Proust’un Geçmişe Yerleşme Felsefesi

David Harvey  Postmodernliğin Durumu ’nda, “Mekân ve zaman insan varoluşunun temel kategorilerindendir. Ama bu kategorilerin anlamını pek az tartışırız; bunları oldukları gibi kabul etme eğilimi gösteririz, içeriklerini sağduyuyla ya da aşikârmışçasına ele alırız”[1] derken, çok büyük bir ihtimalle sıradan insanlardan söz etmektedir. Sıradışı Marcel Proust bu kategorinin dışında kalır ve büyük bir özveriyle inşa ettiği katedralinde zaman ve mekân konusunda bizi büyük bir yolculuğa çıkarır. Kayıp Zamanın İzinde’de, anlatı, “sonsuz bir şimdi” de, geçmişi ortaya çıkarmaya çalışsa da, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında salınıp durur. Bu anlamda eser zamanı saklandığı yerden çıkarma macerasıdır.

Bir milyon iki yüz elli bin kelimenin senfonik bir biçimde oluşturduğu, zaman zaman iki sayfayı bulan ve hayâl ile gerçeği aynı anda ifade eden yan cümleciklerle taçlandırılmış upuzun cümleler Proust’un katedralinin temel yapı taşlarıdır. O kadar öyle ki, Svetlana Boym kültürel mitlerden söz ettiği ilginç eseri Tırnak İçinde Ölüm’de, bu cümlelerin sonu ertelemek için kurulduğunu ve kapanmanın önüne geçiyormuşçasına bitmez tükenmez bir şekilde birbirini doğurduğunu söyler.[2] Bu kısmen doğru olabilir, ama ben bundan emin değilim ve Boym’un abarttığını düşünüyorum. Proust ne yaptığının tamamen farkında olarak, derdi kayıp zamanı yakalamak olduğu için, zaman hakkında yazıyor, bir süreç analisti olarak zamanı, üslubuna uygun biçimde kurduğu cümlelerle, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında gidip gelerek, uzatıyor da uzatıyordu. Ayrıca uzayan cümlelerin nedeni olan yan cümleciklerin bu esere müstesna bir tat verdiğini yadsımak da olanaksızdı.

 

Marcel

 

Proust’un eseri bitmez; şimdide birikerek saklanmış geçmiş ve gelecek arasında bir oraya bir buraya, bir öteye bir beriye, ad infinitum, dokunup durarak süregider. Hemen her ciltte olduğu gibi, anlatıcının zamanı yakaladığı son cilt olan Yakalanan Zaman ’da daha da hissedilir biçimde, zihinsel bir yolculuk yaparak, bir geçmişe yani çocukluğuna, bir geleceğe yani yetişkinlik dönemine, gider gelir, gider gelir. Şimdi ise Marcel’in anlatıcı yani madde olarak oradan oraya dolanıp durmasının ânıdır; ele avuca sığmaz.

Sürekli olarak Bergson anlamında şimdi de saklanarak biriken geçmişe yapılan bu zihinsel yolculuk, bize, zamanın bir türlü ilerlemediği sonsuz şimdinin bir panoramasını sunar. Gerard Genette Anlatının Söylemi ’nde bu durumu farklı olarak, ama benzer sonuca ulaşacak biçimde şöyle açıklar: “Proust’un bu romanı yazmak için on yıldan fazla zaman harcadığını biliyoruz, fakat Marcel’in anlatılama edimi hiçbir süre ya da bölünme belirtisi taşımaz: Anlıktır. Anlatıcının, hemen her sayfada kahramanın muhtelif geçmişleriyle iç içe geçmiş halde rastladığımız şimdisi, ilerlemeden yoksun tek bir andan ibarettir.” [3] Ben sadece ilerlemeyen ânlara sonsuz şimdi demeyi uygun buldum. Zaten Kayıp Zamanın İzinde bir sonsuz geri dönüş destanı değil midir; uzun ve bitmek bilmeyen bir arayış da diyebiliriz.

