Büyük Gerileme (3): Neoliberalizm ve Popülizm (1)

Bu yazı, üçlemenin sonuncusu – ama sanırım iki ya da üç bölüm sürecek – ve önemli ölçüde Büyük Gerileme’den (Haz: Geiselberger, 2017) belli bir bağlamda yaptığım alıntılardan oluşuyor.

Üçlemenin ikincisini Karl Polanyi ile bitirmiştim, yine onunla devam ediyorum: “Yüzyıl boyunca (on dokuzuncu yüzyıl) modern toplumun dinamiği çift yönlü bir hareket tarafından yönetildi: Piyasa sürekli gelişiyor, ama bu hareket aynı zamanda genişlemeyi belirli yönde kısıtlayan karşı bir hareketle karşılanıyordu. Bu karşıt hareket toplumun korunması açısından önem taşımakla birlikte, son tahlilde piyasanın kendi kurallarına göre işleyişiyle, dolayısıyla piyasa sisteminin kendisiyle çelişiyordu” (Polanyi, 1986:  141). Polanyi daha sonra, emeğin, toprağın ve paranın metalaşmasının (alınıp satılmasının), bir kontrol mekanizması olmadığı sürece toplumu yıkıma uğratacağı konusunda bizi uyarır ve  “Ortaya çıkan paradoks yalnız insanların ve doğal kaynakların değil kapitalist üretim düzeninin kendisinin de, kendi kurallarına göre işleyen piyasanın yıkıcı etkisinden korunması gerekliydi” diye ekler (1986: 143). Buraya tekrar dönmek üzere devam edeyim.

 

Polanyi

 

“Geç Neoliberalizmde İlerici ve Gerici Siyaset”

Floransa’daki Scuola Normale Superiore’da siyaset bilimi profesörü olan Donetalla della Porta’ya göre, yirminci yüzyıl biter, yirmi birinci yüzyıl başlarken beliren Küresel Adalet Hareketi, Dünya Sosyal Forumu, Wall Street’i İşgal Et ve İspanya’daki indignados gibi neoliberalizm karşıtı hareketlerin içimizi aydınlatmasına karşılık, Avusturya’daki Jörg Haidar’ın FPÖ’sü ile Fransa’daki Jean-Marie Le Pen’in yükselişi karalar bağlamamıza neden oluyordu. Araştırmalara göre sol protestoların toplumsal tabanını, 1960 ve 1970 yıllarındaki geleneksel sanayi işçilerinin yerine yeni orta sınıf oluşturmuştu. Gerçi, örneğin küresel adalet hareketi beyaz ve mavi yakalılarla işsizleri ve öğrencileri hareketi geçirmeyi başarmıştı, ama küreselleşmenin oluşturduğu bazı sorunlar ve çatışmalar üstünde yükselen popülist bir sağ da güç kazanmaya başlamıştı. Çok sayıda bilim insanına göre neoliberal iktisat politikaları karşısında kaybedenler, küreselleşmenin kültürel boyutuna sıklıkla yabancı ve göçmen düşmanı söylemlerden oluşan, dışlayıcı bir milliyetçilikle karşı çıkıyorlardı (Porta, 2017: 44-45).

Karl Polanyi’ye göre, neolibarlizm ve neoliberalizm krizi kapitalizmin gelişimindeki ikili hareket olarak tanımlandığında daha kolay anlaşılır ki, yazıma bu paradoksla başlamıştım. Polanyi şöyle devam eder: “Bunların (çift yönlü hareketin) ilki ekonomik liberalizm ilkesiydi; kendi kurallarına göre işleyen bir piyasanın kurulması amacına yönelmişti, ticaret yapan sınıfların desteğinde laissez – faire ve serbest ticaret yöntemleri olarak kullanıyordu. İkincisi sosyal koruma ilkesiydi. İnsan ve doğanın, aynı zamanda da üretim düzeninin korunmasını amaçlıyor, piyasanın yıkıcı etkilerinden doğrudan doğruya zarar gören çeşitli grupların (özellikle çalışan sınıflar ve toprak sahipleri – ama yalnız onlar değil) desteğinden yararlanıyor ve yöntem olarak koruyucu yasama, kısıtlayıcı cemiyetler ve diğer müdahale araçlarını kullanıyordu”(Polanyi, 1986: 141-143).

