Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

Kayıp Zamanın İzinde’nin İkinci cildini oluşturan Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’ nin (ilk bölümü olan “Mme Swann’ın Çevresinde”, aslında Swann’ ların Tarafında’ nın devamı niteliğindedir ve anlatıcının Odette’e olan tutkusunu dile getirir. Anlatıcının etrafında pervane olduğu ve tanıyan hemen herkesin aşık olduğu bu müstesna kadın, bu cildin en önemli göstergesi ya da kaos teorisindeki tanımıyla en tuhaf çekeridir*; aynı anlama gelmek üzere, çekici öğesi de diyebiliriz.

Bu arada ortaya yeni kişiler çıkar. Bunlar, diplomat Norpois, anlatıcının hayran olduğu yazar Bergott ile tiyatroda dönemin büyük oyuncusu La Berma, anlatıcının tatil yöresi Balbec’te iken büyük bir tutkuyla âşık olduğu ele avuca sığmayan çiçek açmış genç kızlardan Albertine ile aynı “küçük çeteye” mensup Andrée ve Giséle, aristokrat çevreden Mme de Villeparisis, eserin en renkli simalarından ve Guermantes dükünün kardeşi eşcinsel M. de Charlus, namı diğer Charlus baronu Palaméde, Palaméde’nin yeğeni Robert de Saint-Loup ve ressam Elstir’dir.

Bence Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’nin en güzel sahnesi, güneş doğarken gökyüzünün nar kırmızısına boyandığı, anlatıcının trende seyahat ederken bu manzarayı görmek için trenin bir penceresinden diğerine koşup durduğu sahnedir ki, bu bölümü kitabımın sonuna alıyorum. İkinci güzel sahnenin, anlatıcının arabayla giderken gördüğü ağaçların kollarını umutsuzca sallayarak uzaklaştıklarını gördüğü benzersiz ve olağanüstü sahne olduğunu düşünüyorum. Nuri Bilge Ceylan bu sahneyi, eminim ki, çok güzel çekerdi.

Bir diğer sahne ise anlatıcının “çete” olarak nitelediği ve bu cilde adını veren çiçek açmış genç kızların Balbec’teki siluetlerinin resmedilmesidir.

Ama, madem ki bu ciltte anlatıcının Odette’e olan tutkusu hakimdir, o zaman ben de öncelikle Odette’in anlatıldığı son derece hoş bir bölümle devam etmek, deyim yerindeyse Swann’ ların Tarafı’ndan yaptığım aktarmalara yenilerini eklemek istiyorum. Ama geçerken söylemeliyim, yapacağım bu yeni alıntıda Marcel’in, Mme Swann’ın hayretle farkına vardığı elbisesinin ayrıntıları o kadar büyük bir estetik hayranlığa şayan olur ki, okudukça bir hazdan diğerine koşarız. Kuşkusuz, bu, Fredric Jameson’un yine Ütopya Denen Arzu ’da ifade ettiği gibi, ütopiktir ve her ütopya gibi olağanüstüdür.

 