Bir zaman filozofu ve süreç analisti olan Henri Bergson, Madde Bellek ’te belki de tüm kuramını özetlediği ve Gilles Deleuze’ün hayranlık verici olarak nitelediği şu satırları yazar:

“Bir anıyla mı buluşuyoruz, öncelikle genel olarak geçmişe, sonra da geçmişin belli bir bölgesine yerleştiğimiz sui generis bir edimin bilincindeyizdir: Bir fotoğraf makinesinin ayarlanmasına benzeyen, elle yoklayarak yapılan bir iş. Ama anımız hala gücül (virtüel) evrede kalır; böylece tek yapabileceğimiz, uygun tavrı benimseyerek onu alımlamaya (anlayarak kabul etmeye) hazır olmaktır. (Anı) yavaş yavaş bir bulutsu olarak belirir ve sıvılaşır; gücül halden edimsel hale geçer; ve konturları (çerçeve çizgileri) belirginleştikçe ve yüzeyi renklendikçe, algıyı taklit etmeye yönelir. Ama derin kökleriyle geçmişe bağlı kalır ve bir kez gerçekleştiğinde, kendi kökensel gücüllüğünü hissetmeseydi; şimdiki zamandaki bir halin yanı sıra, şimdiki zamandan iyice kopan bir şey de olmasaydı; onu asla bir anı olarak tanımazdık… Hakikat şudur ki, eğer kendimizi geçmişe yerleştirmezsek geçmişe asla ulaşamayız.” [4]

Deleuze, Bergsonculuk adlı çalışmasında, “Şeyleri nasıl kendimizde değil de oldukları yerde algılıyorsak, geçmişi de ancak olduğu yerde, yani bizde ya da bizim şimdimizde değil kendisinde kavrarız” [5] derken son derece haklıdır. Bunun için, kuşkusuz, öncelikle birdenbire sıçrayarak geçmişe yerleşmemiz gerekir. Bu sıçrayış gerçekleştikten sonra anı yavaş yavaş psikolojik bir varoluş kazanır ve gücül halden edimsel hale geçer. Deleuze’e göre, “Geçmişi önce olduğu yerde, ulaşılamaz Varlıkta ararız, sonra yavaş yavaş onun ortaya çıkmasını, psikolojik hale gelmesini sağlarız.”[6]

Bergson aynı çalışmasında uzun uzadıya şöyle devam eder:

“Gerçekten de, şimdiki zamanın gerçekliğine dair, bilincin kabul ettiği somut işareti tanımlayarak işe başlarsak, geçmiş bir durumun anısını nitelemeye boş yere çabalarız. Şimdiki zaman benim için nedir? Zamanın özü, onun akıp gidiyor olmasıdır; zaten akmış olan zaman geçmiştir ve zamanın aktığı ânı şimdiki zaman olarak adlandırırız. Ama burada matematiksel bir an söz konusu olamaz. Kuşkusuz ki, saf anlamda düşünülmüş, geçmişi gelecekten ayıran bölünmez sınır olan ideal bir şimdiki zaman vardır. Ama gerçek, somut, yaşanmış şimdiki zaman, ister istemez bir süreyi işgal eder. Bu süre nerededir? Şimdiki ânı düşündüğümde ideal olarak belirlediğim matematik noktanın ötesinde midir, berisinde midir? Hem ötesinde hem berisinde olduğu çok açıktır ve benim ‘şimdiki zamanım’ diye adlandırdığım şey, hem geçmişimin hem de geleceğimin sınırlarını ihlal eder. Öncelikle geçmişimi ihlal eder, çünkü ‘konuştuğum an, daha konuşurken benden uzaklaşmıştır’; sonra da geleceğimi ihlal eder, çünkü bu an geleceğe yöneliktir, ben geleceğe yöneliğim ve bu bölünmez şimdiki zamanı, zaman eğrisinin sonsuz küçük bu öğesini saptayabilirsem eğer, gelecek yönünü gösterir. Dolayısıyla ‘şimdiki zamanım’ olarak adlandırdığım psikolojik durumun, aynı zamanda yakın geçmişin bir algısı ile yakın geleceğin bir belirlenimi olması gerekir.” [7]

