7 07 2013
Kumbh Mela: Yaşamın Sınırlarına Yolculuk
Beş yıl aradan sonra tekrar Hindistan’dayım; çok mutluyum. Beş yıl önce yine Fest Turizm ile Faruk Pekin öncülüğünde yaptığım ve Kuzey Hindistan’ı[1] kapsayan gezi, Yeni Delhi, Caypur, Agra, Kacuraho, Varanasi, Katmandu ve Dhulikel gibi yerleşim merkezlerindeki yaşam alanları ve tarihi yörelerde gerçekleşerek su gibi akmıştı. Bu kez Allahabad’ta Kumbh Mela Festivali’ni izlemek üzere Hindistan’dayım. Dünyanın gülen yüzü Hindistan’da. Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in Tarih Felsefesi ’nde genişçe bir yer ayırarak, her zaman özlem ülkesi olmuştur dediği Hindistan’da. Mucizevi ve tılsımlı, düşlerimizin ve duygularımızın ülkesi Hindistan’da… 65 yıllık bir cumhuriyet ve dünyanın en büyük demokrasisi olan Hindistan ‘da…
Kısaca Kumbh Mela
Dipnotta da belirttiğim gibi “kavanoz festivali” anlamına gelen Kumbh Mela Festivali bir hac ve suda arınma etkinliği olarak yalnızca Hindistan’ın değil, tüm dünyanın en büyük dinsel törenidir. Bu etkinliğin zamanı güneş, ay ve Jüpiter’in burçlar karşısındaki konumuna göre hesaplanmaktadır. 12 yılda bir Allahabad, Haridvar, Uceyn ve Nasik’te Purna Kumbh (Tam Kumbh), 6 yılda bir ise Haridvar ve Allahabad’ta Ardh Kumbh (Yarım Kumbh) olarak iki biçimde gerçekleştirilen törenlere bu yıl 14 Ocak – 10 Mart 2013 tarihleri arasında 80 – 100 milyon kişinin katılması beklenmektedir. Nitekim 14 Ocak – 28 Nisan 2010 tarihleri arasında gerçekleşen Haridvar Kumbh Mela’sına neredeyse Türkiye nüfusu kadar büyük bir topluluk, yani 70 milyon kişi katılmıştır.
Allahabad’ta gittiğimiz Kumbh Mela Festivali Ganga (Ganj), Yamuna ve efsane olarak var olan Sarasvati nehirlerinin birbirine karıştığı ve Jüpiter’in boğa, güneşin ise oğlak burçlarında olduğu zamana rastlamıştır. Maha Kumbh Mela (Büyük Kumbh) 12 Purna Kumbh Mela’dan sonra, yani 144 yılda bir gerçekleştirilmektedir. Son Maha Kumbh Mela 2001 yılında Allahabad’da gerçekleştirilmiştir. Gelecek Kumbh Mela tarihleri, Nasik’te gerçekleştirilecek olan 29 Ağustos -18 Eylül 2015 ve Uceyn’de gerçekleştirilecek olan ise 22 Nisan- 21 Mayıs 2016 olarak tespit edilmiştir. Çadırda büyük bir macera yaşamak isteyenlere duyurulur; yerlerinizi şimdiden ayırtınız; mutlu olursunuz.