Gotik Heykeller Gibi…

“Ansızın, ağaçlıklı yolun kumları üzerinde, ancak öğle vakti açılan en güzel çiçek gibi, gecikmiş, ağır ve sağlıklı bir halde, Mme Swann belirirdi – etrafında açılan, her defasında farklı elbisesini, ben en çok mor renkte hatırlarım – sonra, elbisesinin saçılan yapraklar gibi yere dökülen kıvrımlarıyla aynı tondaki uzun, ipekli şemsiyesini sapını havaya dikerek açar, çiçeğin açılması tamamlanırdı… Gülümseyerek, güzel havadan, henüz rahatsızlık vermeyen güneşten memnun, eserini tamamlamış, başka bir şeye aldırmayan bir yaratıcının güvenli ve dingin edasıyla – gelip geçen sıradan insanlar takdir etmese de bütün kadınlarınkinden daha  şık olduğundan kuşku duymadığı kıyafetini kendisi ve dostları için, doğallıkla, aşırı bir dikkat göstermeden, ama tamamen de ilgisiz kalmadan taşırdı; korsajındaki, eteğindeki küçük kurdelelerin, varlığından haberdar olduğu yaratıklar gibi, önünde hafifçe dalgalanmalarına ses çıkarmaz, adımlarını izledikleri sürece, kendi ritimleriyle, oyuna dalmalarına hoşgörüyle izin verir ve hatta, çoğu kez geldiğinde hala açmamış olduğu mor şemsiyesine, ara sıra, bir Parma menekşesine bakarcasına mesut ve tatlı bakışlar fırlatırdı; bu bakışında, dostlarında çevirip cansız bir nesneye yönelttiğinde bile, hâlâ bir tebessüm okunurdu… Zaten Mme Swann’ın derin bir bilgi sahibi olduğu tören ve ayin kuralları gereği kıyafetinin mevsime ve saate özel ve zorunlu bir ilişkiyle bağlı olduğundan hiç şüphe duymadığım için, yumuşak hasır şapkasının çiçekleri, elbisesinin küçük kurdeleleri, bahçelerdeki, ormanlardaki çiçeklerden bile büyük bir doğallıkla, mayıs ayından doğmuş gibi gelirlerdi bana; mevsimin körpe huzursuzluğunu anlamak için, gözlerimi daha yakın, yuvarlak, yumuşak, hareketli ve mavi bir gökyüzünü andıran açık, gergin şemsiyesinden daha yukarılara çevirmezdim. Bu egemen kurallar ve dolayısıyla Mme Swann, bütün ihtişamlarını, sabahın, baharın ve güneşin emrine sunarlardı tevazuyla; sabah, bahar ve güneş, ne kadar övülse azdı benim gözümde; çünkü bu kadar şık bir kadın, onları göz ardı etmemiş, onlar yüzünden, daha açık renk, daha ince bir kumaştan, yakasındaki, kollarındaki açıklıkla boyundaki, bileklerdeki nemi düşündüren bir elbise seçmiş, kısacası, onlar için hiçbir zahmetten kaçınmamıştı; tıpkı herkesin, avam tabakanın bile tanıdığı soylu bir hanımın, köye gidip sıradan insanları görmeye neşeyle gönül indirdiğinde, özellikle o gün için bir kır kıyafetine bürünmeyi ihmal etmemesi gibi. Mme Swann gelir gelmez kendisini selamlardım; o da beni durdurur, gülümseyerek, ‘Good morning’, derdi. Birlikte birkaç adım yürürdük. Giyimini belirleyen bu kutsal yasaların, hepsine, kendisi için, başrahibesi olduğu üstün bir bilgiye itaat eder gibi boyun eğdiğini anlardım; çünkü havayı fazla sıcak bulup önünü açmayacağı düşündüğü ceketini açtığında veya tamamen çıkarıp tutayım diye bana verdiğinde, bluzunda, şans eseri gizli kalmış binlerce ayrıntı keşfederdim; tıpkı dinleyenlerin kulağına hiçbir zaman ulaşmayacağı halde bestecinin bin bir özenle yarattığı orkestra bölümleri gibi, ya da kolumun üzerine katlı duran ceketin koluna uzun uzun, zevk ve kibarlık için bakar, harikulade bir ayrıntı, çok tatlı tonda bir şerit, normal olarak gözlerden saklı, ama dış bölümler kadar incelikle yerleştirilmiş mor bir pamuklu saten görürdüm; tıpkı bir katedralin seksen kadem yükseklikteki bir korkuluğunu arkasına gizlenmiş, ana girişteki alçak kabartmalar kadar mükemmel, bir sanatçının yolculuğu sırasında tesadüfen bütün kenti tepeden seyredebilmek için iki kulenin arasına çıkıp havada gezininceye kadar kimsenin görmediği gotik heykeller gibi. “

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, 187 – 189

 

cicek_acmis_genc_kizlarin_golgesinde

 

Büyükannesiyle birlikte Balbec’e giden Marcel bir gün büyükannesiyle birlikte Mme de Villeparisis tarafından arabayla gezintiye davet edilir. Coğrafik bağlam hatırlanamadığından uzak bir çocukluk dönemine ait olduğu anlaşılan bu anı, Marcel’e, Martinville’deki çan kulelerinin verdiği hazzı verir. Bir tür Dejavu ’nün yaşandığı bu anıdaki ağaçlar imgelemin doruk noktasıdırlar.

