5 11 2013
Venüs’ün Doğuşu: Amasra
Hayırlı bir iş için gittiğimiz Ankara’dan İstanbul’a dönerken Mustafa aniden önümüzde iki gün daha tatil olduğunu belirterek Amasra’ya gidelim mi diye sorunca Semra da Ayşen de ben de hayır diyemedik. Tam tersine dudaklarımızda bir tebessüm belirdi. Hiç birimizin görmediği ve her gidenin beğendiği bu şirin şehre gitmenin tam zamanı olmalıydı. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle uzayan hafta sonu tatili, bulunduğumuz coğrafik mekân düşünüldüğünde, en iyi böyle değerlendirilebilirdi. Üstelik uzun süredir gitmediğimiz Ankara’da hayli bunalmıştık. Şehrin merkezinden çevreye açılan Eskişehir yolu üzerindeki çorak araziye sıra sıra dizilmiş AVM’ler üstümüze üstümüze gelmiş, bu yetmiyormuş gibi çöl denizinde bir damla yeşilin bulunduğu ODTÜ Ormanı’nın katledilmiş olduğunu görmeye dayanamamıştık. Amasra’da nefes alabilirdik.
Bu arada şu notu eklemeden geçemeyeceğim: Birçok başkent gördüm, ama hiçbirinde AVM – Bakanlık – AVM – Devlet Dairesi – AVM – Askeri Tesis – AVM – Bakanlık… binaları şeklinde, menemen bardakları gibi bir dizilişe rastlamadım. Ankara’nın gerçekten büyük bir değişime ve dönüşüme ihtiyacı var.
Yol sormak için yaptığımız birkaç telefondan sonra Bolu – Gerede’den sağa ve kuzeye kıvrılan direksiyonun yönettiği – tabi Mustafa’nın önderliğinde – aracımız bizi Karabük – Safranbolu – Bartın hattı üzerinden Amasra’ya ulaştırıverdi. Bozkırın ortasındaki Ankara’dan çıktıktan sonra belli belirsiz yeşeren doğa, Karabük’teki Kardemir’i geçtikten sonra Safranbolu – Bartın hattındaki virajlı yolda coşmuştu. Yeşilin bin bir çeşidi sarı, turuncu ve kırmızı ile dansa dalmış, yol boyunca dizilen ağaçlar bizi bu dansa davet ediyordu.
Özellikle Bartın – Amasra güzergahı görülmeye değerdi: Önce biraz tırmanmış, sonra şehre hakim bir tepeye gelince gözlerimize inanamamıştık. İster istemez aklımıza 13. yüzyılda Cenevizliler tarafından ele geçirilen Amasra'ya 1460 yılı Ekim ayında bir sefer düzenleyen Fatih Sultan Mehmet’in bizim bulunduğumuz tepeye geldiğinde hayranlığını belli eden şu ünlü sözü gelmişti:
“Lala, lala, çeşm-i cihan bu m’ola” ve kaleye haber gönderir: “Bu kadar güzel bir yeri zarar vererek almak istemem. Kalenin anahtarını bana getiriniz.”
“Gott sei Dank!” – çok şükür – bunun üzerine kalenin komutanı anahtarı Fatih'in bulunduğu tepeye getirir ve şehir talan edilmeden zapt edilmiş olur. Aşağıda, Ayşen ve Semra, Fatih’in zapt ettiği bu kalenin içinde batmakta olan güneşin parlattığı yüzleriyle gülüyorlar.
Hemen bir arkadaşımızın önerdiği otelimize yerleştik ve güneşin batışını seyretmek için kalenin yolunu tuttuk. Kaleye girerken hemen sağımızda yükselen ve fotoğrafını çekemediğim ev ile ikamet edenleri çok ama çok ilginçti. Dış cephesi açılan delikler nedeniyle yoksulluktan tenekeyle kaplanmış olan ev ve üst kattaki küçücük penceresinden dışarısını seyreden yaşlı iki kadın tarihten de eski görünüyorlardı. Umarım Amasra’ya bahara bir kez daha yapmayı planladığım seyahatimde bu ilginç tabloyu sizlere gösterebilirim. Şimdi hep birlikte güneşin batışını izleyelim; bana bakan Ayşen, Semra ve Mustafa ile birlikte.