Varanasi – Allahabad İstikametinde Bir Gün
Bir otobüs 120 kilometrelik bir yolu normal olarak kaç saatte alır ? 1, 2, bilemediniz 3 saat olsun. Bilemediniz tabii. Varanasi’den Allahabad’a tam 4 saatte gittik. Genellikle durmak ile hareket etmek arasında mütereddit, dura kalka, hemen hemen sürekli korna eşliğinde yol alırken karmamızı yükseltiyor, etrafta olup bitenleri şaşkın bir ifadeyle izliyorduk. Kuzey Hindistan seferimi anlattığım Hindistan ’a Yolculuk yazımda da sıkça vurguladığım gibi Hindistan’da trafik kornaya sürekli basılarak kendi kendine organize olur. Arkadan gelen korna çalarken, “Sen dur ya da yavaşla ben geçeceğim” demek istemez; demek istediği, “aman dikkat et ben geliyorum, sana bir şey olmasın” dır. İlginç, bu kez, beş yıl önce Yeni Delhi, Caypur, Agra, Kacuraho ve Varanasi’de kamyon, otobüs ya da “tuk tuk”ların arkasında sıkça rastladığım “Horn Please” (Lütfen Korna Çalın) ifadesi hemen hemen hiç yer almıyor. Yolda, yolcu otobüsleri, kamyonlar, “tuk-tuk”lar, süslü ve kırık dökük at arabaları, okul otobüsleri, motosiklet ya da bisikletler, inekler, mandalar, keçiler, kuzular, yaban domuzları, köpekler, develer, filler ve hemen her yerden bir sel gibi fışkıran insanlar – 2012 yılı itibariyle 1 milyar 220 milyon olan Hindistan nüfusu yapılan tahminlere göre 2020 yılında Çin’i geçecek – büyük bir ahenk içinde yol alırlarken ortaya çıkan tablo tam bir kaostur. Bu öyle bir kaostur ki, hayalinizde kendinizi bu tablodan çıkarıp kısa bir süreliğine olay yerinden uzaklaşırsanız, karmaşık uyarlanan bir sistemle karşı karşıya olduğunuzu anlarsınız ve birden bire ortaya bir düzen çıkar; bir de bakmışsınız ki, varmak istediğiniz yerdesiniz.
Stefan Zweig’in Buluşmalar ’da Hindistan’ın ışıl ışıl, rengarenk kentleri arasında gizem dolu bir gül olarak nitelediği, benim ise Kuzey Hindistan seferinde aldığım notlarda gezimizin doruk noktası olarak nitelediğim Varanasi’den Allahabad’a doğru yol alıyoruz. Yolun iki kenarında neler yoktu ki? Sokak berberlerine tıraş olanlar, sarileriyle salınıp duran ve yine Hegel’in deyişiyle “dünyasal – üstü güzelliğe” sahip kadınlar, dükkanımsı bir takım mekânların önlerinde gürültülü bir müzik eşliğinde bekleşen gençler, kırık dökük motosiklet ya da bisikletleri tamir etmeye çalışan ustalar, evlerinin önlerine kurdukları tahta yataklarda yatan ya da ellerinde asalarıyla aksayarak yürüyen yaşlı erkekler, tezgahlarına koydukları sebze, meyve ya da tahılları, kendileri de tezgahlarının üstüne bağdaş kurup oturarak satmak için bağrışan yaşlı kadınlar, çamur ya da manda bokları içinde oynayan çıplak küçük çocuklar, biraz ileride yine çamur içinde kriket oynamaya çalışan büyücek çocuklar, bir evin duvarına işeyen bir adam, başka bir evin çatısında etrafı seyre dalmış başka bir adam, evinin yan tarafındaki fırının önüne yerleştirdiği sacta mis gibi kokutarak naan (bir çeşit pide) pişiren genç bir kız ve daha neler, neler… Hemen hepsi de yalın ayak ve yarı çıplak, sakin, durgun ve mağrur… Sanki bir karnavaldayız…
* * *
Nihayet festivalin düzenlendiği Allahabad’tayız. Ortalıkta yoğun bir korna ve insan sesi hüküm sürüyor. Hindistan’ın en kutsal kentlerinden biri olan ve yedi başbakanın çıktığı Allahabad Ganga ve Yamuna ve Saravasti nehirlerinin kesişim noktasında kurulmuş ve bu buluşma noktası nehirlerin birleşerek daha büyük bir nehir yaratmaları anlamına gelen Sangam olarak adlandırılmış.
Şehrin arka ve daracık sokaklarından geçerek yorgun argın çadırlarımıza ulaşıyor ve yerleşiyoruz. Hemen yanı başımızda daha çok Hintlilerin yaşadığı diğer bir çadır kentten gelen Mantra’lar (genellikle Sanskritçe dini hece ve şiir) eşliğinde akşam yemeğimizi yiyor ve yorgun argın çadırlarımıza giderek derin bir uykuya dalıyoruz. Mantra’lar gece boyunca devam ediyor ve bize ninni gibi geliyor. Ertesi gün önemli ve büyük işler yapacak, Ganga’da sandal sefasına çıkacağız.