 

Ağaçların Kollarını Umutsuzca Sallayarak Uzaklaştıklarını Gördüm…

“Hudimesnil’e indik; birdenbire, içim Combray’den beri pek sık hissetmediğim derin bir mutlulukla, kimi çan kulelerinin, mesela Martinville’inkilerinin bana vermiş olduğu hisse benzer bir mutlulukla doldu. Ama bu sefer bu mutluluk yarım kaldı. Bir saniye önce, izlemekte olduğumuz inişli çıkışlı yolun arkasında üç ağaç görmüştüm; herhalde ağaçlı bir yolun başlangıcındaydılar, oluşturdukları deseni daha önce de görmüştüm; ait oldukları mekânı çıkaramıyordum, ama bir zamanlar benim için bildik bir yer olduğunu hissediyordum; zihnim bu şekilde çok gerideki bir yılla o an arasında sendeleyince, Balbec civarı sallanmaya başladı; acaba bu gezinti baştan aşağı bir kurgu mu, Balbec sadece hayalimde gitmiş olduğum bir yer mi, Mme de Villeparisis bir roman kahramanı mı, üç yaşlı ağaç da, okumakta olduğumuz, gerçekten kendimi oraya gitmişiz zannettiğimiz bir ortamı tarif eden kitaptan başımızı kaldırdığımızda karşılaştığımız gerçeklik mi, diye düşündüm kendi kendime.

Üç ağaca bakıyor, iyice görebiliyordum, ama nasıl ki fazlasıyla uzaktaki bir nesneye kolumuzu uzattığımızda, parmaklarımız ara sıra kılıfına belli belirsiz dokunur, bir türlü yakalayamazsa, zihnim de, ağaçların, ulaşamadığı bir şeyi gizlediklerini seziyordu. Bu durumda biraz dinlenir, sonra daha güçlü bir hamleyle kolumuzu öne uzatıp daha ileriye erişmeye çalışırız. Ama zihnimizin aynı şekilde toparlanabilmesi, güç kazanabilmesi için, tek başıma olmam gerekirdi… Mme de Villeparisis’ye fark ettirmeden gözlerimi kapatabilmek için bir an elimle örttüm. Hiçbir şey düşünmeden durdum, sonra toparlanmış, güçlenmiş dimağımla ağaçların yönünde, daha doğrusu kendi içimde ağaçları uzaktan gördüğüm yönde, ileriye doğru bir hamle yaptım. Yine ağaçların arkasında aynı bildik, ama belirsiz nesnenin varlığını sezdim, fakat kendime çekemedim. Bu arada araba ilerledikçe üç ağaç giderek yaklaşıyordu. Onları acaba daha önce nerede seyretmiştim? Combray civarında, ağaçlık bir yolun böyle başladığı her hangi bir yer yoktu. Bana hatırlattıkları mekâna birkaç yıl önce büyükannemle kaplıcalara gittiğimiz Almanya kırlarında da yer yoktu. Acaba hayatımın çok geride kalmış yıllarından geliyorlardı da, onun için etraflarındaki manzara hafızamdan tamamen kaybolmuş muydu; hiç okumadığımızı sandığımız bir eserde birdenbire karşımıza çıktıklarında heyecanlandığımız tanıdık sayfalar gibi, çocukluğumun ilk yıllarının unutulmuş kitabından bir tek onlar mı su yüzünde kalabilmişti? Yoksa aksine rüyada görülen ve en azından benim için hiç değişmeyen tuhaf görünümleri, gündüzki çabamın – Guermantes tarafında sık sık olduğu gibi, bu yerin görünümünün arkasında gizlendiğini sezdiğim sırra ulaşabilmek veya Balbec gibi görmeyi arzuladığım, gördüğüm günden itibaren de, bana tamamen yüzeysel gelen bir yere o sırrı kazandırmak için gösterdiğim çabanın – uykumda nesnelleşmesinden başka bir şey olmayan manzaralara mı aittiler? Bir önceki gece gördüğüm rüyadan çıkıp gelmiş, ama hızla silindiği için bana çok daha uzaklardan gelmiş hissi veren, yepyeni bir görüntü olabilir miydi? Yoksa onları daha önce hiç görmemiştim de, Guermantes tarafında gördüğüm bir ağaç gibi, bir ot tutamı gibi uzak bir geçmiş kadar karanlık ve kavranması güç bir anlam mı gizleniyordu arkalarında; beni bir düşünceyi derinleştirmeye teşvik ettikleri için, onlarda bir hatırayı bulmam gerektiğini mi sanıyordum? Veya hiçbir düşünce içermiyorlardı da, gözlerimde bir yorgunluk, bazen uzayda çift gördüğümüz gibi zaman da çift mi gösteriyordu onları bana? Bilmiyordum. Bu arada giderek yaklaşıyorlardı; belki efsanevi bir hayal, kehanetlerde bulunan cadıların veya Norn’ların dansıydı. Ben daha çok geçmişin hayaletleri, çocukluğumun sevgili arkadaşları, ortak anılarımıza seslenen kayıp dostlar olduklarını düşündüm. Birer hayalet gibi kendilerini yanımda götürmemi, onları hayata geri döndürmemi istiyorlardı. Saf ve tutkulu hareketlerinde, konuşma yeteneğini kaybetmiş, ne istediğini söyleyemeyeceğini hisseden, bizim de tahmin edemediğimiz, sevdiğimiz bir insanın çaresiz özlemini görüyordum. Birazdan, bir kavşakta araba onları terk etti. Araba beni, tek gerçek olarak inandığım, beni gerçekten mutlu edebilecek şeyden uzağa sürüklüyordu; hayatım gibi.