Bergson’un bu analizini Deleuze’e göre özetlemek gerekirse, “Geçmiş ve şimdi, iki ardışık anı değil, bir arada var olan, biri şimdi olan ve hep geçen, diğeri geçmiş olan ve hep varolan ama tüm şimdilerin geçmesini sağlayan iki öğeyi ifade eder… (yani) her şimdi geçmiş haline gönderme yapar.”[8]

Bergson’dan yaptığım aktarmaya kaldığı yerden devam edelim:

“Oysa yakın geçmiş, algılanmış olduğundan, göreceğimiz gibi, duyumdur; çünkü duyum temel uyarımların birbirini uzun uzadıya izlemesinin ifadesidir ve yakın gelecek, belirlenmiş olarak, ya eylemdir ya da hareket. Benim şimdiki zamanım, demek ki, hem duyum hem de harekettir ve mademki şimdiki zamanım bölünmez bir bütün oluşturuyor, bu hareket bu duyuma bağlı kalmalıdır, onu eylem olarak sürdürmelidir. Buradan benim çıkardığım sonuç, şimdiki zamanımın duyumlarla hareketleri bileşik bir sistem içinde oluşturduğudur. Şimdiki zamanım, özü gereği, duyumsal devindiricidir.”[9]

Bunun anlamı, şimdiki zamanın beden hakkındaki bilinçten ibaret olmasıdır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, Bergson’a göre, şimdiki an, kısmen anlık kesitlerden oluşur. Algımızın, akış halindeki kütlenin içinde uyguladığı şey işte bu kesittir ve bu kesiti maddi dünya olarak adlandırırız. Bedenimiz de işte bu dünyanın merkezini işgal eder. Beden, bu maddi dünyada, bizim doğrudan doğruya akıp geçtiğini hissettiğimiz şeydir. Uzamın içinde yayılmış olan madde, hiç durmadan yeniden başlayan bir şimdiki zamana göre (ki bu süreyi oluşturur) tanımlanmak zorundayken, şimdiki zaman, tersine, varlığımızın maddiyatıdır. Bu belirlenmiş bir bütün olup sürenin her bir anı için tektir. Bunun nedeni duyumlar ile hareketlerin uzamın yerlerini işgal etmesi ve aynı yerde, aynı anda birden çok şeyin olmamasıdır.[10]

Bergson’a göre, kısaca, geçmiş, eylemden uzak ve ulaşılamaz ama var olmuş olduğu için varlığın kendinde haliyle vardır; şimdi varlık olarak yoktur ama (madde olarak) faydalı eylemde bulunma haliyle hareket olarak karşımıza çıkar. Ve geçmiş kendi şimdisiyle bir arada var olarak süreyi oluşturur.

Proust’un zaman zaman Henri Bergson’un derslerini izlediği ve onun sıkı bir izleyicisi olduğu söylense de, zaman anlayışlarında bazı farklar vardır. Gilles Deleuze’ün ifade ettiği gibi her iki yazar da bir tür saf geçmişi, geçmişin kendinde varlığını kabul etseler de, Proust’a göre, bu kendinde varlık, zamanın iki anı arasındaki bir rastlaşma sayesinde yaşanabilir. Oysa Bergson’a göre saf anı ya da geçmiş yaşantının alanına ait değildir; yalnızca bir anı imgeyi yaşarız.[11]  Walter Benjamin’in de Pasajlar’da ifade ettiği gibi, Proust’a göre bir bireyin kendisine ilişkin bir imge kazanabilmesi, deneyime egemen olabilmesi, rastlantı işidir.[12]  Nitekim Proust, Swann’ların Tarafı’nda bu duruma şöyle bir açıklık getirir: “Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.” [13] Tıpkı Marcel’in halasının evinde, onu geçmişe yerleştiren, ıhlamura batırıp yediği bir çeşit bisküvi olan madlen de olduğu gibi.