Porta’nı ifade ettiği gibi, Polanyi aslında 1944’ta yayınlanan bu ufuk açıcı kitabıyla liberalizmin on dokuzuncu yüzyıldaki ilk dalgasına odaklanır, ancak bu dalga ile yirminci yüzyıldaki neoliberal dalga arasındaki benzerlikler hayli çoktur. Bundan önceki bölümlerde, kabaca 1945-1965 döneminin Altın Çağ olarak nitelendirildiğini ve bu dönemi uzun uzun anlatmıştım. İşte bir bakıma bu dönem, piyasa fundamentalizmine karşı bir direnişti. Ama 1970’lerden itibaren refah devleti politikalarına saldırmak adetten oldu ve kapitalizm bir kez daha Marx’ın bir zamanlar “ilkel birikim” dediği mülksüzleştirme yoluyla birikime sırtını dayamaya başladı. Bu, emeğin, toprağın ve paranın metalaştırılması, yine emek piyasasının deregüle edilmesi, işçi güvencelerinin yürürlükten kaldırılması ve finansal sermayenin yeni bir deregülasyonuyla gerçekleştirildi. Ve bir kez daha Polanyi’nin karşı hareketler diye tanımladığı oluşumlara benzeyen karşı güçler iki yönde gelişmeye başladı. Bunlardan bir kısmı yurttaşların haklarını kapsayıcı ve kozmopolit bir biçimde genişletmeyi amaçlayan ilerici hareketler, diğerleri ise sadece belli bir zümreyi koruyan, yitip gitmiş bir düzenin peşinde koşan gerici hareketlerdi (Porta, 2017: 47-48). Porta ilerici hareketlere örnek olarak 2011’deki Arap Baharı ve İşgal Et ile 2013’deki Gezi Direnişi’ni gösterdikten sonra, bu hareketlerin parlamentolarda da belirdiğini (İspanya’da Podemos, Portekiz’de Bloco de Esquerda, İtalya’da Movimento 5 Stelle, Yunanstan’da –ki, iktidara gelmiştir – Syriza) vurgular ve konumuz açısından önemli olan gerici hareketleri analiz eder.

 

Porta

 

Porta’nın aktardığına göre küreselleşme sonucunda kazananlar uluslararası rekabete açık sektörlerde çalışan girişimciler, kalifiye ve kozmopolit vatandaşlardır. Küreselleşmenin kaybedenlerini ise geleneksel olarak korunan sektörlerdeki girişimci ve kalifiye elemanlar, kalifiye olmayan tüm işçiler ve kendilerini güçlü biçimde mensup oldukları ulus üzerinden tanımlayan vatandaşlar oluşturmaktadır. Bunlar aynı zamanda yabancı düşmanıdırlar ve güce tapmaktadırlar. En ilginci de, Porta’nın, bu kez Kenneth Roberts’den aktardığına göre, ilerici hareketlerin kendiliğinden kurulmuş sivil gruplar ya da ağların üstlendiği özerk toplu eylemlerle ortaya çıkması (Türkiye’de Gezi ve Adalet), gerici sağ popülist hareketlerin ise hâkim kişiler (iktidar) tarafından örgütlenmesidir ve sağ popülist politika kitlelerin seçimler dışında eylemelere katılmasını gerektirmez. İlerici solda protestoların örgütsel biçimi genelde ağ ilişkilerine giren toplumsal hareketler olurken, gerici sağda parti liderleri ile takipçileri arsında plebisit bir bağlantı vardır. Solda memnuniyetsizliğin kaynağı evrensel ve sınıfsal sorunlara bağlanırken, sağda aynı memnuniyetsizlik dışlayıcı ve yabancı düşmanı bir söyleme dönüşür (Porta, 2017: 154-157).

“Demokrasi Yorgunluğu”

New York Üniversitesi’nden Arjun Appadurai’ye göre, günümüzün en önemli sorusu, liberal demokrasinin dünya çapında reddedilip, yerine bir çeşit popülist otoriter yönetimin konup konmadığıdır. Ona göre bu trende işaret eden göstergeleri Trump ABD’sinde, Putin Rusya’sında, Modi Hindistan’ında ve Erdoğan Türkiye’sinde, Orban’ın Macaristan’ında ve Duda’nın Polonya’sında bulmak mümkündür. Buna ek olarak Fransa, Avusturya ve başka bazı Avrupa Birliği ülkelerinde de otoriter sağ bir yönetim arzulayanlar hayli çok ve bu ülkelerin toplam nüfusu dünya nüfusunun üçte birini oluşturuyor (Appadurai, 2017: 17).