Ganga’da Sandal Sefası
Kahvaltıdan sonra Ganga kıyısında günahlarından arınmaya çalışan Hintlilerin şaşkın bakışları arasında sandallarımıza yerleşerek Sangam’a, üç nehrin birleştiği noktaya doğru yol almaya başlıyoruz. Yolumuz hayli uzun.
Sağ tarafımızda bir yamaç uzanıyor ve yamacın üzerinde, ellerinde Kumbh’ları, üzerlerinde rengarenk kıyafetleri ile Hintliler tek sıra halinde yürüyorlar. İstikamet, aynı anda yaklaşık 10 milyon ziyaretçinin bulunduğu çadır kent.
Ganga’ya girmek için çadır kente gitmeye gerek yok tabi. Hemen sağımızda kadın- erkek, genç-ihtiyar bir öbek insan Ganga’ya girmiş, ellerini göğüslerinde birleştirerek günahlarından arınıyorlar. İleride tek bir kadın, daha ileride ise tek bir erkek dua ediyor. O da ne? Suyun kenarında küçücük bir çadırın içine yerleşmiş simsiyah bir adam lotus vaziyetinde dua ediyor ve anlamadığımız bir şeyler mırıldanıyor.
Yolumuza devam ediyoruz. Rüzgar hemen hemen hiç yok ve tuhaf gelebilir ama kürek çeken adam yorulduğu için genç kürekçilerden birisi elinde bir iple suya atlayarak tekneyi çekmeye çalışıyor. İşe yarayan bu yöntemle aniden hızlanıyoruz. O sırada solumuzdan hızla iki kişilik mürettebatlı bir sandal gelip geçiyor.Sağ yanımızda ise görülmeye değer büyük bir şenlik var ve büyük bir kalabalık grup dua ediyor, günahlarından topluca arınıyor.
Sandal yolculuğumuz aynı hızla devam ediyor, el sallayarak fotoğraflarını çektiğimiz güleç yüzlü Hintliler aynı biçimde cevap veriyorlar.
Hindistan’da, dinsel görüşü ne olursa olsun her çocuk, yaşamın kendisi, ana tanrıça, enerji kaynağı, büyülü ve gizemli bir nehir olan Ganga Ana hakkındaki efsaneyi daha küçük yaşta öğrenir. Nehri, Tanrıça Ganga’nın kişileştirilmiş formu olarak gördükleri için Ganj’a taparlar ve suyu kutsal olduğu için de, ölürken bir yudum içebilmek amacıyla tıpkı Zemzem Suyu gibi evlerinde saklarlar. Ganga’nı birleştiği Yamuna Nehri, kenarında kurulduğu Tac Mahal’den dolayı “romansın kraliçesi”dir. Üçlüden Saravasti Nehri’ne gelince, 4.500 yıl önceki tektonik hareketler sonucunda kaybolmuş olmakla birlikte “bilgi” nehri olarak zihinlerde var olmaya devam eder. Sandaldan iniyor kalabalığa karışıyoruz. Hem de ne kalabalık, mahşer yeri mübarek, iğne atsan yere düşmez cinsinden. Hintlilerin arasına dalıyoruz.
Ortalık insan kaynıyordu. Varanasi – Allahabad istikametinde gördüklerimize benzer biçimde, yer yarılmış insan fışkırıyordu. Tam bir karnavaldaydık yani. Eğer göz ucuyla yanınızdaki arkadaşınızı takip etmezseniz, birkaç dakika içinde kaybolmanız ya da arkadaşınızı kaybetmeniz mümkündü.
Küçücük çantaları ya da torbalarına doldurdukları birkaç günlük eşyalarıyla Ganj’ın kıyısına kamp kuran her yaştan kadın – erkek milyonlarca Hintli, mucizevi bir biçimde vücutlarının mahrem yerlerini kimselere göstermeden kıyafet değiştirip nehre giriyor, dualarını ediyor ve tekrar kıyıya çıkarak yine mahrem yerlerini hiç kimselere göstermeden ıslak kıyafetlerini ıslak olmayanlarla değiştiriyordu. Bu arada evlerine götürmek üzere ellerindeki bidon ya da bakraçlara Ganj’ın kutsal suyunu doldurmayı da ihmal etmiyorlardı.
