16 11 2018
Guermantes Tarafı
Kayıp Zamanın İzinde’nin üçüncü cilt aristokrat çevrenin anlatıldığı ve anlatıcının adlarının büyüsüne kapıldığı Guermantes Tarafı’dır. Bu ciltte, özellikle, Guermantes Düşesi, namı diğer Mme de Guermantes yani ilk adıyla Oriane, başroldedir. Proust, daha Swann’ ların Tarafı ’nda şunları yazıyordu: “Gözleri, koparılması imkânsız olsa da, sadece bana sunduğu bir cezayirmenekşesi gibi maviydi; bir bulutun tehdit ettiği, ama yine de bütün gücüyle meydana ve ayin eşyaları bölmesine oklarını yağdıran güneş, tören için yere serilmiş kırmızı halıları sardunya tonlarına boyuyor, Mme de Guermantes’ın üzerinden gülümseyerek ilerlediği yünlü halılara kadifemsi bir pembelik, ışıktan bir üsttabaka ekliyor, Lohengrin’in kimi pasajlarıyla Carpaccio’nun kimi resimlerine özgü, Baudelaire’in, trompet sesini niçin harikulade sıfatıyla tanımladığını anlamamızı sağlayan, görkem ve neşeyle sarmalanmış bir sevgi, ağırbaşlı bir yumuşaklık katıyordu.”
Bu ciltte yazarlık yeteneği gelişmeye başlayan anlatıcı büyükannesinin can çekişmesini olağanüstü bir dille anlatır. Büyükanne ölürken anlatıcının çocukluğunu da alıp götürecektir. Kimi Proust uzmanlarına göre Kayıp Zamanın İzinde’de sözü edilen büyükanne aslında Proust’un annesidir. Nitekim Marcel Proust, annesi öldüğünde hizmetkârı Céleste Albaret’ye “Anneciğim ölürken, küçük Marcel’i de yanında götürdü” demiştir. İlginçtir, Céleste Albaret’den Kayıp Zamanın İzinde’de, aynı adla, çok kısa olarak, Balbec’teki otelde kurye olarak çalışan iki kız kardeşten birisi olarak söz edilir.
Bu cildin en önemli kişisi Mme de Guermantes olmakla birlikte en önemli olayı anlatıcının büyükannesinin ölmesidir. Ölümün, anlatıcının büyükannesini yatağına bir genç kız görünümünde yatırmış olduğu sahne müthiştir. Ama önce Doktor Cottard’ın Marcel’in hasta olan büyükannesinin ateşini ölçmelerini istemesi üzerine gidip getirilen termometrenin şu yaptıklarına bir bakar mısınız lütfen:
Küçük Falcı Parlak Çubuğuyla 38,3 Sayısını Gösteriyordu…
“Gidip bir termometre getirdik. Tüp hemen hemen yarı yarıya boştu. Cıvayı, küçük kabının dibine büzüşmüş o gümüşi semenderi zor fark edebiliyorduk. Ölü gibiydi. Cam çubuğu büyükannemin ağzına yerleştirdik. Uzun süre bırakmamız da gerekmedi; küçük büyücü falına hemen bakıverdi. Onu kulesinin orta yerinde, kıpırtısız, asılmış kalmış halde buluverdik; kendisine sorduğumuz, büyükannemin ruhunun kendini yoklayarak asla çıkaramayacağı sayıyı kesin olarak gösteriyordu: 38,3 C°. İlk kez bir endişeye kapıldık. Kaçınılmaz işareti silmek için termometreyi hızla salladık; sanki kaybedilen ısıyla birlikte büyükannemin ateşini de düşürebilirmişiz gibi. Heyhat! Aklı olmayan küçük falcının bu cevabının keyfi olmadığı çok açıktı; çünkü ertesi gün termometre büyükannemin dudakları arasına tekrar yerleştirildiğinde, bizim için görünmez olan bu gerçeğin kesinliği ve sezgisiyle donanmış olan küçük kâhin, neredeyse hiç vakit kaybetmeden, adeta tek bir sıçrayışla, yine aynı noktada hiç kıpırdamadan durdu ve parlak çubuğuyla yine aynı 38,3 sayısını gösterdi. Başka bir şey söylemiyordu, ama ne kadar dilesek, istesek, yalvarsak da, hiçbirine kulak asmayacak gibiydi; uyarı ve tehdit niteliğindeki son sözü buydu.
