1984: Panoptik Bir Dünya

Roman temel olarak üç bölümden meydana gelmiştir: Birinci bölümde toplumun günlük yaşamı ve kahramanımız Winston Smith’in bu toplumdaki yeri anlatılır. İkinci bölümde Winston’ın Julia ile yaşadığı yasak aşk – daha doğrusu cinsellik –  ve her ikisinin de parti yönetimine karşı çıkan düşünceleri, üçüncü bölümde ise Winston’ın parti tarafından bir düşünce suçlusu olarak ele geçirilerek işkenceyle sisteme uygun bir vatandaş haline getirilmesi işlenir.

İlk bölümde anlatılan toplum düzeni bir “büyük gözaltı”dır. Hemen hemen tüm bireyler evlere yerleştirilmiş olan tele-ekranlar aracılığıyla Parti tarafından sürekli izlenir.  Winston Smith Gerçek Bakanlığı’nda çalışan, otuz dokuz yaşında, belleği hemen hemen silinmiş  – belleğinde çocukluğundan geriye belli belirsiz, silik, bir görünüp bir kaybolan bir dizi resimden başka bir şey kalmamıştı –  bir Dış Parti üyesidir. İşi esas olarak Parti’nin direktifleri doğrultusunda “gerçekleri değiştirmek”tir. Bunu, çalıştığı bakanlıkta, ilgili belgeleri günü gününe güncelleyip eskilerini bellek deliğine atıp yok ederek yapar.

Okyanusya’da gazeteler, kitaplar, süreli yayınlar, broşürler, posterler, filmler, ses bantları, fotoğraflar, karikatürler, vb. siyasal ve ideolojik bakımdan akla gelebilecek her türlü belge günü gününe Parti’nin direktifleri doğrultusunda düzeltilmekte, böylelikle geçmiş günü gününe, hatta dakikası dakikasına güncellenmektedir. Buharlaştırılan insanların gazete ya da kayıtlarının yer alabileceği tüm belgelerden silinerek, Yenisöylem’le yokkişi ilan edilmeleri de buna dahildir. Jean Chesneaux’a göre Winston’ın yaptığı iş Sisyphos’un[1] yaptığına benzer. Yapılan bu sahtekârlıkların kanıtlarının yok edilmemesi felaketle sonuçlanır.

Her şeyin an’a indirgendiği, şimdiki zamana tapınma ve süreye yabancılaşmış bir günlük yaşamdır söz konusu olan. Winston, işte bu şimdi’nin tahakkümünden kurtulmak için, ona karşı direnmek adına olsa gerek, daha romanın başında günce tutmaya karar verir ve bir eskici dükkânından – ki, bu dükkân ve sahibi romanın en önemi mekân ve kişilerindendir –  aldığı pürüzsüz kaymak gibi kâğıtları olan defterini, başına oturduğu masasının çekmecesinden çıkararak, yazmaya başlar.

“Küçük, eğri büğrü harflerle şöyle yazdı: 4 Nisan 1984… Ansızın aklına bir soru düştü: Bu günceyi kimin için tutuyordu? Gelecek için, daha doğmamış olanlar için… Kalemini mürekkebe batırıp yazmaya başladı: Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu, insanların birbirinden farklı oldukları ve yapayalnız yaşamadıkları bir zamana; gerçeğin var olduğu yapılanın yok edilemeyeceği bir zamana:  Tekdüzen çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından selamlar!”[2]

Belki de Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının kahramanı Selim Işık için olduğu gibi onu da hayata bağlayan – burada geçmişe ve geleceğe diyebiliriz – tek şey günlüktü.[3] Ve yaşadıklarını zaman buldukça roman boyunca güncesine aktarmaya devam etti.

Winston’ın zamanın hep bir an’a indirgenmesine karşı günce tutmak dışında bulduğu direnç basamaklarından biri gördüğü rüyalardır: Henüz on on bir yaşlarındayken kaybolan annesiyle kız kardeşini gördüğü rüya başlangıçta iç karartıcıdır. Annesi, kucağında kız kardeşiyle, Winston’ın bulunduğu yerin çok aşağılarında, yerin altında, belki bir kuyunun, belki de derin bir mezarın dibinde ya da batmakta olan bir geminin salonunda, gittikçe kararan suların arasında ona bakmaktadır.  Sonra, çok şükür, ortalık aydınlanır ve Winston kendisini güneşin eğik ışıklarının topağı yaldızladığı bir yaz akşamında, Altın Ülkesi’nde bulur. Daha sonra da, birkaç gün önce Arşiv Dairesi’nde İki Dakika Nefret için hazırlık yapılan salonda gördüğü siyah saçlı ve beyaz tenli kızın giysilerini yırtarak kendisine doğru geldiğini görür. Ne mutluluk! Rüya da olsa rutin dışı bir süre’dir söz konusu olan.

