24 01 2017
Köln’de Caz Yapmak
1982 yılında Viyana’dan Köln’e yaptığım tren yolculuğunu hiç unutmam. Koşullar elvermediği, daha doğrusu yeterli burs bulamadığım için Viyana’da doktora yapmaktan vazgeçip Türkiye’ye dönmeden önce babamın bir arkadaşının bulunduğu Köln’e giderek, bir süre orada kaldıktan sonra, daha önceleri yazışmaya başladığım Münih’teki Ludwig Maximilians Üniversitesi’nde burs bulabilme imkânlarını araştıracaktım.
Bir süre önce oturma iznim bitmiş, yakında bu ülkeyi terk edeceğim için izin süremi uzatmamıştım. Viyana’daki son haftam hayli yoğun bir o kadar da hüzünlü geçmişti. Her gece bir başka arkadaşıma vedalaşmaya gidiyor, gecenin geç vakitlerine kadar oturup bira ve “schnapps” eşliğinde gelecekten, gelecekteki güzel günlerden söz ediyorduk.
Ayrılık vakti geldiğinde, Viyana’nın ana tren garında, Hauptbahnhof Wien, bıraktığım solun her rengine mensup onlarca arkadaşım olmuş, istasyon kırmızının tüm tonlarıyla boyanmıştı. Viyana – Köln treni yavaş yavaş hareket ettiğinde havada kalan ellerimiz “Bir gün mutlaka, yeneceğiz” anlamına gelen zafer işaretiyle gökleri deliyordu. Şilili, İranlı, Yunanlı, Arap, Avusturyalı, Meksikalı, Türkiyeli, Iraklı, İtalyan, Bolivyalı, Polonyalı, dünyanın dört bir yanından gelmiş olan arkadaşlarımın uzun bir süre havada asılı kalmış ellerine, uzun bir süre, önce tüm eller tek bir yumruk gibi görünene, sonra da görünmez olana dek baktım. Hıçkırıklarımı zor tutuyordum.
Aralarında “Heimatlos”, yani vatansız olanların da bulunduğu bu arkadaşlarımın önemli bir kısmını bir daha göremedim, yıllar sonra gördüklerim ise bembeyaz saçlarıyla hala mücadele ediyorlardı.
Birçok şehri nasıl geçtiğimizi hatırlamıyorum bile; gözlerimden boşalan yaşları silerken zaman hızla akmış, sıkıntılı bir bekleyiş içinde oflayıp puflarken uyuyakalmıştım. Beni Viyana Ormanları’na götüren gördüğüm rüyadan sıçrayarak uyandığımda, Almanya sınırına yaklaştığımızı fark edip pasaportumu çıkarmaya çalışırken, aniden kompartımanın kapısı açılmış, içeri giren kondüktör çantamdan çıkarmaya çalıştığım pasaportu görünce, üstüne vazife olmadığı halde bakmak istemişti. Uykulu olduğum için dalgın dalgın uzattığım pasaportumu inceleyen kondüktörün, “Oturma iznin dolmuş, Almanya’ya girdikten sonra tekrar Avusturya’ya giremezsin” dediğini duyunca, bıyık altından gülerek “Peki Avusturya’da kalabilir miyim?” diye sormak aklıma gelmiş, ama hem sıkkın hem de cevabını bildiğim için vazgeçmiştim. Fark etmez anlamına gelen, ama “macht nichts!” yerine daha çok halkın kullandığı şekliyle “Möhte nix” diyerek konuyu kapatmak istediysem de oturma iznimi yenilemiş olmam gerektiği üzerine uzun bir nutka hazırlanan kondüktörü sert bir biçimde terslememe ramak kalmıştı ki aniden trenin durduğunu anlayınca bundan da vazgeçtim. Neyse ki, kompartımana giren Alman sınır polisi imdadıma yetişmiş, bin bir güçlükle aldığım vizemi görmek isteyerek kondüktörün elindeki pasaportumu alıp meydana gelebilecek büyük bir arbedeyi önlemişti. Çünkü az daha, kondüktöre faşistliği bırakması gerektiğini söyleyerek saldırmak üzereydim.
Böylece, arkadaşlarımdan ayrılmanın verdiği hüzünle daldığım, önce Strauss eşliğinde bir valsla Viyana Ormanları’nda başlayan, ama sonra tam bir Kafkaesk bir hal alan rüyadan uyanmış oldum; Almanya’daydım.
Köln, o yıllar, sanırım hala da öyledir, Almanya’nın çok sayıda Türk’ün yaşadığı büyük şehirlerindendi. Yaklaşık bir ay kaldığım bu ilginç şehirde hemen her yerden görülebilen dev bir katedral, “Kölner Dom”, vardır ve bu yapı şehrin simgesidir. Yapımına 1248 yılında başlanan ve 632 yılda tamamlanan bu dev katedral 1880 yılında hizmete açılmıştır. Yanı başındaki Köln ana tren garında, Hauptbahnhof Köln, inip bu dev yapıt ile karşılaştığımda, Viyana’da ünlü Kaertner Strasse ile Graben’in kesiştiği noktada yükselen Stephansdom’dan sonra en büyük katedral ile karşılaşmıştım.
Köln’deki ilk günlerim babamın arkadaşı Türkiye’de olduğu için onun iş ortağı olan Wolfgang, kısaca Woli ile geçmişti. Otomobilinin sürücü koltuğunun arkalığı yoktu ve Almanya gibi bir ülkede rahat rahat dolaşabiliyordu.