Bunun üzerine, onu cevabını değiştirmeye zorlamak amacıyla, aynı âlemden başka bir yaratığa başvurduk; bu ondan daha güçlü, bedeni sorgulamakla kalmayıp emir de verebilen bir yaratıktı: o sırada henüz kullanılmayan aspirinle aynı türden bir ateş düşürücü. Termometreyi bir daha yükseltmek zorunda kalmaz umuduyla 37,5C°’nin altına indirmemiştik. Büyükanneme ateş düşürücüyü verdikten sonra tekrar termometreyi yerleştirdik. Bir arka aracılığıyla daha yüksek bir yetkiliden aldığımız emri gösterdiğimizde emre söyleyecek bir şey bulamayan ve ‘Tamam bir şey diyemem, madem öyle geçin’ diyen acımasız bir bekçi gibi, kül yutmaz görevli bu sefer hiç kıpırdamadı. Ama hırçınlıkla ‘Ne yararı olacak bunun size’ der gibiydi. ‘Madem kininle tanışıklığınız var, tamam, bir defa, on defa, yirmi defa kıpırdamama emri verecek bana. Sonra sıkılacak; ben onu iyi tanırım. Hep böyle sürmez bu. O zaman ne geçecek elinize?’”
Guermantes Tarafı, 256-257
Büyükannem Bir Genç Kız Görünümündeydi…
“Oksijenin ıslığı birkaç dakika boyunca duyulmadı. Ama alınıp verilen solukların mutlu iniltisi hâlâ yükseliyor, hafif, düzensiz, yarıda kesilerek, durmadan tekrarlanıyordu. Ara sıra, her şey bitmiş gibi soluklar kesiliyordu; belki uyuyan bir insanın nefes alışındaki oktav değişiklikleri yüzünden, belki de doğal bir kesilme, anestezinin sonucu, nefes tıkanıklarında bir artış, kalpte bir zayıflama yüzünden. Doktor tekrar büyükannemin nabzını tuttu, ama yeni bir şarkı, kurumuş bir ırmağa katılan bir kol gibi, yarım kalmış cümleye bağlanmaktaydı bile. Bu yeni şarkı başka bir perdeden, aynı bitmez tükenmez bir coşkuyla başlıyordu. Kim bilir, belki de büyükannem farkında olmadan, acıyla bastırılan onca mutluluk, onca sevgi, şimdi uzun süre sıkıştırılmış hafif gazlar gibi dışarı çıkıyordu. Sanki bize söylemek istediği her şey dökülüyor, böyle uzun uzadıya, sabırsızlıkla, içini açarak bize hitap ediyordu. Yatağın ayak ucunda, bu can çekişmenin her soluğuyla çırpınan, ağlamayan, ama zaman zaman gözyaşlarıyla sırılsıklam olan annem, yağmurun dövdüğü, rüzgârın birbirine dolaştırdığı yapraklar gibi bilinçsiz ve perişandı. Büyükannemi öpmeden önce gözlerimi kurulamamı söylediler.
‘Ama artık göremiyor sanıyordum’ dedi babam.
‘Belli olmaz’ diye cevap verdi doktor.
Dudaklarım büyükanneme dokunduğunda, belki bir refleksle, belki de kimi sevgiler, bağlanmak için neredeyse duyulara ihtiyaç duymadıkları şeyleri, bilinçsizliğin perdesinin ardından tanıyabilecek, aşırı bir duyarlılığa sahip olduklarından, elleri kıpırdadı, vücudu baştan başa ürperdi. Büyükannem birden doğruldu, canını savunan bir insan gibi zorlu bir çaba gösterdi. Françoise, bu görüntüye dayanamayarak hıçkırıklara boğuldu. Doktorun söylediklerini hatırlayıp Françoise’ı odadan çıkarmak istedim. Tam o sırada, büyükannem gözlerini açtı. Gözyaşlarını saklamak için Françoise’in üzerine atıldım; annemle babam bu sırada büyükannemle konuşuyordu. Oksijenin sesi kesilmişti; doktor yataktan uzaklaştı. Büyükannem ölmüştü.