Ancak tele-ekrandan yükselen düdük sesiyle uyandığında saat sıfır yedi on beştir ve herkesin aynı saatte yaptığı, herkes için zorunu olan ve herkesin bir ekrandan gözetlenip denetlendiği rutin beden eğitim seansı başlar.

 

stateville

ABD’de Illinois eyaletindeki Joliet yakınlarındaki Stateville Hapishanesi panoptik bir özellik taşır. Tıpkı 1984 dünyası gibi.

 

Winston’ın beyaz tenli, siyah saçlı kızı rüyasında görmesi tesadüf ya da boşuna değildir. Çünkü Okyanusya’da cinsellik yasaktır ve adı Julia olan bu kız iki de bir olur olmaz yerlerde Winston’ın karşısına çıkmaktadır.  Ülkede birbirlerini fiziksel olarak çekici buldukları izlenimini uyandıran çiftlerin evlenmesine asla izin verilmez ve cinsel ilişkinin lavman yapmaktan farkı yoktur. Tutkusuz aşka bir şey denmez ama seksten haz duymak kesinlikle yasaklanmıştır. Dahası, her iki cins için de sonuna kadar bakir kalmayı savunan Seks Karşıtı Gençlik Birliği gibi bir örgüt kurulmuştur ve paradoksal biçimde Julia bu örgütün üyesidir. Tahmin edileceği gibi, amacı kamufle olmaktır.

Bir diğer önemli yasak, özellikle Parti üyelerinin şöyle ya da boş kalmalarıdır. Hiçbir Parti üyesi yatak dışında yalnız kalmamalı, çalışmak, yemek yemek ya da uyumak dışında kalan zamanlarında ortak bir etkinliğe katılmalıdır. Kendi başına yürüyüşe çıkmak, hatta yalnızlıktan keyif almak bile yasaktır. Bu yasağı delenlerin yaşamına Yenisöylem’de ayrıksıyaşam denmektedir.

Oysa proleterlerin çalışmayı ve üremeyi sürdürdükleri sürece başka ne yaptıklarının önemi yoktur. Doğururlar, sokaklarda büyürler, on iki yaşından itibaren çalışmaya başlarlar, güzelleşip cinsel isteklerinin uyandığı kısa bir gelişme döneminin ardından yirmisinde evlenirler, otuzunda orta yaşlı insanlar olup çıkarlar, altmışında da ölürler. Ağır koşullarda çalışmaktan, boğaz kavgasından, komşularla didişmekten, sinema, futbol, bira ve kumar yüzünden kafalarını çalıştırmaya fırsat bulamazlar.  Bu nedenle onları denetim altında tutmak zor değildir. Proleterlerin rastgele cinsel ilişki kurmalarına izin bile verilir. Parti sloganının dediği gibi: “Proleterler ve hayvanlar özgürdür.”[4] Her şeye rağmen ve belki de bu nedenle, Winston güncesine, “Bir umut varsa, proleterlerde”[5] diye yazar.

Winston bir gün proleterlerin yoğunlukla yaşadığı bir mahalleye gider ve orada salaş bir meyhane görür.  O sırada posbıyık, çok yaşlı, iki büklüm yürüyebilen bir adam meyhanenin kapısını itip içeri girmektedir. Arkasından meyhaneye giren Winston zamanın an’a indirgenmesine karşı bir direnç noktası bulduğunu düşünerek yaşlı adamı meyhanenin gözlerden uzak bir köşesine götürüp onunla geçmişe ilişkin konuşmaya çalışır. Zenginlerden, silindir şapkalardan, kapitalizmden, burjuvaziden, uşaklardan, vb. söz ederler. Seksen yaşlarındaki adamın belleği ayrıntı çöplüğüne döndüğü için verdiği cevaplar da incir çekirdeğini doldurmaz.

