2 07 2014
Ayın Halesi
Bir zamanlar, rüzgârın, Yaya Köy’ün güzelim tarlalarındaki tütün başaklarının altın sarısı renkleriyle dans ettiği günlerde, annem, o altın sarısı tütün başaklarından bir taç yapardı her halde kendine. Sonra da kiliseden ilkokula dönüştürülen o güzelim okulunun bahçesinde kraliçeler gibi dolaşırdı. Tütünlerin altın başaklarından kendine taç yapan annem benim, Zeytinliova’da zaman, şimdi çok yavaş akıyor senin yokluğuna alışamadığı için.
Zeytinliova’nın eski adı Yaya Köy’dü, ama halk, daha kolay telaffuz edildiği ve zeytinden daha çok yağ çıkarıldığı için Yağ Köy derdi. İşte şimdi buradayız.
* * *
Annemi kaybettikten tam bir yıl bir gün sonra kardeşimle birlikte Zeytinliova’ya gittim. Sıcak, ama hemen her zaman olduğu gibi rüzgârlı bir gündü. Şimdi çok uzaklarda kalan günlerde, rüzgârın ıslık çaldığı sokaklarında saçlarımız uçuşurken Yağ Köy’ün; koşardık da koşardık, koşardık da koşardık akşam olana dek. Şimdi yürüyoruz, eski anıları yâd ederek, ağır adımlarla ve sakin, sakin.
Kardeşim Cahit kuzenlerimize – ki o akşam birlikte olduklarımız Mehmet, Sadettin, Kemal ve Mustafa olmak üzere dört kişiydiler – akşam yemeğine kalabileceğimizi söyleyince hemen ayrıntılı bir plan yapıldı ve bir lokantaya gitmektense sofrayı bağ evinde kurmanın daha samimi ve güzel olacağına karar verildi. Annem kuzenlerimin halası oluyordu ve her şeyden önemlisi çocukluğumuz hep beraber geçmişti.
Güneş saklanmaya, ay ise görünmeye çalışıyordu. Birkaç büyük ziyaretinden sonra nevale düzüldü ve bağ evinin yolu tutuldu.
Fernand Braudel müstesna eseri Akdeniz’de kırlangıçlar için, “O göründü mü, mevsimlerin kapısı aralanmış demektir” diyordu. Bağ evine geldiğimizde mevsimin kapısının ardına kadar açıldığına şahit olmuştuk. Tarih, 18 Haziran 2010’du. İki kırlangıç bağ evinin sundurmasına iki yuva yapmış, bizim geldiğimizi görünce, sanki yuvalarını ellerinden alacakmışız gibi oradan oraya uçuyorlardı. Yuvaya elimi uzatım birini elime alarak sevmeye çalıştım ama nafile, pırrrr diye uçup gitti.
Yıldızların altında, şimdi artık her biri birer yıldız olan annemi, dayılarımı, anneannemi ve dedemi konuştuk. Eski günleri sindire sindire yâd ettik. Annem için yazdığım kitabımı herkese, aramızda bulunmayan diğer tüm tanıdıklara da vermelerini isteyerek imzalayıp verdim. Yazdıklarımı anlattım. Anlattıkça anlattım. Onlar da dinledikçe sordular, onlar sordukça ben anlattım, anlattıkça anlattım.
Yıldızların altında, ilk kez tütün tarlasına gittiğimde gördüğümü zannettiğim, hatta şimdi çok uzaklarda kalan ve annemle birlikte kutladığımız bir yılbaşı gecesi uyuklarken etrafımda uçuşan yıldızların arasında kaldığım o müstesna gün gördüğüm yıldızlarla aynı olduğunu düşündüğüm yıldızların altında, geçmiş, şimdi ve gelecek bir ve aynı oluyor, zaman su gibi akıyordu. Yoksa zaman seline kapılmış olarak biz mi akıyorduk geçmişten geleceğe doğru; bilemedim. Bildiğim tek şey, boyut değiştirmiş olduğumuzdu.
Etrafta, masamızın üstündeki loş bir ışıktan başka herhangi bir ışık olmadığı için gökyüzü delinmiş, yıldızlarını yağdırıyordu. Sağanak halinde yağan yıldızlar etrafı öylesine aydınlatıyordu ki hepimizin yüzüne nur gelmişti.
* * *
Rakı kadehlerinin geldikleriyle gittikleri bir oluyor, hemen yanı başımızdaki kayısı ağacından koparılmış bal gibi kayısılar dallarından midemize iniyor, eğilerek elimi salladığımda elime gelen tazecik biberler çıtır çıtır çıtırdıyor, mangalın dumanı ile sigara dumanı birbirine karışıp hepimizi yaladıktan sonra et kokularıyla birlikte göğe yükseliyor, duman ve kokuya bulanan gözyaşlarımızla kahkahalarımız ise birbirine karışarak göğü deliyordu. Delinen gök yıldızlarını yağdırmaya devam ederken, zaman zaman esen rüzgâr saçlarımızı okşayarak rakı bardaklarımıza balıklamasına dalıp bize eşlik ederken boşalan rakı bardakları doldurulmak üzere yeniden gerekli yerlere gidiyor ve bu döngü gecenin sessizliğine doğru devam ediyordu.
Devrimci türküler başladığında çekilen bir makinenin çıkardığı dan, dan, dan ve yine de dan sesleri yeri göğü inletti. Gece, birdenbire daha da ilginç bir hal almaya başlamıştı. Sadettin aniden göğü göstererek, “Ayın halesine bakın, halesine bakın, iki gün sonra yağmur yağacak” diye bağırarak hepimize yağmur müjdesi verdi. Ben, “Bir dansözümüz eksik” diye dalga geçecek olduğumda kısa bir süre sonra etrafın mor ve ala bürüneceğini ve bunun da hepimize yüksek düzeyde moral vereceğini hiç düşünmemiştim.
O gece uyuduğumda güneş neredeyse kendini göstermeye çalışıyordu. Rüzgârlı ve tertemiz havanın etkisiyle güneşi görür görmez uyandım.
* * *
Ertesi gün – ayın halesini gördükten iki gün sonra – otobüsüm arabalı vapurla Topçular’dan Eskihisar’a geçerken öyle bir fırtınaya yakalanmıştık ki, arabalı vapurdaki bazı kadınlar dualar okumaya başlamışlar, aynı saatte Büyük Ada’nın hemen arkasındaki Yörükali Plajı’nda teknesiyle mahzur kalan bir arkadaşım batma tehlikesi atlatmıştı. Kara ve deniz adamlarına göre tüm bunların sorumlusu da ayın halesiydi.
Tuhaf Sonsuz Şimdi: “Kış Uykusu”
Çok güzel..
Kaleminize sağlık Bülent bey..
Çok teşekkür ederim Cemal, sağ olasın. Sevgiler…