Birkaç saat sonra, Françoise, o güne kadar hep büyükannemden daha genç görünen, yeni kırlaşmaya başlamış o güzel saçları, son bir kez, bu sefer acıtmadan tarayabildi. Bu saçlar, şimdi, aksine, yıllardır ıstırabın eklediği kırışıklıklardan, kasılmalardan, şişlerden, gerginliklerden, gevşemelerden kurtulup tekrar gençleşmiş olan çehrenin üzerine yaşlılık tacını oturtuyor gibiydi. Ailesinin kendisine bir eş seçtiği, o çok eskilerde kalmış günlerde olduğu gibi, zarif yüz hatları saflık ve itaati yansıtıyor, yanakları, yılların yavaş yavaş yok ettiği iffetli bir umutla, bir mutluluk hayaliyle, hattâ masum bir neşeyle parlıyordu. Can çekilirken, hayatın düş kırıklıklarını da beraberinde götürmüştü. Ölüm, büyükannemi bu son yatağına, ortaçağ heykeltıraşı gibi, bir genç kız görünümünde yatırmıştı.”
Guermantes Tarafı, 297- 298
André Acıman’ın hazırladığı Proust Projesi’nde, Wayne Kostenbaum, romanın ilginç göstergelerinden biri olan – Marcel’in, Odette’te olduğu gibi, etrafında pervane olduğu için tıpkı kaos teorisindeki ifadesiyle tuhaf çeker de diyebiliriz – Mme de Guermantes’ı, unvanı, adı, çevresine karşı olan mesafeli duruşu, konumu, güzelliği, burnu, telaffuzu, şifonu ve diğer tüm özellikleriyle birlikte Marcel’in kısa süren en şiddetli aşkı olarak niteler. Marcel’in geçici olarak karasevdaya tutulduğu Guermantes Düşesi, romandaki aristokrat çevrenin en önemli temsilcisi olarak, asalet unvanının kendisine verdiği güçle ulaşılamaz, her zaman kendinden emin, entelektüel, kibirli ve snop bir profil çizer.
Tanıştıkları ilk zamanlar, yolda yürürken, opera locasında, arabaya binerken ya da arabayla geçerken Marcel’in gördüğü düşes ile hayal ettiği düşes arasındaki uçurum bu efsanevi kadını anlatılmaz kılar. Daha çok tarihsel adı nedeniyle önceleri taparcasına sevdiği, daha sonra ise arkadaş olduğu Guermantes Düşesi’ni roman boyunca farklı yönleri ve tüm ayrıntılarıyla anlatan anlatıcı Marcel’in (siz tabii ki Proust anlayın) yarattığı bu karakteri, daha iyi tanıyabilmek adına olsa gerek, Wayne Kostenbaum, ünlü Jacqueline (Kenedy) Onassis, soprano Anna Moffo, ünlü Fransız oyuncu Catherine Deneuve, Rüzgâr Gibi Geçti de Scarlett O’Hara rolündeki Vivien Leigh ve Vertigo ’daki Kim Novak’a benzetir. Ben ise her nedense daha çok ünlü soprano Maria Callas’a benzetiyorum.
Bazen Saint – Germain muhitinin tüm hazlarını içinde toplamış pembe sedefli bir deniz kabuğu, bazen sivilceli ve kırmızı beneklerle dolu somurtkan bir yüz, bazen profilden kuş gagasına benzeyen bir burun, bazen bir Mısır tanrıçası, bazen de bakışları delici ve mavi bir göz halinde beliren Guermantes Düşesi’ni gerçekten seven anlatıcı, Paris dışında ve Balbec yakınlarında bir kasabadaki askeri garnizonda görev yaptığı için Paris’e gelmesi kolay olmayan ve aynı zamanda düşesin yeğeni olan arkadaşı Robert de Saint-Loup’yu ziyarete gittiğinde, düşesten ayrı kaldığı için büyük bir acıya gark olur ve onunla aynı yıldızlara baktığını, tatlı bir esintinin ondan haber getirdiğini hayal eder.