Winston’ın zamanın an’a indirgenmesine karşı bulduğu bir diğer direnç basamağı, romanın ikinci bölümünde Julia ile buluşup özgürce seviştiği eskici dükkânı ile dükkânın üst katındaki odadır. Daha önce günce defterini aldığı bu dükkânın sahibi Charrington adında altmış üç yaşında, çelimsiz, kamburu çıkmış bir adamdır. Winston, tıka basa eski eşyalarla dolu olan dükkânda gaz lambasının ışığında belli belirsiz parıldayan, yuvarlak, pürüzsüz bir nesne görmüş, Charrington’un bu nesnenin yüz elli yıllıktan daha eski olduğunu söylemesi üzerine nesneyi almıştır. Nesne,  kristal bir kâğıt ağırlığının içine yerleştirilmiş bir mercan parçasıdır. Kâğıt ağırlıkta ona çekici gelen güzelliğinden çok şimdikinden çok farklı bir çağa ait olduğu izlenimini vermesidir; zamanı temsi etmesiydi de diyebiliriz. Nitekim Winston bu ağırlığı, “Tarihin, değiştirmeyi unuttukları küçücük bir parçası” olarak nitelemiş, “yüzyıl önceden bir bildiri, okumasını bilene”[6] diye devam etmiştir.

Üst kattaki odanın loş ışıkta son derece çekici görünmesi onu bir tür nostaljiye, eski anılarına sürükler. Böylelikle,  zamanın geri döndüğüne şahit oluruz. Odada, tele-ekran olmaması, raflarında kitaptan başka her şeyin bulunduğu bir kitaplık olması, karyolanın karşısında bir şarkıda adı geçen St. Clement Kilisesi’nin metal baskı olarak betimlenmiş duvara asılı gülağacı çerçeveli bir tablo bulunması Winston’ın hoşuna gider ve odayı kiralamayı düşünür.

Sonra, dışarı çıkar ve karşıdan yine o mavi tulumlu, siyah saçlı kızın geldiğini görür. Yüreği ağzına gelir, aklı başından gider, ama konuşmazlar. Kızla, Parti üyelerinin yaşadığı yerlerden uzakta, aynı akşam karşılaşmış olmaları tuhafına gitmiştir. Düşünce Polisi olmalı diye düşünür ve evine gidip daha önce uzaktan gördüğü O’Brien’i gözünün önüne getirir. Onun “Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız” dediğini hatırlar. Sonra O’Brien’in yüzü silinir, onun yerini Büyük Birader’in yüzü alır. O kurşun gibi ağır sözler yeniden düşer aklına:

 

savas

 

Notlar

Panoptikonun anlamını bir önceki yazımda paylaşmıştım. Tekrar ediyorum. “Filozof ve hukuk kuramcısı Jeremy Bentham’ın 18. yüzyılın sonlarına doğru ortaya koyduğu cezaevi modeli. Bu, üzeri camla örtülü, daire planlı bir yapıydı. Dış cephe boyunca dizili olan mahkûm hücreleri merkezde, gene daire planlı bir odada bulunan gardiyanlar tarafından sürekli gözetim altında tutulabiliyordu. Bentham’ın modeli kendi döneminde uygulanmadıysa da, daha sonra yapılan bazı cezaevi tasarımları üstünde etkili oldu. Örneğin 20. yüzyıl başlarında ABD’de Illinois eyaletindeki Joliet yakınlarında bulunan Stateville’de yapılan cezaevi bir panoptikonun özelliklerini taşıyordu.” AnaBrtannica, C.17, s.387.

[1] Chesneaux, Jean. Zamanı Yaşamak, Çeviren: Münir Cerit, Ayrıntı Yayınları, İst., 2015, s.107.

“ Sisyphos, Yunan mitolojisinde kurnazlığın simgesi olan Korinthos Kralı. Hades’teki dev bir kayayı iterek bir tepenin doruğuna kadar çıkarmakla cezalandırılır; ama kaya tam doruğa vardığında yeniden aşağıya yuvarlanır ve bu böyle sonsuz değin sürer.” AnaBritannica, C.19, s. 434.

[2] Orwell,  George. 1984, Çeviren: Celal Üster, Can Yayınları, 52. Baskı, İst., 2015,  s.31, 52.

[3] Atay, Oğuz. Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 57.Baskı, İst., 2012, s.616.

[4] Orwell, A.g.e., s.97.

[5] A.g.e., s. 107.

[6] A.g.e.,s.175.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.