Denize doğru uzanmış bir burun, burnun iki yanında korunaklı birer liman görevi gören iki koy – küçücük bir yarımada – ve ana karaya bağlı olan ya da olmayan bağımsız adaları ile eşsiz bir görsel güzelliğe sahip olan Amasra, hem 3000 yıllık tarihi, hem bir ahşap oyma sanatı olan çekicilik ve balıkçılığa dayanan yerel sanatları, hem de kendini çevreleyen rengârenk ve zengin ormanlık alanları ile mutlaka görülmeye değer, şirin, sakin, zamanın yavaş aktığı, hatta zaman zaman durduğu, bunca yıl kendini sakladığı için de gizemli bir şehir izlenimi veriyordu.
Bu haliyle Amasra, Botiçelli’nin Venüs’ün Doğuşu tablosunda olduğu gibi ergen ve çıplak bir kadının tüm gizemini içinde sakladığı denizkabuğu üzerinde denizden doğup kıyıya çıkışını hatırlatıyordu.
Amasra’nın hemen her çeşit balığın bulunduğu özgün balık lokantalarının efsanevi özelliklere sahip olduğunu duymuştum. Hava da karardığına göre kendimizi bir balık lokantasının derin sularına bırakmanın zamanı gelmiş demektir. Kalkan balığımızda geldi. Pek lezzetliymiş. Afiyet olsun.
Ertesi gün güneş pek parlak, ortalık pek sakin ve ıpıssız görünüyordu. Keyfini çıkaralım dedik; sevgili karım Ayşen'le.
Madem ki bu saklı kenti Fatih Sultan Mehmet fethetmiş, öyleyse onunla bir hatıra fotoğrafı çektirmeden olmaz.
Bu güneşli güzel günde Amasra Belediyesi’nin hemen arkasında kurulan pazaryerindeki güleç yüzlü kadınlardan aldığımız erişte, kocayemiş ve yeşil salatalar ellerimizde, şehrin liman tarafında kısa bir tur attık. Bu tur sırasında gördüğümüz iki yeni binanın arasına sıkışmış olan eski bir ev zamana karşı direniyordu.
Dönüş yolundaki manzara da görülmeye değerdi. Yeşilin bin bir tonu ile kırmızı, sarı ve turuncunun oluşturduğu harmoni ortalığa ışık saçıyordu.
Gecikmiş öğlen yemeğimizi yol kenarındaki “outlet”lerde yemek yerine, yolumuzun üzerindeki Adapazarı’nda Meşhur Köfteci Mustafa’yı tercih ettik. Sonra ver elini İstanbul. Mistik İstanbul; her zaman döndüğümüz ve döneceğimiz.…
Not: Amasra gündemimizde olmadığı için fotoğraf makinelerimizi almamıştık. Bu nedenle fotoğrafları cep telefonum ile çektim. Pek net olmayan görüntüler nedeniyle lütfen bağışlayın ve fotoğrafların üzerine tıklayın!
“Birkaç Damla Görüngübilim” Fraktallaşma
Hoş bir yazı olmuş Bülent. Darısı Urlanın başına
Teşekkürler Mustafa. Urla’yı en kısa zamanda gündemimize almalıyız.
Bir yaşanan olay bu kadar yalın , anlaşılır , güzel yazılabilir. Çok imrendirici olmuş, okuyan Amasraya koşacak. Birde yenilenleri detaylasaydın herkes koşarak en kısa zamanda Amasra'nın yolunu tutardı. Kalemine kuvvet devammmm… Semra
Teşekkürler Semra. İmkan buldukça yazmaya devam edeceğim. Gerçekten birlikte çok güzel zaman geçirdik.