Sonsuz Şimdi: “Kış Uykusu”

1995 yılında talihsiz bir biçimde kaybettiğimiz sevgili Onat Kutlar, arkadaşım Haldun İleri’yle birlikte çok film izlediğimiz için, “ Çocuklar bu kadar sinemaya gidiyorsunuz, üstelik gözlemleriniz de hiç fena değil, sinema üzerine birkaç kitap okusanız sinema eleştirmeni olursunuz” dediğinin üzerinden yıllar geçti. Gerçekten de günde iki, hatta üç film izlediğimiz oluyordu. Üstelik film izlerken kendi aramızda yorum yaptığımız için, sinemaya girdiğimizde, hem kimseyi rahatsız etmemek, hem de rahatsız olmayalım diye orta-ön sıraları tercih ediyorduk. Sinema aşkımız bizi üniversite öğrenciliğimizde çalıştığımız Sinema Günleri’nde, yeterli kopya olmadığı için gerektiğinde bir sinemadan diğerine film makarası taşımaya kadar götürmüştü.

Sinema eleştirmeni olmak kulağımıza hoş geliyordu, ama bir an önce yaşamımızı kazanmak zorunda olduğumuz için, Haldun avukat oldu ben de iktisatçı/araştırmacı. Kuşkusuz sinemaya olan ilgimiz, profesyonel işimiz gereği kısmen azalmış olsa da devam etti gitti…

         * * *         

Moda deyişle, velev ki, Cannes Film Festivali’nde 1982 yılında Yılmaz Güney’in Yol filminden sonra ikinci kez Altın Palmiye ödülü almış bir filmin her hangi bir konusu olmasın. Kış Uykusu ’nu her hangi bir konusu olmamakla – kaldı ki, film esas itibariyle ana karakter Aydın etrafında dönmekle birlikte birden fazla öyküye sahiptir – eleştirmenin dayanılmaz hazzını yaşayan ve hemen her şey hakkında yazan çokbilmiş gazetecilere bir önerim var: “Her şeyin romanı yazılır” diyen müstesna İngiliz romancısı Wirginia Woolf’un  başyapıtları sayılan Mrs. Dalloway, Deniz Feneri ve Dalgalar ’ı okusunlar. Bu üç romanın, Mîna Urgan’ın da belirttiği gibi, herhangi bir olay örgüsü yok gibidir, ama okuyunca çarpılırsınız. Özellikle Dalgalar, yazarın da ifade ettiği gibi, tamamen bir ritme uyularak yazılmıştır ve şiir gibi akar gider. Eğer Woolf’u da beğenmiyorsanız, söyleyecek bir şeyim olamaz tabi.

Şuna karar verdim: İyi filmler anlatılmaz, izlenir. Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri anlatılması zor, izlenmesi kolay filmlerdir; görsel birer şiir oldukları için. Kış Uykusu, özellikle uzun diyalogları nedeniyle, bu kuralı bozmamış, tam tersine güçlendirmiştir.

 

Haluk Demet

 

Nasıl ki Wirginia Woolf özellikle Dalgalar ’da dış dünyayı yok ederek kişilerin iç dünyalarını verdiyse, Nuri Bilge Ceylan’da Kış Uykusu ’nda dış dünyayı yok etmiş ve bizi mekân olarak Kapadokya’ya hapsederek  – ki, Kapadokya’da olduğumuzu sadece Peribacaları’nın içlerine oyularak yapılan evlerden anlarız – karakterlerin Anton Çehov’dan uyarlanan bitmez tükenmez diyalogları ile baş başa bırakıp onların iç dünyalarına girmemize imkân tanımıştır. Zaman ise, neredeyse yoktur. Daha doğrusu, bilinçli bir seçim olup olmadığını bilemeyeceğim ama, kronolojik zaman (bildiğimiz zaman) yerine kairolojik[1] zaman (tükenmez zaman) kullanılmıştır. Zaten ister istemez uzun diyaloglar bunu gerektirmiştir. Nitekim filmdeki sahnelerde dışarıdaki görüntülerden zamanın ilerleyip ilerlemediğini anlayamayız. Bence, Nuri Bilge Ceylan Sineması’nın en önemli özelliği, genellikle kairolojik zamanı kullanmasıdır.