Bu siyasal trendlerin hepsi de liderlerle takipçileri arasında güçlü bir bağ olduğunu farz eden karizma, propaganda ve ideoloji gibi faktörlerle yakından ilgili ve bu bağ liderlerin hırs, vizyon ve stratejilerinin, takipçilerinin korku ve öfkeleriyle tesadüfen ve kısmen de olsa örtüşüyor. Yeni popülist liderlerin hemen hepsi yabancı düşmanı, ataerkil ve otoriter tarzları ile öne çıkarken takipçileri de hem bu eğilimleri gösteriyorlar, hem de içinde bulundukları toplumun onlara ve onlar için yaptıklarına karşı, korku, hınç ve kızgınlık duyuyorlar (Appadurai, 2017: 18).

Appadurai’ye göre yeni popülist liderlerin en önemli ve ortak sorunu, ulusal egemenliğin krizde olduğu bir dönem yaşadığımız için başlarında oldukları ulus – devletlerin kendi ekonomilerini yönetemiyor olmaları. Çünkü ulusal egemenliğin temeli olarak ekonomik egemenlik, neoliberal politikaların hüküm sürdüğü küreselleşmeyle birlikte geçerliğini yitirmiş durumda. ABD ekonomisinin azımsanmayacak bir kısmı Çin’in elinde, Çin için ise Afrika, Latin Amerika ya da diğer Asya ülkelerinden gelen hammaddeler elzem. Ve ulusal ekonominin yokluğu, popülist liderleri ulusal egemenliği icra etmek için kültürel çoğunlukçu ve etnik milliyetçi politikalarla entelektüel ve kültürel muhalefeti bastırmaya yönlendiriyor. Yani ekonomik egemenlik çökerken ister istemez kültürel egemenliğe aşırı vurgu yapılıyor ve böylelikle ekonomik bağımsızlık sorunları kültürel egemenliğe evriliyor. Örneğin, Putin “Rusya Avrupa değildir” diyerek Batı kültürüne “iğdiş edilmiş ve kısır” yaftası yapıştırıyor, Erdoğan ise Osmanlı’ya dönüş yaparak kültürü bir egemenlik tiyatrosuna çevirerek Türkiye’nin ikonu olan Kemal Atatürk’ün laik milliyetçiliğini güçsüzleştirip dindar ve emperyal bir yönetimle değiştirmeye çalışıyor. Hindistan Başbakanı’nın sicili berbat: 2002’de Gujarat Eyaleti’ndeki Müslüman soykırımını bizzat yönettiği artık bilinen bir gerçek. Trump’ın ise kadın düşmanı ve ırkçı söylemi herkesçe malum. Tüm sağcı liderler gibi o da ABD’yi büyütmekten söz ediyor (Appadurai, 2017: 18 – 21). Şimdi de silah satarak Ortadoğu’ya şekil vermekle meşgul. Evet, yeni otoriter popülist liderlerin ortak noktası yabancı yatırımcıların, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın, işçi hareketliliğinin ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam olarak kontrol edemediklerinden, ülkelerinin kültürel arınma yoluyla küresel anlamda siyasi bir güce erişeceğini vaat etmek. Neoliberal kapitalizme ve bu sistemin kendi ülkelerine uygun olan biçimine dostça bakıyorlar ama ifade özgürlüğünü sınırlandırmayı, azınlıkları ve muhalifleri susturmayı, adaleti yok etmeyi görev biliyorlar.