Woliyle birlikte Alman kurallarını çiğneyerek, yaklaşık bir hafta süreyle hemen her gece Köln’ün en müstesna köşesi olan ve biranın bin bir türlüsünü bulabileceğiniz bir “pub” ya da “Kneipe” cenneti “Alte Stadt”da – şehrin merkezi olan, daracık sokakların her iki yanına dizilmiş tipik küçük Alman evlerinin bulunduğu ve eski şehir anlamına gelen alanda – “Kölsch”lerimizi yuvarlarken – kölş diye okunur ve hem Köln Almancası hem de Köln birası anlamına gelir – zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorduk. Hele canlı caz yapan bir caz kulüp vardı ki, dinlerken New York’a gidiyorduk. Birden bire Woli’nin marifetiyle Viyana’daki yaşantımın tam tersi bir aleme dalmış, içki – kadın – caz üçlemesine kapılıp gitmiştim. Bu Woli Schönbrunn’da gördüğüm Woli’den çok farklıydı – Schönbrunn’daki Woli için Schönbrunn’da Sonbahar yazıma bakılabilir – ; şişman, hep güleç yüzlü, bağırarak ve çok ama çok konuşan, kahkaha attığında yeri göğü inleten, sevgilisinin çektiği çıplak fotoğraflarını arkadaşlarına göstermekten çekinmeyen tuhaf bir Woli.
Babamın arkadaşı Türkiye’den döndükten birkaç gün sonra ilginç bir şey oldu. Almanya turnesine çıkan Bülent Ersoy ve saz heyeti konser vermek üzere Köln’e gelmişti. Sıcak bir öğleden sonra ofiste oturmuş Münih’teki Ludwig Maximillians Üniversitesi ile telefonla ilişki kurmaya çalışırken ofisin dış kapısı açıldı ve içeriye ellerinde çeşitli müzik aletleriyle altı yedi kişi girdi.
Sazlar kılıflarından çıkarıldı, kebaplar söylendi ve konser başladı. Su gibi akan bira eşliğinde söylemeye çalışmadığımız şarkı kalmamış, güneşi batırmıştık. Akşam planında “Alte Stadt” vardı.
Saz heyeti sazlarıyla birlikte yolculuk yaptığı için bir minibüse yerleşmiş, “Alte Stadt”a varmıştık. İstikamet, doğallıkla caz kulüp olmuştu.
Olağanüstü bir gece yaşıyorduk. Canlı caz öğlenden beri içtiğimiz biralar nedeniyle uyuşmaya başlayan vücudumuzu canlandırmış, saz heyetiyle birlikte dans ederken pisti birbirine katmıştık.
Bir ara Woli’nin klüp sahibiyle uzun uzun konuştuğunu gördüm. Bir süre sonra kulübün sahibi yüksekçe bir platformda canlı caz yapan caz heyetinden biriyle işaretleşti. Bir şeyler döndüğünü sezmiş, Woli’ye ne olduğunu sorduğumda kulüp sahibinin bizim saz heyetinin konser vermesine izin verdiğini söylemişti. Durumu, saz heyetine ilettiğimde çok sevinmişler, “Bir de bizim yaptığımız cazı görsünler bakalım” diye kendilerinden emin bir biçimde söylenmişlerdi. Minibüsteki sazlarını gidip alarak sahneye çıkmaya hazırlanırlarken ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı.
Caz heyeti sahneyi saz heyetine bırakınca kıyamet koptu. Babamın arkadaşı bir kenarda mest olmuş vaziyette birasını yudumluyor, konuştuğu birkaç Alman arkadaşı şaşkınlık içinde sağa sola sallanıyordu. Sallananların sayısı artınca aralarında piste çıkıp kıvıranlar bile olmuştu. Saz heyetinin soluk soluğa verdiği konser yaklaşık üç saat sürmüş, caz kulübün kapısının önündeki kuyruk uzamış da uzamış, kuyruktakilerin adeta tek bir kütle gibi sağa sola sallanarak yaptıkları dans günlerce dillere destan olmuştu.
Ertesi gün Kölner Dom’un papazının vaaz verirken sağa sola sallandığını görenler, “Papazımız da dün gece Alte Stadt’taki caz kulüpteydi herhalde” demekten kendilerini alamamışlardı.
* * *
Türkiye’ye döndükten iki yıl sonra bir iş için Köln’e gittiğimde Alte Stadt’a da uğramış, aynı caz kulüpte bira içip müzik dinlemiş, ama ne Woli, ne babamın arkadaşı, ne de saz heyetinden eser olmadığı için hiç eğlenememiştim.
* * *
Babamın arkadaşı, geçen gün ABD’de kaybettiğimiz Gürhan Namlısoy’du. Annesi Rabia Hanım Teyze babaannemin, babası Mustafa Amca dedemin hem arkadaşları hem de memleketlileri olan – hepsi 1924 Lozan mübadiliydiler – Gürhan Ağabey Akhisar’ı genç yaşta terk ederek önce Almanya’ya oradan da ABD’ye göç etmişti. Hemen her türlü müzik aletini çalan Gürhan Ağabey, işinde son derece disiplinli, özel yaşamında ise son derece keyifli, özetle nevi şahsına münhasır bir insandı. Yolun açık olsun ağabey… Köln ve Alte Stadt artık sensiz ve hüzünlü…
Geçmişe Yerleşmek Güneşli Bir Gün