Tekrar Paris’e döndüğünde, yolda yürürken gördüğü düşesin hareketlerini, büyük bir ressamın fırça sallamasını izler gibi izleyen anlatıcı, Hıristiyanlığın ilk çağlarındaki azizelere benzettiği Mme de Guermantes’ı bakışlarıyla üzmekten utanırken, onun, ‘Canım, nihayet, sokaklar herkese aittir’ deyişini hatırlayarak teselli bulur.
Mısır Tanrıçası Misali, Gözleri Delici ve Maviydi…
“… Mme de Guermantes’ın yürüyerek Parma Prensesi’ne öğle yemeğine gideceğini duymuşsam, öğleye doğru düşesi ten rengi satenden elbisesiyle, gün batımında bir bulut gibi, kıyafetiyle aynı tondaki yüzüyle merdivenden inerken gördüğümde, karşımda Saint-Germain muhitinin bütün hazlarını küçük bir hacimde toplanmış halde, bir deniz kabuğunun pembe sedefli, parlak kapakları arasında görür gibi olurdum…
… Mme de Guermantes’ı her görüşümde, hayalimle gördüğüm arasında, her defasında farklı bir uçurum olduğunu fark ediyordum. Tabii ki her gün Mme de Guermantes’ın sokağın tepesinde belirdiği anda, hala uzun boyunu, kabarık saçların altındaki aydınlık bakışlı çehreyi, orada bulunmama sebep olan bütün bu şeyleri görüyordum; buna karşılık, birkaç saniye sonra, beni oraya götüren bu karşılaşmayı beklemiyormuş gibi görünmek amacıyla gözlerimi başka birine çevirmişken, aynı hizaya geldiğimiz anda düşese baktığımda gördüğüm şey, açık havadan mı, ergenlik sivilcelerinden mi kaynaklandığını bilmediğim, kırmızı beneklerle dolu, her gün şaşırmış gibi yaparak verdiğim, görünüşe bakılırsa hoşlanmadığı selamıma gayet soğuk, Phaidra gecesinin kibarlığından uzak bir karşılık veren, somurtkan bir yüzdü… Artık, Mme de Guermantes’ın nasıl biri olduğunu, onu neresinden tanıdığımı, sorsalar söyleyemezdim; çünkü görünümünün birer parçası olan elbisesi ve şapkası gibi, çehresi de her gün değişiyordu.
Günün birinde, karşıdan eflatun bir şapkanın altında, iki mavi gözün etrafına simetrik olarak yerleşmiş güzel hatlardan oluşan, burun çizgisi ortadan kalkmış gibi görünen yumuşak, parlak bir çehre gördüğümde, niçin mutlu bir sarsıntıyla, eve Mme de Guermantes’ı görmeden dönmeyeceğimi anlıyordum? Kestirme bir sokakta, lacivert bir berenin altında, profilden kuş gagasına benzer bir burun, delici bir gözün böldüğü kırmızı bir yanak çizgisi, bir Mısır tanrıçası misali belirdiğinde, niçin aynı gün önceki heyecanı yaşıyor, aynı kayıtsız tavrı takınıyor, aynı dalgın edayla gözlerimi başka yöne çeviriyordum? Bir defasında gördüğüm, sadece burnu kuş gagasına benzeyen bir kadın değil, adeta bir kuştu: Mme de Guermantes’ın kıyafeti, beresine varıncaya kadar kürktendi; hiç kumaş görünmediği için, kendinden, doğal bir kürkü varmış gibiydi; kalın, düz, pas rengi, yumuşak tüyleri kürkü andıran kimi akbabalar gibi. Bu doğal tüylerin ortasındaki küçük kafanın kuş gagası aşağı kıvrık, ileri çıkık gözleri delici ve maviydi…