* * *

Filmde, ana karakter olan Aydın (H. Bilginer) emekli bir tiyatrocudur ve oyunculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya’ya babasından yadigâr kalan butik oteli işletmek için geri dönmüştür. Aydın bir yandan gözlerden uzak bu otelin günlük işleriyle uğraşır, öte yandan yerel bir gazeteye köşe yazıları yazarak entelektüel duygularını tatmin etmeye çalışır. Bu arada, her zaman niyetlendiği ancak bir türlü başlayamadığı tiyatro tarihi kitabını yazmayı düşünmek – ki, filmin sonunda yazmaya başlayacaktır –  neredeyse varlığının koşulu haline gelmiştir. Tüm bu süreçte hayatında iki kadın vardır: Aynı çatı altında olmalarına rağmen bağımsız yaşayan, kendisine her anlamda uzak ve soğuk davranan, genç ve güzel karısı Nihal (M. Sözen) ve boşandıktan sonra yanlarına taşınan kız kardeşi Necla (D. Akbağ).

Fragmanlar   

Kronolojik değil, kairolojik yazıyorum, karmaşık da diyebiliriz. Düzen arayanlar filmi izlemişlerse bulmuşlardır, izlememişlerse izlemeliler ki, bulsunlar. Filmin doruk ve kırılma noktası Aydın ile Necla’nın diyaloglarının yaşandığı uzun ama su gibi akan sahnesidir; defalarca izlense yeridir. Bu uzun, ” kötülüğe karşı koymak” felsefesinin yanı sıra içe dönük, geçmişle yüzleşme, bir bakıma hesaplaşma ve entelektüel tartışma sahnesinden sonra Necla odasına kapanır ve yok olur. Aydın ise bir süre önce müşterilerinin isteği üzerine yakalattığı yılkı (ehlileştirilmemiş) atını sabahın köründe salıverir.

Aydın ile genç ve güzel karısı Nihal’in, Aydın’ın Nihal’in düzenlenen bir yardım kampanyası için toplamaya çalıştığı paraların listesini kontrol etmek istemesi üzerine başlayan tartışma sonrası, Aydın’ın bu isteğinden vazgeçerek tekrar bir araya gelip uzunca ve sıkıntılı bir biçimde geçmişle hesaplaşmaya girmeleri diğer önemli bir sahnedir. Aydın ertesi gün karla birlikte İstanbul’a gitmek üzere şoförüyle yola çıkar, ama kendini kendi gibi bir burjuva olan Suavi’nin (T. Levent) çiftliğinde buluverir.

 

Melis

 

Adeta sığındığı bu çiftlik evinde Levent Öğretmen’in de ( N. Sarıbacak) –  yardım kampanyası işinde Nihal’le birlikte çalışan – katılımıyla felekten bir gece çalarlar. O kadar ki, Aydın yediklerini çıkarmak için lavaboya gidecek zamanı bile bulamaz. Suavi dostlarına burjuva olmanın bir göstergesi olsa gerek, aperitif olarak brandy, konyak ya da viski, yemekte de kırmızı şarap ikram eder. Ertesi gün ava çıktıklarında Aydın’ın bir tavşan vurması geri dönüş işareti gibidir. Oysa ben, her nedense Aydın’ın, karısını kıskandığını zannettiğim Levent Öğretmen’i vuracağını beklemiştim; yanılmışım. Eğer yanılmasaydım, ne kadar farklı bir son olurdu.

 

yemek

 

Filmin başlarında bir süreden beri kirasını ödeyemeyen imam Hamdi’nin (S. Kılıç)  Aydın’ı ziyaret ederek erteleme istediği sahne trajikomiktir. “Aydın” Aydın’ın,  imamın ayakkabılarını çıkardığı için ayaklarının kokması karşısında, karlı bir kış günü olmasına rağmen odanın havasızlığını öne sürüp pencereyi açması, sonra da, imama, bir daha bu gibi işler için, kasabanın gazetesinde haftalık yazılar yazdığı ve tiyatro tarihiyle ilgili bir kitap yazmayı düşündüğünden, vakti olmadığını ileri sürerek kendisine gelmemesini, gerektiğinde, işlerini şoförlüğünü yapan Hidayet (A. Pekcan) ile halletmesini söylemesi, sınıfsal konumların billurlaştığı bir sahnedir. İmamın, hizmetçi Fatma’nın getirdiği kadın terliklerini giymesi ise dudaklarımızda acı bir tebessüm bırakır.