Ağaçların kollarını umutsuzca sallayarak uzaklaştıklarını gördüm; sanki bana haykırıyorlardı: Bizden bugün öğrenemediğini asla öğrenmeyeceksin.”

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, 260-262

* * *

Balbec çiçek açmış genç kızlarla doludur. Marcel arabayla dolaşırken gördüğü köylü kızlarına, sütçü kıza, oteldeki garson kıza âşık olur. Fakat mendirekte yürürken Marcel’in dikkatini çeken beşli bir çete (siz, çiçek açmış genç kızlar olarak anlayabilirisiniz) ve bu çetenin içinde öyle bir kız vardır ki, belki de Kayıp Zamanın İzinde işte bu kızla başlar. Bu genç kız mendirekte gördükten sonra ressam Elstir’in tanıştıracağı ve Marcel’i aşkından perişan edecek olan Albertine’dir.

 

Gözlerinden Yayılan Siyah Işın Benimle Karşılaştığında… 

“O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız, görünüşleri ve tavırlarıyla Balbec’te alışkın olduğumuz insanlardan o kadar farklıydılar ki, nereden geldikleri belli olmayan, plajda ölçülü adımlarla – gecikenlerin uçuşarak ötekilere yetiştiği – amacı, görmezmiş gibi davrandıkları insanlar için tamamen belirsiz, onların kuş zihinleri için ise son derece açık ve belirgin olan bir gezintiye çıkmış bir martı sürüsüne benziyorlardı…Kızların her biri diğerinden çok farklı bir tip olduğu halde, hepsinde bir güzellik vardı; ama doğruyu söylemek gerekirse, onları birkaç saniyedir görüyordum ve gözlerimi dikip bakmaya cesaret edemediğim için, henüz hiç biri belirginlik kazanmamıştı. Biri, sadece bir Rönesans resmindeki Arap Müneccim Kral gibi, diğerlerine zıtlık teşkil eden düz burnu ve esmer teniyle bireyselleşmişti zihnimde; bir başkası sert, dik kafalı ve gülen bakışlarıyla, bir diğeri yanağının sardunyayı akla getiren pembe – bakır rengiyle; hatta bu özelliklerin bile genç kızlardan hangilerine ait olduğunu kesin olarak saptayamamıştım henüz. Birbirinden son derece farklı özelliklerin yan yana bulunduğu, bütün renk dizilerinin birbirine yaklaştığı, ama cümlelerini seçtiğim fakat hemen unuttuğum için geçtikleri anda ayırt edemediğim, tanıyamadığım bir müzik gibi birbirine karıştığı bu harikulade bütünün ilerleyiş sırasına göre, beyaz bir oval, siyah gözler, yeşil gözler ortaya çıktığında, bunların biraz önce beni büyüleyenlerle aynı mı olduklarını bilemiyor, diğerlerinden ayırıp tanıyabildiğim tek bir genç kıza atfedemiyordum. Yakında aralarında yapacağım ayrımların şimdi kafamda bulunmaması, bu topluluğa uyumlu bir dalgalanma kazandırıyor, kolektif ve hareketli bir güzellin devamlı aktarımını sağlıyordu…