Fotoğrafların sağ alt köşesinde yazdığı gibi 15.02.2013 tarihli sandal sefamızı aynı anda 10 milyon insanın yaşadığı çadır kentin ancak küçük bir kısmını dolaşarak öğleden sonra kendi çadır kentimize dönüyoruz. Dönerken, nehrin iki yakasını birbirine bağlayan dubalardan oluşan köprülerden birinin sergilediği gizemli görünüm, görülmeye değerdi.
Aynı gün akşamüzeri yağmur başlıyor ve iki gün dinmek bilmiyor. Bu durumda yapacak bir şey bulamayan kafilemize Mumbai’den katılan Zeynep’in özendirmesiyle, Mahmut ile Fikret’in otağlarında, Arzugül, Emine, Mehmet, Ekrem ve ben, birkaç şişe viskiyi deviriyoruz. Gruba daha sonra iki şişeyle katılan Mehmet grubun daha da canlanmasını sağladığı için, bir kaçımız yandaki otağ sakinlerine eşlik ederek dans seanslarına başlıyor. Gece derin bir uyku çekiyoruz.
Köprü Altında Bir Gün
Her halde dünyada Hindistan’ın Ruhu’nu en iyi bilenlerden biri olan Faruk Pekin, daha Türkiye’de iken günlük programlarımızın belirsizliklerle dolu olduğunu, bu nedenle duruma göre hareket edeceğimizi söylemişti. Bu endişe ile ertesi gün kahvaltıdan sonra bir ara dinen yağmura kanarak “tuk tuk”larımıza binip Akhara’lara gitmek üzere yola koyuluyoruz. Çadır kentimiz ile şehrin arasındaki mesafe yaklaşık 15-20 dakika sürüyor. Birkaç saat önce dinen yağmur nedeniyle, yan tarafları açık olduğu için koltukları ıslak olan “tuk tuk” larla yolculuk yapmak kolay olmasa da, şoförümüzün aracını kullanırken gösterdiği maharet ve yaptığı jimnastik hareketleri bize her şeyi unutturuyor. Büyük bir köprüyü geçerken aşağıda kilometrelerce uzanan çadır kenti hayranlıkla izliyor, bir süre sonra araçlarımızdan inerek halkın arasına karışıp Akhara’ları görmek üzere yaya olarak yola koyuluyoruz. Yola koyuluyoruz, ama yeniden ve hızlı başlayan yağmur geçit vermediği için biz de bir köprü altına sığınıyoruz.
Burada kısa bir parantez açıyor ve Joseph Heath ile Andrew Potter’in Türkçe’ye İsyan Pazarlanıyor şeklinde çevrilen kitaplarına başvuruyorum. Hippi ideolojisiyle yuppi ideolojisinin bir ve aynı olduğunu, bu bağlamda “karşı kültür”ün sistem tarafından nasıl manipüle edildiğini ve sonunda sistemin bir parçası haline getirildiğini anlatan kitabın bölümlerinden biri Teşekkürler Hindistan başlığını taşıyor. Özellikle 60’lı yıllardan itibaren, batılıların, teknokratik modernliğin zincirlerinden kurtulmak, kendi benliklerini bulmak ve daha çok otantik bir hayat yaşayabilmek amacıyla Üçüncü Dünya ülkelerini bir zemin olarak kullandıkları bilinen bir gerçektir. Anılan Üçüncü Dünya ülkelerinin başında kuşkusuz Hindistan gelmiştir. Çocukluğumda gördüğüm ve İngiltere’den kalkan hippi dolu rengarenk otobüslerin tüm Avrupa’yı kat ettikten sonra İstanbul – Sultan Ahmet’te mola verip, ruhlarını arındırmak üzere Hindistan, Nepal ya da Katmandu yollarını tuttuklarını dün gibi hatırlıyorum.
Köprü altında yağmurun dinmesini beklerken, kendisi de bizim gibi yağmurdan korunmaya çalışırken gördüğümüz Amerikalı ile konuşmaya başladığımızda bunları düşünüyordum. Tam 40 yıl önce – sanıyorum 65 yaşlarındaydı, dolayısıyla buraya 1970’lerin başında gelmiş olmalıydı – Hindistan’a gelen bu ilginç Amerikalı bir daha ülkesine hiç dönmemişti. Hintliler gibi giyinmiş, saç ve sakalını uzatmış, yüzünü boyamıştı. Ayaklarında bir sandalet vardı. Fotoğraf çekmemize izin vermediği için portresini buraya alamıyorum. Hiç kuşkunuz olmasın, Allahabad’ta Kumbh Mela Festivali’ne gelip Hintliler gibi yaşayan yüzlerce batılı gördük; yerel kıyafet giymişler ve yalınayak dolaşıyorlardı.
