15 02 2017
Atilla Ağabeyimiz…
Tarih 14 Şubat 2016, yani tam bir yıl önceydi. Evimizin telefonu çalıyordu. Açtım. Karşımda Atilla Ağabeyim: “Mustafa merhaba oğlum, iyi misin.” “Sağ ol abi, iyilik.” “İyi, Ayşen’i verir misin?” “Tamam abi. Ne oldu bir şey mi var?” “Yok, yok, sen ver.” “Peki, veriyorum.” “Selamlar.”
“Sevgililer Günü” nedeniyle ailemizin tüm kadılarını arıyor, kutlama yapıyordu. Ne kadar ince bir düşünceydi!
Tarih 14 Şubat 2017, hüznün doruk noktası. Hasta olduğunu öğrendikten sonra yaptığımız ilk telefon görüşmesinde, “Bir yıl daha yaşasam başka bir şey istemem be oğlum, bir yıl daha yaşasam” demiş, beni kalbimden vurarak sonsuz kederlere boğmuştu. Ama olmadı, ellerimizden kayıp gitti. Hem de çok değer verdiği “Sevgililer Günü”nde…
Tek tesellim, hastalığı fazla ilerlemeden o hep bildiğim haliyle onu görebilmiş olmam…
“Ölüm,
Hiç kimsenin görmediği,
Yüzünü
Kimsenin fark etmediği
Sesini
Hiç kimsenin duymadığı
Zalim Ölüm
Yok eder insanları!
………
Birdenbire
Hiçbir şey kalmaz geriye
Akarsuya karışan susineklerinden
Güneşi gören yüzlerden!
Uyuyan da birdir
Ölen de!
Asla çizilmedi
Ölüm’ün sureti:
Tutsağıdır onun, insanoğlu!”[1]
Montaigne’in Denemeler’de Manilius’tan aktardığı gibi “Doğar doğmaz ölmeye başlarız: Son günümüz ilk günümüzün sonucudur.”[2] Martin Heidegger Varlık ve Zaman ’da bunu şöyle açıklar: “Nasıl ki Dasein var olduğu müddetçe daha ziyade kendi henüz – olmamışlığı olarak var ise, işte benzer şekilde o, hep kendi hitamı (sonu, ölümü) olarak da vardır. Adına ölüm denilen son, Dasein’ın hitam – oluşu değil (vefat etmek, ölmek olarak ölüm) bu var olanın hitama doğru varlığıdır (Sein zum Tode). Ölüm Dasein’ı var olduğu andan itibaren devralan bir varlık minvalidir. ‘Bir insana can geldiği andan itibaren o insan can vermeye de hazır olur.’… En geniş anlamıyla ölüm, yaşamın bir fenomenidir.”[3] Jean – Paul Sartre’ın Varlık ve Hiçlik ’teki bu konudaki yorumu ilginçtir: “Yaşamın öteki yanı yoktur ve ölüm insani bir fenomendir, ölüm yaşamın yine yaşam olarak nihai fenomenidir. Bu haliyle ölüm, bütün yaşamı akış yönünün tersine doğru etkiler; yaşam yaşamla sınırlanır, tıpkı Einstein’ın dünyası gibi ‘sonlu ama sınırsız’ hale gelir… Bu yaşamı biricik bir yaşam yapan, yani yeniden başlamayan bir yaşam yapan, atılan adımın asla geri alınmadığı bir yaşam yapan fenomendir ölüm.”[4]
Ama biz yine de ölmeyecek gibi yaşarız. Çünkü Irvin Yalom’un Freud’tan aktardığı şu ifade müthiştir: “Hayatın geçiciliği ondan aldığımız zevki arttırır.”[5] Bu nedenle de Yalom’a göre “Ölüm inkâr edildiğinde hayat küçülür.”
O bizim Atilla Ağabeyimizdi. Henüz ortaokula giderken beni Dostoyevski ile tanıştıran – Suç ve Ceza’yı ilk kez onun önerisiyle okumuştum – çocukluğumda babamla birlikte ailemizin dışa açılan yüzü olan, iyilik timsali, dostlarının derdini her daim dert edinen, son derece pratik, yerinde duramayan, İtalya ve Adriano Celentano hayranı, izlediğinizde hayran kalacağınız kadar son derece ritmik ve mükemmel dans edebilen, küçük şeylerden mutu olabilen, kendisiyle barışık, hep güler yüzlü Atilla Ağabeyimiz… Çok sevdiği babam gibi insanları birleştiren Atilla Ağabeyimiz… Babam ve benim gibi Beşiktaşlı Atilla Ağabeyimiz… O aslında halamın eşiydi, ama o kadar yakındık ki, ben ve kardeşlerim ona hiç bir zaman enişte demedik.
O aslında tüm Akhisar’ın Müdür Bey’i ve Atilla Ağabeyiydi… O, şimdi Emlak Konut olan Türkiye Emlak Kredi Bankası’nın eski şube müdürlerindendi. Akhisar’da daha lise yokken her gün Manisa’ya gidip gelerek eğitimine devam etmiş, sonra İzmir’de Akademi’ye girmişti. Daha sonra da meslek olarak bankacılığı seçmişti.
Birçok can dostu vardı. Arkadaşları ve doğal olarak ailesi için yapmadığı ve yapmayacağı yoktu. Büyük küçük herkesle arkadaş olur, herkesin derdine derman olmak için elinden geleni yapardı. O hayatı dans eder gibi yaşardı; dinamik, mutlu ve huzurlu. O herkese mutluluk saçardı. Onuna beraber olmak mutlu olmak demekti. Bu nedenle cenazesinde yer yerinden oynadı.
İbnü’l Arabi’nin şu sözleri onun hala yaşadığının ve daima yaşayacağının bir ifadesi gibidir: “Ölüm dünya konağından, ahiret menziline intikaldir; canlılığın ortadan kalkması değildir. Ölüm, özel bir tarzda intikalden ibarettir.”[6] Çünkü, ölüm ona yakışmazdı. O bizim kalplerimize intikal etti ve anılarımızdaki müstesna yerini aldı. Çünkü, o müstesna bir insandı.
O yüreklerimizde capcanlı durmaktadır; tıpkı, Akhisar’dan her İstanbul’a dönüşümde babamdan sonra kardeşim Cahit’le birlikte beni uğurlamaya gelip, ben otobüste o terminalde birbirimize el sallarken olduğu gibi, pamuk gibi saçlarıyla capcanlı… Ama o aniden zamandan çıktı.[7]
Onu hiç, ama hiç unutmayacağım…
Notlar
[1] Bottéro, Jean. Gılgamış Destanı – Ölmek İstemeyen Büyük İnsan, Çeviren: Orhan Suda, YKY, İst., 2005, s.187.
[2] Montaigne, Michel de. Denemeler, Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu, MEB Yayınları, İst., 1992.
[3] Heidegger, Martin. Varlık ve Zaman, Çeviren: Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, İst.,2008, s.260-261-262.
[4] Sartre, Jean-Paul. Varlık ve Hiçlik, Çevirenler: Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yaynları, İst.,2009,s.663.
[5] Yalom, Irvin. Varoluşçu Psikoterapi, Çeviren: Zeliha İyidoğan, Kabalcı Yayınevi, İst., 1999.
[6] Aktaran: Ökten, H. Kaan. Ölüm Kitabı, Agora Kitaplığı, İst., 2010, s.152.
[7] Lévinas, Emmanuel. Ölüm ve Zaman, Çeviren: Nami Başer, Ayrıntı Yayınları, İst.,2006, s.13.
Distopyadan Ütopyaya Proust’un Geçmişe Yerleşme Felsefesi