Her biri bu kadar güzel olan bu kızların arkadaş olup bir araya toplanması belki de sadece bir tesadüf eseri değildi… Belki ayrıca ait oldukları, benim adlandıramadığım sosyal sınıf, gelişmenin öyle bir devresindeydi ki, hem zenginliğin ve boş zamanların artması, hem de halk tabakasında yaygınlaşan yeni spor olanakları sayesinde, henüz zihinsel eğitimle tamamlanmamış bir beden eğitimine sahip bir sosyal çevre, tıpkı henüz zorlanmış ifadenin peşine düşmemiş olan ahenkli ve verimli heykelcik akımları gibi, doğallıkla ve bol miktarda, güzel bacaklı, güzel kalçalı, sağlıklı, diri yüzlü, becerikli ve kurnaz edalı güzel beden üretmekteydi. Karşımda, denizin önünde gördüğüm, Yunanistan’ın bir sahilinde, güneşin altında sergilenmiş heykellere benzeyen bu figürler, insan güzelliğinin soylu ve dingin örnekleri değil miydiler?

Öyleydiler; ışıklı bir kuyruklu yıldız gibi mendirekte ilerleyen bu topluluk, çevredeki kalabalığın başka türden varlıklardan oluştuğuna ve onların acı çekmelerinin bile kendilerinde bir dayanışma duygusu uyandırmayacağına kendi içinde hükmetmiş olsa bile, bunu belli etmiyordu; yayalara, dikkat etmesi beklenmeyen, harekete geçmiş bir makine misali, geçerken yollarında duran insanları kenara çekilmeye zorluyorlar, olsa olsa, varlığını kabul etmedikleri, temasa yanaşmadıkları yaşlı bir bey, ürkek veya öfkeli, ama gülünç hareketlerle önlerinden kaçmışsa, kendi aralarında bakışıp gülüşmekle yetiniyorlardı… Birkaç adım daha ilerlediler, sonra gelip geçenlerin yolunu tıkamak gibi bir kaygıları olmadan, şekli düzensiz, yoğun, alışılamamış, cıvıltılı bir kütle halinde, uçuşa geçmeden önce bir araya toplanan bir kuşlar meclisi gibi bir süre durdular; ardından denizin üzerinde, mendirek boyunca ağır gezilerine devam ettiler.

Büyüleyici hatları artık belirsiz ve karışık değildi…

Genç kızların her biri belirginleşmiş, bireyselleşmişti artık…

Bir an, bisikletini iten iri yanaklı, esmer kızın yanından geçtiğim sırada, yandan, gülen bakışlarıyla karşılaştım; bu küçük kabilenin hayatını içinde barındıran acımasız dünyadan, benim kimliğimin kesinlikle ne ulaşabileceği, ne de kendine bir yer bulabileceği erişilmez meçhulden bana yönelen bakışlarla. Beresi iyice aşağı çekilmiş bu genç kız, arkadaşlarının söyledikleriyle meşgul olduğu halde, gözlerinden yayılan siyah ışın benimle karşılaştığında, beni görmüş müydü? Gördüyse ne ifade edebilmiştim acaba ona? Beni hangi evrenin içinde görüyordu? Bunu tahmin etmem, komşu yıldızlardan birinin özelliklerini teleskop sayesinde görebildiğimiz zaman, bundan, orada insanların yaşadığı, bizi gördükleri ve bu görüntünün onlarda ne gibi düşünceler uyandırmış olabileceği sonuçlarını çıkarmak ne kadar zorsa, o kadar zordu.