O gün köprü altında neler yaşamadık ki? Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur 50 kişilik grubumuzla birlikte bir o kadar Hintliyi de köprü altında esir almış, 100 kişilik, belki de daha fazla bir nüfus bir süreliğine burada zorunlu ikamete tabii tutulmuştuk. Köprünün tam ortasında büyücek bir delik olduğu için yağan yağmur şelale olup gürleyerek yolun tam ortasına ya da yoldan geçen araçların üstüne dökülüyor, bizler ise etrafa saçılan bu su deryasından ıslanmamak için kenarlara sığınmaya çalışıyorduk. Yine ıslanmamak için köprü altına sığınan inekler oldukça fazla yer işgal ettiklerinden özellikle bazı Hintlilerin köprü altını erken terk etmelerine neden oluyor, bu durumdan yararlanarak boşalan alanlara yayılmaya çalıştığımızda ise dar alanda kısa paslaşmalara neden oluyorduk. Ama yağmur bir türlü dinmiyordu. Sonradan öğrendiğimize göre inekler bazı arkadaşlarımızın ayaklarını ya da bacaklarını yalayarak onların karmalarını yükselmelerine neden olmuşlardı. Bu arada yalınayak dolaşan bazı Hintliler ailecek, köprü altının hemen bitimini mesken tutmuşlar, yaşayıp gidiyorlardı; yatağına uzanan büyükanneleriyle birlikte.Yağmur diner dinmez “tuk tuk”larımıza binerek doğruca çadır kentimize gittik ve akşamüzeri bir yoga töreni izlemek ve yoga yapmak üzere tekrar şehre indik. Yolda gördüğüm Hintlilerden birisi, küçük bir renk farkıyla daima hüzünlü bakışlara sahip Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’ye çok benziyordu.
Maceramız devam ediyordu. Akşamüzeri gittiğimiz Ashram’da (Ashram, Hintçe, tekke, Hintlilerin kutsal ayinlerini öğrenmek, yerine getirmek ya da dini inzivaya çekilmek için buluştukları yer anlamına gelmektedir) bir ateş yakma töreni izleyerek yoga yaptık ve tekrar yağmaya başlayan yağmur nedeniyle akşam yemeğimizi de burada yemek zorunda kaldık. Yağmurun yavaşlamasını fırsat bilerek çadır kentimize dönerken tek bir aracın geçebileceği kadar dar olan yolda bir kamyonun devrilmesi nedeniyle tarladan geçmek zorunda kalan aracımıza yol göstermek için çırpınan Hintlilerin yardımseverliği inanılmazdı.
Yaşamın Sınırlarında: Akhara’lar / Sadu’lar
Tatillerde yepyeni yerler gördüğümüz ve yepyeni deneyimler yaşadığımız için zaman önceleri genellikle yavaş akar. Şimdi, tuhaf bir biçimde, gördüğümüz ve yaşadığımız yepyeni yer ve deneyimlerle, yakın geçmiş ve yakın geleceği de kapsayarak genişler ve uzar. Paradoksal gibi görünebilir ama günün sonunda zamanın nasıl aktığını anlamayız. Bir süreliğine de olsa sanki “sonsuz şimdi”de yaşamışızdır. Bu, hayatın bir mucizesidir.
Hindistan’da zamanın uzaması daha da belirgin bir hal alır. Çünkü “karnavalesk” bir ülke olan Hindistan’da, görünürde de olsa, onca yoksulluğa rağmen vur patlasın çal oynasın havası hakimdir. Sanki sınıfsal eşitsizlikler yok gibidir, hiyerarşik yapı ve ilişkiler kaybolmuştur. Böyle bir toplumda herkes istediğini yapmakta özgür olduğu için sahte tutumlara yer yoktur ve an yaşanır. Allahabad’ta gördüğümüz Akhara’lar ve Sadu’lar “karnavalesk” toplumun baş aktörleriydiler.