Mme de Guermantes’ı gerçekten seviyordum. Tanrı’dan isteyebileceğim en büyük mutluluk, başına her türlü felaket getirmesi, onun da mahvolmuş, gözden düşmüş, beni ondan ayıran bütün imtiyazları kaybetmiş halde, oturacak evi de, kendisine selam verecek bir tek kişi de kalmamışken, gelip bana sığınmasıydı…
Bazı akşamlar … Mme de Guermantes’ı öyle özlerdim ki, nefes almakta güçlük çekerdim; sanki göğsümün bir bölümü usta bir anatomi uzmanı tarafından kesilip çıkarılmış, yerine aynı boyutlarda manevi acı, özlem ve aşk konmuştu… Hava açıksa ‘Belki o da kırdadır, aynı yıldızları o da seyrediyordur,’ derdim kendi kendime… Mme de Guermantes’ı sadece gökyüzünde düşünmüyordum. Tatlı bir esinti olsa, bana ondan haber getirdiğini sanıyordum… Benim için artık yalnız yıldızlar ve rüzgâr değil, zamanın matematiksel bölümleri bile sancılı ve şiirseldi. Artık her gün, kararsız bir tepenin hareketli bir doruğu gibiydi benim için; bir yamacından unutuşa inebileceğimi hissedebiliyor, öbür yamacından, düşesi görme ihtiyacına sürükleniyordum…
Uzaktan yürüyüşünü, şemsiyesini açışını, karşıdan karşıya geçtiğini seyrettiğim kadının uzmanların görüşüne göre, bu hareketleri yapma ve harikulade bir şey haline getirme sanatında, yaşayan en büyük sanatçı olduğunu düşünüyordum. Bu arada o ilerledi; bu dağınık şöhretten habersiz, ince, direngen ve şöhretten hiçbir şey almamış olan vücudu, incecik mor ipekliden bir eşarbın altında yana eğilir, gülmeyen açık renk gözleri dalgın dalgın önüne bakar, belki beni görürlerdi; dudağının kenarını ısırırdı; manşonunu düzeltişini, bir yoksula sadaka verişini, çiçekçi kadından bir demet menekşe alışını, büyük bir ressamın fırça sallamasını izler gibi bir merakla seyrederdim. Benim hizama geldiğinde, hafif bir gülümsemeyle birlikte, selam verince, sanki benim için çini mürekkebiyle bir resim, bir şaheser yapmış, bir de ithaf eklemiş gibi olurdu… Her elbisesi bana doğal, zorunlu bir ortam, adeta ruhunun belirli bir yönünün yansıması gibi görünürdü… Mme de Guermantes’ın çehresi, sarı saçlarının altında, hülyalı görünüyordu. Ben her zamanki kadar kederli değildim; çünkü ifadesindeki hüzün, rengin şiddetinin, kendisiyle dünyanın geri kalanı arasına çektiği duvar, beni rahatlatan bir mutsuzluk, yalnızlık havası veriyordu ona. Bu elbise, kendisinde tanımadığım ve belki teselli edebileceğim bir kalbin lal rengi ışınlarının, onun etrafında cisimleşmesiydi adeta; yumuşak dökümlü kumaşın gizemli ışığına sığınmış haliyle, bana Hıristiyanlığın ilk çağlarından bir azizeyi hatırlatıyordu. O zaman, bu din şehidini bakışlarımla üzmekten utanıyordum. ‘Canım, nihayet, sokaklar herkese aittir’…”
Guermantes Tarafı, 31, 52-53, 58,101-102, 122-123
Guermantes Düşesi’ni Mme de Villeparisis’in evinde gören Marcel onu kendinden emin ve dirayetli bir kadın olarak betimlerken son derece dikkatlidir. Davet, bir türlü bitmek bilmez ve kitapta yaklaşık seksen sayfa yer işgal eder. Sosyete dünyasının resmedildiği bu bölüm aristokrat yaşam biçiminin anlatımı bakımından önemlidir.