İmamın, Aydın, Nihal ve Necla kahvaltı yaparlarken, ağabeyi İsmail’in (N. İşler) oğlunu, bir gün önce Aydın’ın arabasının camını kırdığı için özür dilemek amacıyla getirdiği sahne tam da öngördüğüm gibi biter. Bilinçaltında, kiralarını ödeyemediklerinden evlerine gelip televizyon ile bazı eşyalarını alan icra memuru ve polisleri unutamayan, bu nedenle Aydın’a düşman kesilen zavallı çocuk, kırdığı 170 TL’lik cam için özür dilemek üzere uzatılan eli öpmek üzereyken pat diye yere düşer ve…

 

İmam

 

Aydın, ertesi sabah İstanbul’a gideceğinin akşamı, yardım kampanyası için para toplayan karısı Nihal’e zorla da olsa yüklü bir bağış yapar ve listeye “adını vermek istemeyen biri” diye yazar. Nihal de bir başka sahnede, Aydın İstanbul yerine Suavi’ye sığındığı akşam, İsmail ile imam Hamdi’nin oturdukları eve gider. Birkaç gün önce Aydın’dan özür dilemek üzereyken bayılan çocuk bir sehpada, önünde meyve artıklarıyla ders çalışmakta, evin yaşlı ninesi ise üşüdüğü için soba yanmayan yan odadan soba yanan odaya gelerek imamın yardımıyla başköşeye kurulmaya çalışmaktadır. Etraf (mekân) yoksulluğun bin bir çeşidi ile zenginleştirilmiştir. Yaşlı kadın Nihal’in kim olduğunu öğrenince mızmızlanarak icra yoluyla alınan televizyonunu geri ister. Kendisine çay servis edilen Nihal imamla yalnız görüşmek isteyince, ikisi birlikte, soba yanmayan, ama gerektiğinde odada bulunan ocağı yaktıkları yan odaya geçerler. Kısa bir süre sonra, konuşmaya nasıl başlayacağını bilemediği için renkten renge giren Nihal, Aydın’ın bağış olarak verdiği para dolu zarfı cebinden çıkararak imama uzatır ve ihtiyaçlarını karşılamaları için almasını teklif eder. O esnada sarhoş bir vaziyette odaya giren İsmail – ki, bir süreden beri her gece içmektedir –  masanın üzerindeki paraları görünce Nihal’in karşısındaki sandalyeye oturarak paraları eline alıp küçük desteler halinde ayırır ve bu paranın çok fazla olduğunu mırıldanarak konuşmaya başlar. Kamera odada dolaşıp ocağın yanan ateşine yöneldiğinde, imam çayları tazelemek için diğer odaya ya da mutfağa geçmiştir. İsmail ayırdığı her küçük desteye, Nihal’in bir özür uydurduğunu yüksek sesle hayal ederek, tam da tahmin ettiğim gibi – Dostoyevski okumanın yararları – ayağa kalkar, ocağa yaklaşır ve tüm paraları, geleceğiyle birlikte …

* * *

Her şeyin romanının yazılabileceğini söyleyen ve yazan Woolf gibi, her şeyin filminin yapılabileceğini ispatlayan, kısa bir süreliğine de olsa, bizi “sonsuz şimdi” ile masalsı bir mekânda  yaşatan Nuri Bilge Ceylan’a teşekkürler. Teşekkürler Ebru Ceylan, Haluk Bilginer, Demet Akbağ, Melisa Sözen, Nejat İşler, Ayberk Pekcan, Serhat Kılıç, Tamer Levent, Nadir Sarıbacak, Mehmet Ali Nuroğlu ve ismini sayamadığım tüm emeği geçenler, hepinize teşekkürler…

Notlar


[1] Eski Yunanlılar’ın zamanın farklı veçheleri için farklı tanrıları vardı. Bunlardan en önemlilerinden biri, mutlak, doğrusal, kronolojik ve nicel zamana adını veren Kronos, diğeri ise, çok daha kaypak ve renkli olan, tükenmez, fırsatın, iyi ve kötü şans ile nitel zamanın tanrısı olan Kairos’tur. Saatin geç olduğunu, dolayısıyla yatma vakti geldiğini söylediklerinde bahsedilen zaman, kronolojik olup niceldir. Kronoloji Kronos’tan gelir. Acıktığınız anda bisküvi yiyorsanız bu kairolojiktir ve Kairos’tan gelir. Ama saate bağlı yiyorsanız bu da kronolojiktir. Söylemeye bile gerek yok, çocuklar zorla vazgeçirilene dek kairolojik bir şekilde yaşarlar. Zamanları yetişkinlere göre çok daha geniştir, tükenmez. O nedenle çocuklarda Batılı anlamda zaman mefhumu gelişmemiştir. Tıpkı Hindular’da olduğu gibi. Onlarda da birey ve evrenin zamanı aynıdır. Kronolojik zaman, dünya çapında bir varoşsa, kairolojik zaman anın ruhudur; zengin, yaramaz, çeşitli, esnek ve bir doğurganlık çağlayanı gibi bereketli. Özetle, kronolojik zaman, çizgisel, kairolojik zaman ise döngüsel olup “sonsuz şimdi”ye işaret eder.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.