Alice Harikalar Diyarında

Giorgia Agamben’in, oyuncağın özel karakterini, “artık olmayan bir şimdinin zamansal boyutunda kavranabilecek son derece tekil bir şey”[1] olarak tanımladığını okurken, artık olmayan şimdide oynadığımız oyunları düşünüyordum. Üstelik aklımda Johan Huizanga’nın, insanın aynı zamanda homo ludens, yani oyun oynayan insan ve oyunun da kültürden daha eski olduğu düşüncesi vardı. Huizanga’ya göre oyun herkes tarafından gözlenebilir bir olgu olarak, aynı anda hem hayvanlar âlemi hem de insanlar âlemini kapsamaktaydı ve bunun sonucu olarak hiçbir rasyonel ilişki üzerinde temellendirilemiyordu, çünkü akla dayandırılması onu insanlar âlemiyle sınırlandıracaktı. Oyunun varlığı inkâr edilemez nitelikteydi. Adalet, güzellik, hakikat, zihin, tanrı, hatta ciddiyet de inkâr edilebilirdi, oyun ise asla. [2]

* * *  

Çocukken oynadığımız oyunlardan çukur oyunu, dört beş santimetre çapında ve derinliğinde kazılan bir çukura dört beş metre uzaklıktan atılan bilyeleri sokma çabasıyla başlayan ve çukura giren bilye sahibi ilk önce olmak üzere, çukura en yakın atılmış bilye sahiplerinin bilyelerini başparmaklarıyla işaret parmakları arasına sıkıştırıp başparmaklarıyla iterek, eğer çukura sokulmamışsa önce çukura sokma, sonra da çukurdan uzağa atılmış olan bilyeleri vurma seanslarından ibaretti. Saatlerce süren bu oyun esnasında zamanın nasıl geçtiğini anlamaz, eğer acıkırsak bir koşu eve giderek üzerine domates ya da biber salçası sürülmüş ekmek ile taze soğanı kapıp tekrar oyuna dalardık. Toz toprak içindeki ellerimizi yıkayacak vaktimiz olur muydu, hatırlamıyorum. Bağışıklık sistemimizin gelişmesinin bir nedeni de bu oyun olmalıydı sanırım. Son derece yoğunlaştığımız çukur, zaman zaman derin bir kuyuya dönüşür ve biz çocuklar da bu derin çukurun içine düşerek kendimizi “Alice Harikalar Diyarında” hissederdik.

 

Alice...

 

Yemyeşil bir orman, masmavi bir gökyüzü, yanı başımızda akan dupduru bir dere, derede yüzerek şarkı söyleyen balıklar, uzaklarda ipince ve uzun bir patikanın upuzun uzanarak bağlandığı küçücük bir kulübe, biz dört beş çocuk, üç erkek iki kız, etrafımızda uçuşan kelebekler, oraya buraya koşuşarak zıplayan tavşanlar, ağaçlara tırmanan sincaplar, şakıyan bülbüller, birbirlerine değmeden pike yaparak uçan, uçarken yakından bakınca kaotik, uzaklaşınca ahenkli hareketler yaptıkları anlaşılan kırlangıçlar, az ilerde altın sarısı yeleleriyle dörtnala koşarak göğe yükselen atlar, atların üzerinde bembeyaz çıplak kadınlar, solumuzda başlarını kabuklarından çıkarmakla çıkarmamak arasında tereddüt eden kaplumbağalar, sağımızda ellerimizden tutmaya çalışan maymunlar… 

Ve uzaklardan bir ses: “Çocuklar akşam oldu, haydi bakalım eve.” Sihir bozulur ve zaman, ah o zalim zaman, geri gelir, kairolojik [3] zamanımız kronolojik zamana dönüşüverirdi.

 

Notlar

[1] Agamben, Giorgia. Çocukluk ve Tarih, Çeviren: Betül Parlak, Kanat Kitap, İst., 2006, s. 82.

[2] Huizanga, Johan. Homo Ludens, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, İst., 1995, s.19.

[3] Eski Yunanlıların zamanın farklı veçheleri için farklı tanrıları vardı. Bunlardan biri, mutlak, doğrusal, kronolojik ve nicel zamana adını veren Kronos, diğeri ise, çok daha kaypak ve renkli olan, fırsatın, iyi ve kötü şans ile nitel zamanın tanrısı olan Kairos’tur. Saatin geç olduğunu, dolayısıyla özellikle çocuklara yatma vakti geldiğini söylendiğinde bahsedilen zaman kronolojik olup, niceldir. Kronoloji Kronos’tan gelir. Çocuklar zorla vazgeçirilene dek kairolojik zamanda yaşarlar. Zamanları yetişkinlere göre çok daha geniştir. Acıktığınız anda bisküvi yiyorsanız bu kairolojiktir ve Kairos’tan gelir. Ama saate bağlı yiyorsanız bu, kronolojiktir.

Kronolojik zaman, dünya çapında bir varoşsa, kairolojik zaman anın ruhudur; zengin, yaramaz, çeşitli, renkli, esnek ve bir doğurganlık çağlayanı gibi bereketli.

Yakında Kairos hakkında uzunca bir yazı yazmayı umut ediyorum.

 

, , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.