Peki, kimlerdir bu Akhara’lar? Değişik inançtaki saduları ve yogileri tanımlamakta kullanılan Akhara, “güreş alanı” anlamına gelmekte olup kökleri MS 8.yy’a dayanmaktadır. Taptıkları tanrıya göre adlandırılan Akhara’lar Şiva’ya inanıyorlarsa Şaiva Akhara’lar, Vişnu’ya inanıyorlarsa Vairagi Akhara’lar, Brahma’ya inanıyorlarsa Kolpvasis’ler olarak isimlendirilmektedirler.
Sadu Hindistan’da ermiş ya da kutsal kişi anlamına gelmektedir. Sadu’lar ya belirli bir tarikatın manastırlarında yaşarlar, ya tek başlarına ya da küçük gruplar halinde dolaşırlar, ya da kulübe ve mağaralarda inzivaya çekilirler. Genellikle yoksulluk içinde ve bekarlık andı içerek sadaka ile yaşamlarını sürdürürler.
Naga Sadu’lar ise Kumbh Mela’ları en ilgi çeken insanlarıdır. Çoğunlukla, her şeyden arınmış olduklarının bir göstergesi olarak çıplak ve uzun saçlı olup üzerlerine kül sürerler. Kül yıkım anlamına gelir. Sigara borusuyla kenevir içerler, marihuana kullanırlar. Her biri yoga üstadı olan Naga Sadu’lar zor şartlara karşı dirençlidirler.
Şiddetli yağmur nedeniyle bir türlü göremediğimiz Naga Sadu’ları görünce epeyce şaşırdığımızı ifade etmeliyim. Görünce, sizler de şaşıracaksınız, eminim. İşte gördüğümüz ilk Akhara’lar, namı diğer Naga Sadu’lar. Bahşişlerini aldıktan sonra poz veren bu iki yaşlıca Naga Sadu, vücutlarına sürdükleri kül ile sanki başka dünyadan gelmiş izlenimi veriyorlardı. Bir karnavalda mıydık? Burası dünyanın sonu muydu ? Yoksa başka bir dünya ya mı gelmiştik, bilemedim!
Bir gün önce yağan şiddetli yağmur nedeniyle çamur deryası içinde kalan yollarda yürürken zaman zaman derin göletlerle karşılaştığımız için yolumuzu değiştiriyor, daha ilginç fotoğraflar çekmek amacıyla başka Sadu’lar arıyorduk. Bazı çadırların boşaldığını görünce moralimiz bozulsa da yolumuza devam ettik. İyi ki de etmişiz. Karşımızda kendini cezalandırarak 37 yıldan beri – inanılmaz ama, dile kolay tam 37 yıl – sağ kolunu indirmeden havada tutan ve tırnaklarını kesmeyen bir Akhara oturuyor.
Naga Sadu’larla olan maceramız devam ediyor. İşte size gösteri yapan iki Naga Sadu daha. Önce fotoğraf çekmemize kızdığı halde, bahşiş (sadakada diyebiliriz; çünkü Sadu’lar sadaka ile yaşamaktadırlar) aldıktan sonra müthiş bir gösteri sunan bu iki Sadu’yu izlemek müthişti.Sağ taraftaki fotoğraftaki Naga Sadu ise adeta bir devlet başkanı gibi selam veriyordu.
Kadınlar ve Çocukları
Akhara’lar hepimizi şaşırtmış, yaşamın sınırlarında yolculuğa çıkarmıştı. Silkinip kendimize gelmeliydik.
Çadır kentimize döndükten sonra, bir süre dinlenerek yanı başımızdaki Ashram’da yakılacak olan büyük ateşi görmeye gidiyoruz. Tek sıra halinde, adeta komandolar gibi diziliyor ve on dakika içinde Ashram’ın kapısından giriyoruz. Ortalık ana baba günü, daha doğrusu kadın ve çocuktan geçilmiyor.
Çok geniş ve dairemsi bir alan düşünün. Dairenin hemen hemen yarısını kapsayacak biçimde kenarlara dizilen yüzlerce çadır ve çadırların önlerinde kendilerini eğlenceye bırakmış binlerce Hintliyi gözünüzün önüne getirin. Dairenin dörtte bir kadarını kapsayan alanda üstü branda ile kaplı, kenarları açık dev bir gösteri salonu yer alıyor. Dairenin diğer dörtte birini kapsayan alanda ise içinde yüzlerce küçük ateşin yakılacağı bir metre kare civarında dikdörtgen ve toprak kaplar bulunuyor. Alanın ortasında da çeşitli sebzenin pişirildiği büyük bir mutfak var. Mutfağın hemen önünde de yüzlerce kadın imece usulü sebze soyuyor.