Böyle bir kızın gözlerinin sadece parlak, mikadan halkalar olduğunu düşünseydik, onun hayatını öğrenmek ve kendimizle birleştirmek için yanıp tutuşmazdık. Ama o yansıtıcı yuvarlağın içinde parlayan şeyin, sadece maddi yapısından kaynaklanmadığını hissederiz; o varlığın, tanıdığı insanlar ve yerler hakkında oluşturduğu düşüncelerin, bizim tarafımızda bilinmeyen kara gölgeleridir parlayan – benim için İran cennetinin perilerinden daha çekici olan bu küçük perinin beni tarlalarda, ormanlarda pedal çevirerek götüreceği hipodromların çimi, yolların kumudur – ; ayrıca döneceği evinin, kendisinin veya başkalarının onun için yaptığı ileriye yönelik tasarıların da gölgesidir; hepsinden önemlisi de, arzularıyla, hoşlandıkları ve hoşlanmadıklarıyla, karanlık ve sürekli iradesiyle kendisidir. Gözlerindeki şeye sahip olmadığım sürece, bu genç bisikletçi kıza sahip olamayacağımı biliyordum. Dolayısıyla bütün hayatı, bende arzu yaratıyordu; gerçekleşmesinin mümkün olmadığını hissettiğim için sancılı bir arzuydu, ama baş döndürücüydü aynı zamanda; çünkü o ana kadarki hayatım, bir anda bütün hayatım olmaktan çıkmıştı; önümde uzanan, kat etmeye can attığım ve bu genç kızların hayatından oluşan mesafenin sadece küçük bir parçasıydı artık; bana mutluluk denen fazladan süreyi, kendini çoğaltma imkânını sunuyordu. Hiçbir ortak alışkanlığımızın – ve hiçbir orak fikrimizin – bulunmaması da, kuşkusuz onlarla ilişkiye girmemi, onların hoşuna gitmemi zorlaştıracaktı. Ama belki de bu farklılıklar sayesinde, bu kızların yapısının, davranışlarının bileşiminde benim bildiğim veya sahip olduğum bir tek unsur bile bulunmadığının bilinci sayesinde bende doygunluğun ardından – kuru bir toprağı yakan susuzluğa benzer – bir susuzluk baş göstermişti; bu hayata susamış olan ruhum, o ana kadar tek bir damlasını bile tatmadığı için açgözlülükle, kana kana, sonuna kadar soğuracak, içip bitirecekti hepsini…”

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, 323-326, 328-329

* * *

Marcel, beşli çete olarak nitelediği çiçek açmış genç kızları mendirekte gördükten sonra onları sürekli olarak izlemeye alır. Mahpus’ta uzun uzun anlatıldığı gibi, Paris’teki evinde zorunlu ikamete tabi tuttuğu odasında Albertine’e bakarken gördükleri ile henüz tanışamadığı Albertine hakkındaki şu izlenimleri müthiştir:

 

Fondaki Denizin Üzerine Çizilmiş Gibidir…

“Onu şimdi bile o haliyle, durmuşken, beresinin altında parlayan gözleriyle hatırlarım; fondaki denizin üzerine çizilmiş gibidir, benimle arasında saydam ve gök mavisi bir boşluk, aradan geçen zaman vardır; hafızamdaki bu küçücük resim, bir yüzün arzulanmış, kovalanmış, sonra unutulmuş, sonra tekrar bulunmuş ilk resmidir, sonraları sık sık odamdaki genç kıza bakıp, ‘İşte o’ diyebilmek için geçmişe yansıttığım resimdir.”

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde , 358-359

* * *

Marcel’le Albertine’in tanışmalarına ramak kalmıştır, ama heyhat! Zaten Proust’ta hemen her şey bir türlü gerçekleşmez değil midir?