 

Appadurai

 

Albert O. Hirschman, 1970’lerde insanların üretim, kurumlar ve devletlerdeki zayıflamaya ya onlara sadık kalarak ya onları terk ederek ya da onlarla kalıp düzeltme veya reform ümidiyle muhalefet ederek, direnerek, şikâyet ederek, yani “ses yükselterek” tepki verdiklerine dair etkili bir analiz sunar. Appadurai Hirschman’ın bu kavramsal açıklamasından kalkarak, yukarıda anılan popülist figürlerin kitlesel destekçileri açısından, bugün desteklenen “terk etme” seçeneğini bir alternatif değil, “ses yükseltme” olarak niteliyor. Hirschman seçimlerin vatandaşlar için ses çıkarmak ve memnuniyet ya da hayal kırıklıklarını dile getirmek için bir araç olduğu konusunda haklı olabilirdi, ancak günümüzde seçimler  – ki, ABD seçimleri bunun en güncel örneğidir – demokrasiyi “terk etme”nin bir aracı olmuş durumda. Özetle, popülist ve otoriter figürleri destekleyen kitleler demokrasinin kendisinden yorulmuş görünüyorlar (Appadurai, 2017: 23-24).

Bu yorgunluk ya da bıkkınlığın bağlamı üç yoldan ilerliyor. Birincisi, internet ve sosyal medyanın propaganda yapabilme, kimlik oluşturma ve yandaş arama imkânlarının sınırsız bir düzeye ulaşmasıyla, kendimize müttefik, arkadaş, ortak ya da inancını değiştirebileceğimiz çok sayıda insan bulmamızın mümkün olduğu algısı. İkincisi, istisnasız tüm ulus devletlerin ekonomik bağımsızlıklarını korumaları konusunda alan kaybetmiş olmaları. Üçüncüsü ise insan hakları ideolojisinin tüm dünyaya yayılmasıyla yabancı ve göçmenlerin zor da olsa küçük bir nüfuza kavuşmaları. Bunlara, küresel ölçekte artan eşitsizlik, zayıflayan sosyal güvence imkânları eklenince durum daha da vahimleşiyor. İşte bu gelişmeler otoriter ve popülist liderlere yabancı düşmanı ve ırkçı bir nefret söylemi tutturma olanağı sağlıyor. Bıkkın ve çaresiz kitleler de bu söylemi kabul ediyor ve böylece ortaya çıkan kültürel iklim sayesinde otoriter liderlerin çoğunun neoliberal politikalarla belgelenmiş kapitalizm dostlukları ile takipçilerinin ekonomik sıkıntıları arasındaki derin çelişki örtülüyor. Bu arada, iş imkânları azalır ve gelir eşitsizliği artarken buna sebep olduğu öne sürülen göçmen ve azınlıklar günah keçisi olmaya devam ediyor (Appadurai, 2017: 24-25).

Demokrasi yorgunluğunun Avrupa’ya da ulaştığını vurgulayan Appadurai özellikle Brexit’i da analiz ediyor ve Avrupa’nın AB’yi “terk etme” endişesinden söz ederek, bu konuda AB’nin en zengin ülkesi Almanya’ya önemli görevler düştüğünü ifade ediyor.

“Nesnesini ve İsmini Arayan Semptomlar”

Bu yıl kaybettiğimiz Leeds Üniversitesi öğretim üyesi Zygmunt Bauman bugünkü durumumuzun en önemli semptomlarından “göçmen paniği” piyesine odaklandığı yazısında akıl açıcı yorumlar yapıyor. Bir ülkeden dışarıya / içeriye göç var (emigration / immigration). Bir de sadece göç etmek (migration) var ve bir yerden geliyor, ama nereye gittiği belli değil. Umberto Eco’ya göre dışarıdan – göç olguları denetlenebilir, gerçekleştirilebilir veya benimsenebilir, ama göçlerde böyle şey olmaz. Tüm dünya birbiriyle kesişen yer değiştirmelerin alanı haline gelirken, dışarıdan – göçü göçten ayırt etmek olanaklı değil. Ve Avrupa’nın hala dışarıdan – göç vakaları gibi yaklaştığı olgular, aslında göç vakalarıdır. Yani, üçüncü dünya Avrupa’nın kapılarını çalmakta ve Avrupa istemese de içeri girmektedir. Avrupa çok – ırklı ya da “renkli” bir kıta olacaktır. Hoşumuza gitse de gitmese de (Bauman, 2017: 32-33).

