılmaz büyüsü, tipik florası olarak yer etmiş olan genç kızları görmek istemiştim; ben Albertine’e ertesi hafta görüşmek üzere Françoise’la bir not göndermeye karar verirken, ağır ağır yükselen deniz, patlayan her dalgayla, İtalyan katedrallerinin çatısındaki mavi somaki ve köpüklü jasptan tepeliklerin arasında yükselen çalgı ustası melekler gibi her bir cümlesi diğerlerinden ayrılan ezgiyi, billur sağanaklarıyla tamamen örtüyordu. Ama Albertine’in geldiği gün hava yine bozmuş, serinlemişti, zaten gülüşünü görme fırsatım da olmadı; hiç keyfi yoktu… Az önceki yağmura ve her an değişen gökyüzüne rağmen büyükannemle gezintiye çıktığımızda Mme de Villeparisis’nin arabasıyla geçtiğimiz büyük yola doğru, tek başıma dolaşmaya gittim; parlayan güneşin kurutamadığı su birikintileri, toprağı tam bir bataklığa çevirmişti; bir zamanlar çamura bulanmadan iki adım atamayan büyükannemi düşünüyordum. Ama yola vardığım an, gözlerim kamaştı. Büyükannemle ağustos ayında, aynı yerde elma ağaçlarının sadece yapraklarını ve yerleşimlerini görmüşken, şimdi inanılmaz bir şatafat içinde, göz alabildiğine çiçek açmışlardı, üzerlerinde balo kıyafetleri, ayakları çamur içindeydi, güneşte parlayan, görülmedik güzellikteki pembe saten giysilerini kirletmemeye zerrece özen göstermiyorlardı; ta ufuktaki deniz, elma ağaçlarına, Japon baskılarını andıran bir fon oluşturuyordu; başımı kaldırıp çiçeklerin arasından baktığımda, sanki bu cennetin derinliklerini açığa çıkarmak için aralanıyorlardı. Bu göğün altında, hafif ama soğuk bir esinti, kızaran demetleri hafifçe titretiyordu. Gökçe baştankaralar, uysallıkla, sanki bu canlı güzelliği bir egzotizm ve renk meraklısı yapay olarak yaratmış gibi, gelip dallara konuyor, çiçeklerin arasından sıçrıyorlardı. Ama bu güzellik insanı, gözünü yaşartacak kadar duygulandırıyordu, çünkü her ne kadar incelikli sanat etkisi yapsa da, insan doğal olduğunu, bu elma ağaçlarının, Fransa’nın bir büyük yolunun üzerinde, köylüler gibi kırın ortasında bulunduğunu hissediyordu. Sonra birdenbire güneş ışınlarının yerini yağmur ışınları aldı; ufku baştanbaşa çizip elma ağaçları sırasını gri ağları içine hapsettiler. Ama ağaçlar o çiçekli, pembe güzelliklerini, inen sağanakla buz gibi soğuyan rüzgârda, dimdik sergilemeye devam ediyorlardı: Bir ilkbahar günüydü.”

Sodom ve Gomorra, 188-190

* * *

Bu bölümü Albertine ile bitirerek Mahpus’a geçmenin zamanı geldi. Okuyunca göreceksiniz, insanın içinden, birbirlerini görmeyen anlatıcıyla Albertine arasındaki o sihirli bağı kuran rüzgâr olması geliyor. Peki gökyüzündeki mışıl mışıl parlayan yıldızlara ne demeli?

 

Derenin Aralıksız Sürüp Giden Sesiyle Baş Başa Kalırdık…

“Çoğu zaman, Gourville’e hakim geniş düzlükten öteye gitmezdim; burası Combray’nin üstünden başlayıp Méséglise yönünde uzanan ovaya biraz benzediğinden, Albetine’den epeyce uzak mesafede bile olsam, bakışlarım ona ulaşmasa da, yanımdan geçen ve bakışlarımdan öteye ulaşabilen güçlü, tatlı deniz esintisinin, hiçbir engel karşısında durmadan Quetteholme’a kadar ineceğini, Saint-Jean-de-la-Haise’i yapraklarını arasında gizleyen ağaçların dallarını kıpırdatıp arkadaşımın yüzünü okşayacağını ve böylece, bu sonsuz büyüklükteki, ama tehlikesiz sığınakta tıpkı iki çocuğun zaman zaman birbirlerine seslerini duyuramadıkları, birbirlerini göremedikleri, ama uzakta da olsalar bir arada bulundukları oyunlardaki gibi, arkadaşımla aramda çifte bir bağ kuracağını düşünmenin mutluluğunu yaşardım. Denizin göründüğü yollardan geri dönerdim; Balbec’e ilk gelişimde, deniz dalların arasında ortaya çıkmadan önce gözlerimi kapatıp, toprağın dertli ninesi olan, henüz canlı varlıkların olmadığı zamanlardaki gibi, çılgınca, ezelî çalkantısını sürdüren denizi göreceğimi düşündüğüm yollardı bunlar…

Arabadan Quetteholme’da iner, çukur, sarp yolda koşar, bir tahtaya basarak dereyi geçer, küçük kuleleriyle, dikenli, kırmızı, bir gül ağacı gibi çiçekler açan kilisenin karşısında resim yapmakta olan Albertine’i bulurdum… İkimiz birbirimize yaslanarak çukur yoldan yukarı çıkar, bizi hiç görmemişçesine sakin olan küçük kiliseyi, derenin aralıksız sürüp giden sesiyle baş başa bırakırdık.”

Sodom ve Gomorra, 424 – 425

* * *

Gökyüzü Yıldızlarla Mışıl Mışıl Parlarken…

“Akşam yemeğinden sonra, otomobil Albertine’i tekrar getirirdi; ortalık hala kararmamış olurdu; hava daha az sıcak olsa da, kızgın bir günden sonra, ikimizde bilinmedik serinliklerin hayalini kurardık; o zaman incecik ay, alev alev yanan gözlerimize … gökyüzünde görünmez bir bıçağın kabuğunu soymaya başladığı bir meyvenin, önce hafif ve ince kabuğu gibi, sonra da soğuk bir dilimi gibi görünürdü… Hava tamamen karardığında ve gökyüzü, otel müdürünün deyimiyle yıldızlarla mışıl mışıl parlarken, elimizde bir şişe şampanyayla ormanda dolaşmayı tercih etmemişsek, hafifçe aydınlanmış mendirekte hâlâ gezinen, ama kapkara kumlarda iki adım ötesini görmeleri mümkün olmayan insanlara aldırmadan, kumulların aşağısına uzanırdık; ilk kez deniz fonu üzerinde sahilden geçerken gördüğüm genç kızların dişi, denize ait ve sporcu zarafetini olduğu gibi esnekliğinde barındıran o bedeni, titreyen bir ışının ikiye böldüğü kıpırtısız denizin hemen kıyısında, aynı örtünün altında, kendi bedenime sımsıkı yapıştırırdım; denizin sesini, dalgaların kesildiğini zannettirecek kadar uzun süre soluğunu tutuşunu, sonra, beklenen, gecikmiş mırıltıyı nihayet ayaklarımızın dibinde koyverişini, hep aynı zevkle bıkmadan dinlerdik.”

Sodom ve Gomorra, 431-432

Notlar

Deleuze, Gilles. Proust ve Göstergeler, Çeviren: Ayşe Meral, Kabalcı Yayınevi, İst., 2004.

Proust, Marcel.  Kayıp Zamanın İzinde,  Sodom ve Gomorra, Çeviren: Roza Hakmen, 10. Baskı, YKY, İst.,2009.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.