 

Bakışlarımız, Birbirlerini Tanımadıkları İçin Uzaklaştılar…

“Elstir’e en yakın olan kızın, bakışlarıyla aydınlanan iri yüzü, birazcık gökyüzü için de yer ayrılmış bir pastaya benziyordu. Gözleri sabit olduğu zaman bile hareket duygusu uyandırıyordu; şiddetli bir rüzgâr estiği günlerde havanın, görünmez olmakla birlikte, mavi fon üzerinden ne kadar hızlı geçtiğini belli etmesi gibi. Bakışları bir an benimkilerle karşılaştı; fırtınalı günlerin gezgin göklerinin, kendilerinden daha ağır bir buluta yaklaşıp, yan yan gelip, değip geçmesi gibi. Birbirlerini tanımadıkları için uzaklaşırlar. Aynı şekilde bakışlarımız bir an karşı karşıya geldi; her biri, karşısındaki göksel kıtanın gelecek için ne gibi vaatler ve tehditler içerdiğinden habersizdi. Yalnız onun bakışı, seyir hızını düşürmeden tam benim bakışımın altından geçtiği sırada, hafifçe gölgelendi. Nasıl ki bulutsuz bir gecede rüzgârla sürüklenen ay, bir bulutun altından geçer, parıltısı bir gölgelenir, hemen ardından tekrar görünürse öyle. Ama Elstir beni çağırmadan genç kızlardan ayrılmıştı bile. Kızlar kestirme bir sokağa saptılar, Elstir bana doğru yürüdü. Her şey bitmişti.”

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, 380-381

 

Notlar ve Kaynakça

* Kaos teorisinde, doğrusal olmayan pek çok sistem belli bir davranış tekrarlamak zorundaymış gibi hareket eder. Bunlar bir çekerin idaresi altındaki sistemlerdir. Girdaplar ve anaforlar tuhaf çekerlere (strange attractor) en iyi örneklerdir. Toplumsal hayatta, değerler, din, sınıf ya da dünya görüşü ve grup liderliği de bir çekici öğe olarak adlandırılır. Her hangi bir kavram ya da olay da çekici öğe olabilir. Odette, bulunduğu her ortamda etrafındakileri tuhaf bir biçimde kendine pervane eden ve daima kaotik davranışlar sergileyen bir çekici öğedir. Kayıp Zamanın İzinde’de benzer davranışları gösteren diğer çekici öğeler, başta Albertine olmak üzere, M. de Charlus ve Guermantes Düşesi’dir.

Buna ek olarak, bazılarını daha önce gördüğümüz bazılarını ise daha sonra göreceğimiz, Gilles Deleuze’ün (2004) gösterge dünyalarından izlenimler dünyası olarak isimlendirdiği ve duyumsanabilir nitelikte olan; anlatıcının madleni yedikten sonra geçmişin çay içtiği fincandan dışarıya fırlaması, çan kulelerinin uzaktan gökyüzüne resmedilmiş birer çiçek gibi görünmesi, ağaçların kollarını umutsuzca sallayarak uzaklaşmaları, güneşin doğarken gökyüzünü nar pembesine bulaması, farklı yükseklikteki kaldırım taşlarının anlatıcının tökezlemesine neden olarak geçmişi çağrıştırması, Vinteuil’ün müziğini icra ederken piyanonun eşi tarafından terk edilmiş bir kuş gibi sızlanması ve buna benzer sayısız betimleme ve benzetmenin her biri de çekici öğe olarak nitelenebilir. Kuşkusuz en çekici öğe, Deleuze’ün aşk dünyasın giren ve Kayıp Zamanın İzinde’nin en önemli olayı olan Albertine ile Marcel’in yaşadıkları olağanüstü ve bir o kadar da tuhaf olan aşklarıdır.

Kaos teorisi, fraktallaşma, tuhaf çekerler, kelebek etkisi gibi konularda çok geniş bir literatür vardır.

Deleuze, Gilles (2004). Proust ve Göstergeler, çev. Ayşe Meral, İstanbul, Kabalcı Yayınevi.

Proust, Marcel (2009). Kayıp Zamanın İzinde, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, çev. Roza Hakmen, 14. Baskı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.