Guermantes Ormanlarının Loş, Yaldızlı Serinliğini Estiriyordu…
“Mme de Guermantes oturmuştu. Adına unvanı eşlik ettiği için, somut varlığına düklüğü de ekleniyor, etrafına yayılıyor, salonun ortasında, oturduğu pufun çevresinde Guermantes ormanlarının loş, yaldızlı serinliğini estiriyordu. Aralarındaki benzerliğin düşesin çehresinde daha okunabilir olmamasına şaşıyordum sadece; düşesin yüzünün bitkiyi çağrıştıran bir yanı yoktu; olsa olsa – sanki Guermantes ismiyle armalanmış olması gerekirmiş hissini uyandıran – yanaklarının kızarıklığı, açık havada at üzerinde yapılan uzun gezintilerin sonucuydu, ama sureti değildi. Daha sonraları kendisine karşı ilgisiz kaldığımda düşesin bir çok özelliğini yakından tanıdım; özellikle de (başından beri farkına varmadan büyüsüne kapıldığım şeyi o an için yeterli bulmamın sonucu) gözlerini: Fransa’da bir öğle sonrasının uçsuz bucaksız, açık, parlamadığı zaman bile aydınlık olan mavi göğü, bir tablodaki gibi hapsedilmişti bu gözlerde; bir de sesini: bu kısık sesi insan ilk duyduğunda, neredeyse basit bulurdu; bu seste tıpkı Combray Kilisesi’nin basamaklarında veya meydandaki pastanede olduğu gibi, taşra güneşinin tembel, kaygan yaldızı yayılırdı. Ama o ilk gün hiçbir şeyi ayırt edemiyordum; tutkulu dikkatim, az da olsa kavrayabileceğim, Guermantes isminden bir şeyler bulabileceğim her şeyi derhal buharlaştırıyordu. Ne olursa olsun, Guermantes Düşesi adının, herkes için onu tanımladığını düşünüyordum; bu ismin tanımladığı akıl almaz hayatı, bu beden başarıyla içinde barındırıyor, şimdi de farklı insanların arasına sokuyordu; dört bir yandan kendisini kuşatan bu salonun üzerindeki etkisi o kadar belirgindi ki, bu hayatın uzantısının kesildiği yerde, köpürerek bir sınır çizdiğini görür gibi oluyordum: mavi Çin ipeklisinden şişkin eteğinin halının üzerinde çizdiği çemberde, düşesin açık renk gözbebeklerinde, gözlerini dolduran kaygıların, anıların, anlaşılmaz, aşağılayan, neşeli ve meraklı düşüncelerin ve bu gözlere yansıyan yabancı görüntülerin kesişme noktasında… Düşes gülümsermiş gibi, küçümser ve dalgın bir tavırla dudaklarını büzmüş, esrarengiz hayatının en uç antenine benzeyen şemsiyesinin ucuyla halının üzerine yuvarlaklar çiziyor, sonra, insanın baktığı şeyle kendisi arasındaki her türlü temas noktasını yok etmekle işe başlayan o kayıtsız dikkatle, gözleri hepimize dikkatle çevriliyor, ardından kanepeleri, koltukları inceliyordu, ama o sırada tanıdık, neredeyse insani olan bir nesnenin, önemsiz de olsa varlığının uyandırdığı insanca yakınlıkla yumuşuyordu bakışları; bu mobilyalar bizim gibi değillerdi; bir bakıma onun dünyasının bir parçasıydılar, teyzesinin hayatıyla bağlantılıydılar; sonra bakışları Beauvais mobilyadan, üzerinde oturan kişiye çevriliyor ve o zaman bir kavrayışa bürünüyor, Mme de Guermantes’ın teyzesine olan saygısından dile getirmediği, ama adeta koltukların üzerinde bizim yerimize bir yağ lekesi veya toz tabakası görmüşçesine bir kınamayı yansıtıyordu.”
Guermantes Tarafı, 173-175
Notlar
Acıman, Andre. Proust Projesi, Çeviren: Başak Bingöl, Sel Yayıncılık, İst., 2010.
Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Guermantes Tarafı, Çeviren Roza Hakmen, 7. Baskı, YKY, İst., 2010.
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde Moda: Henüz Değil – Artık Değil