Mumbai’de yaşadığı için Hintçe’sini geliştiren Zeynep aralarına daldığı sebze soyan Hintli kadınlarla sohbetini öylesine derinleştiriyor ki, adeta bir “guru” (kuşkusuz dünyadaki ve bizdeki yönetim ya da pazarlama gurularından söz etmiyorum. Çünkü “guru” dini bir anlam içeriyor ve Sanskritçe öğretmen ya da usta anlamına geliyor) oluveriyor. Zeynep önde, Hintli kadınlar arkada, hep bir ağızdan yükselen seslerle Hint dansları başlıyor. Sonra bu dansa ekibin diğer kadın üyeleri ve diğer Hintli kadınlarla çocuklar katılıyor, kızılca kıyamet kopuyor.
Dünyanın en güzel çocuklarının Hindistan’da yaşadığı konusunda herkesle iddiaya girebilirim. Arkadaşım Ekrem’le konuşurken yaptığım şu kısa değerlendirmeye katılacağınızı düşünüyorum: Eğer Nazım Hikmet yaşıyor olsaydı fotoğraflarını gördüğünüz çocukların yüzlerine bakarak tüm Hindistan’ı anlatabilirdi; kadınları anlattığı şiiri ise hala, Hindistan dahil, tüm dünyanın pek çok ülkesindeki kadınlar için geçerlidir.
“Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız..”
Nazım HİKMET
Allahabad – Varanasi istikametinde, Varanasi – Allahabad istikametinde gördüklerimizi görüyoruz. Varanasi’den Delhi’ye uçtuktan ve otelde yediğimiz güzel bir akşam yemeğinden sonra seyahatimiz son buluyor. 19 Şubat’ta İstanbul’a vardığımızda Atatürk Havaalanı’nda gördüklerimiz ile yenilenmiş Uluslararası Delhi Havaalanı’nda gördüklerimiz, Hindistan’ın onca yoksulluğa rağmen küresel dünyaya Türkiye’ye göre çok daha hızlı bir biçimde eklemlendiğinin kanıtı oluyor.
Hoşça kal Allahabad
Mart, 2013
Notlar
[1] 13-19 Şubat 2013 tarihleri arasında Kumbh Mela Festivali’ne katılmak üzere Hindistan’a turistik bir yolculuk yaptım. Fest Turizm’in yöneticisi, değerli kültür insanı, gezgin Faruk Pekin ve konuştuğunda ağzından bal damlayan Ekin Tutluoğlu yönetiminde 50 kişilik bir grup halinde yaptığımız yolculuk son derece ilginçti. Delhi – Varanasi – Allahabad ekseni üzerinde yaptığımız bu yolculukta zamanımızın çoğu esas olarak festivalin yapıldığı Allahabad’ta geçti. Bu kısa gezi sırasında festivali bize engin bilgisiyle en iyi biçimde ve son derece ayrıntılı olarak anlatıp yol gösteren Faruk Pekin ile Ekin Tutluoğlu’na sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Kumbha Sanskritçe kulpsuz sürahi, kupa ya da ağzı dar kavanoz, mela ise toplanma, bir araya gelme, kısaca festival anlamına geliyor. Kumbh aynı zamanda astrolojide kova burcunun simgesi. Özetle, Kumbh Mela’yı “kavanoz festivali” olarak çevirebiliriz. Metindeki bazı tanım ve bilgileri Fest’in Kumbh Mela kitapçığı ile Britannica’nın on-line sitesinden aldım. Tüm fotoğraflar bana aittir. Bu yazı bir ilk izlenim olarak değerlendirilebilir. Daha sonra, ilk seyahatim ile bu seyahati birleştirerek, belki de yapacağım başka Hindistan seyahatlerimi de ekleyerek edebi bir metin yazmayı planlıyorum. Umarım bu planım gerçekleşir.
Zanaatkâr Araştırmacı Tartışmadan Diyaloğa