Benjamin’e göre, Bergson’un kuramındaki istemli bellek Proust’ta istemsiz belleğe dönüşür. Marcel, katedralin ilk cildi olan Swann’ ların Tarafı’ nda çocukluğunun bir bölümünün geçtiği Combray hakkında ne kadar az şey anımsadığını söyler, ama bir öğleden sonrasında yediği madlenin tadı onu geçmiş zamana götürür ve hatıralar art arda sıralanır. Nitekim Yakalan Zaman’da yazdıkları, Proust’un zamanı bir süreçten ziyade ardışıklık olarak gördüğünün işaretidir. “…işte şimdi Combray’ye ilişkin, ne zamandır unuttuğum yüzerce önemsiz ayrıntı, kendi kendilerine, sıçraya sıçraya gelip birbirinin peşine takılarak kalemin mıknatıslı ucuna asılıyor, kıpır kıpır bir hatıralar zinciri oluşturuyorlardı.” [14]

Proust, okumakla bitmez, bitirilemez; çünkü zaman yetmez. Ölümle birlikte yok olan zaman, Proust’un eserinde başroldedir; ana karakter de diyebiliriz. Belki de anlatıcı Marcel, zamanın ta kendisidir. Evet evet, öyle olmalı; Marcel kayıp zaman peşinde koşan, onu yakalayınca da tekrar kendi zamanının başına dönen bir gezgin olarak zamanın ta kendisidir. Marcel, bir türlü ele avuca sığmayan, yakalanamayan zamanla birlikte kendi peşine düşmüş bir izlenim verir.

Augustinus’un İtiraflar ’da “Nedir gerçekten zaman? Eğer hiç kimse bana sormazsa ne olduğunu biliyorum; ama bir soran olur da açıklamaya kalkarsam bilmiyorum” [15] demişti ya, dünyaya erken geldiği için Proust okuyamadığından olmalı; yoksa der miydi, Marcel’e ihanet eder miydi? Bilemem.

 

Notlar

[1] Harvey, David. Postmodernliğin Durumu, Çeviren: Sungur Savran, Metis Yayınları, İst., 1997, s. 227.

[2] Boym, Svetlana. Tırnak İçinde Ölüm, Çeviren: Emine Ayhan, Metis Yayınları, İst., 2010, s. 92.

[3] Genette, Gérard. Anlatının Söylemi: Yöntem Hakkında Bir Deneme, Çeviren: Ferit Burak Aydar, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İst., 2011, s. 242.

[4] Bergson, Henri. Madde ve Bellek, Çeviren: Işık Ergüden, Dost Yayınları, Ank., 2007, s.101-102.

[5] Deleuze, Gilles. Bergsonculuk, Çeviren: Hakan Yücefer, Otonom Yayıncılık, İst., 2005, s. 96.

[6] A.g.e.,s. 97.

[7] Bergson, A.g.e., s. 103-104.

[8] Deleuze, A.g.e., s. 98-99.

[9] Bergson, A.g.e., s. 104.

[10] A.g.e, 104.

[11] Deleuze, A.g.e., s. 99.

[12] Benjamin, Walter. Pasajlar, Çeviren: Ahmet Cemal, YKY, İst., 2009, s.206.

[13] Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Swann’ların Tarafı, Çeviren: Roza Hakmen, YKY, İst.,1999, s. 50.

[14]  Proust Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Yakalanan Zaman, Çeviren: Roza Hakmen, 6. Baskı, YKY, İst., 2010, s. 190.

[15] Augustinius, İtiraflar, Çeviren: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınları, İst., 2010, s: 374.

 

 

 

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.