 

Bauman

 

Hoşgörüsüzlüğün kökenlerini biyolojik olarak niteleyen Eco’ya göre, bizden farklı olan insanlara tahammül edemeyiz. Bu farklılık renk, dil, tarz (kurbağa, köpek, maymun, sarımsak yemek) olabilir. Zygmunt Bauman, köktendinci, ırkçı ve şövenist demagogların işte bu hoşgörüsüzlükten beslendiklerini söyler ve bu nedenle suçlanabileceklerini ifade eder. Ama onları hoşgörüsüzlüğün nedeni olarak itham etmemizin doğru olmadığını vurgular. Bauman’a göre hoşgörüsüzlüğün kökeni ve kaynağı bilinmeyene karşı duyulan korkudur. İşte bu bilinmeyen “yabancılar” ya da “ötekiler”dir (Bauman, 2017: 34-35).

Özetle, dışarıdan – göç denetlenebilse de, göç kendi yolunu buluyor. Ulrich Beck’e göre günümüzün en önemli sorunlarından biri hali hazırdaki kozmopolit acı durumumuz ile kozmopolit bir farkındalığa, kafa yapısına ya da tavra sahip olmayışımız arasındaki yaman çelişkidir. Kozmopolit acı durumumuz insanlığın dünya çapındaki maddi ve manevi karşılıklı bağımlılığı ya da diğer bir deyişle küreselleşme. Bu acı durum ile bizim onun şimdiye kadar hiç görülmemiş taleplerine uyum sağlamak arasında, gitgide açılan, kapatılması güç bir mesafe var. Bu bağımlılık, bölgesel özerklik ya da egemenliği gitgide yok ediyor ve bunun yarattığı sorunları çözebilecek kavramlarımız çok eski. İnsanlık, kabaca ve kısaca 150 kişilik – benim sihirli sayı dediğim – topluluklardan, kabile, imparatorluk, ulus – devlet, federasyon, “süper devlet”lere varan bir hikâye. Ama siyasi oluşumların hiç biri “kozmopolit” bir standarda uymaz; hepsi de “onlar”ın karşısına bir “biz” yerleştirir. Birbirine yazı tura gibi bağlı olan “biz” ve “onlar” birbirlerini yadsırlar ve hiçbir zaman yan yana durmazlar. Bu mekanizma siyasal olarak bütünleşmiş toplumların ilk gelişme aşamalarında iyi çalışıyordu, ama “kozmopolit durum”un siyasal gündeme dayattığı son aşamada işe yaramıyor. Çünkü daha çok küreselleşme olarak anılan bu “kozmopolit durum” “biz” kavramını geliştirerek insanların birlikte yaşama, işbirliği yapma ve dayanışma içinde bulunmalarına hiç uygun değil.  Bu aşamada artık “aidiyet” meselesinin travmatik bir biçimde bölgesel ya da siyasal egemenlikten kopartılması gerekiyor. Artık aranan şey kimlik güçlendirme, sınır çizme ve duvar inşa etme işine uygun bir “yabancı”. Bunun temel nedeni de bölgesel egemenliklerin erozyona uğraması. Bundan en çok yararlananlar sınır aşırı çalışan finansörler, yatırım fonları ve yasal ya da yasal olmayan tüccarlar, kaybedenler ise ekonomik eşitsizliğe ve ulusal ya da uluslararası adaletsizliğe kurban edilen halklar oluyor (Bauman, 2017: 36-37). Ortadoğu bunun için müthiş bir laboratuvar niteliği taşıyor.

Michael Walzer’in şu ifadesi çok anlamlı: “Eğer devletler büyük mahallelere dönüşürse, muhtemelen mahalleler küçük devletlere dönüşecektir. Üyeleri, yerel politika ve kültürü yabancılara karşı korumak için örgütlenecektir” (Akt: Bauman, 2017: 39). Büyük ya da küçük devlet olmanın anlamı egemenlik sahibi olmaktır. Tarihsel olarak görülen şudur ki, dünün mahalleleri, yerel yönetimleri, cemaatleri vb. devlet olmak için savaşmak üzere hazır bekliyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, Kant’ın gerçekleşmesini beklediği Bürgerliche Vereinunug der Menscheit (insanlığın sivil / kent birliği) yerine Klein aber mein’e (küçük ama benim – daha güzel Türkçeyle, küçük olsun benim olsun) doğru yol alıyoruz. Nitekim küreselleşmeyle birlikte iktidarla (ekonomik neoliberalizm) siyasetin (popülizm) birbirinden ayrılması nedeniyle, devletler günümüzde büyükçe mahallelere dönüşüyorlar; belli belirsiz çizilmiş, geçirgen ve yetersiz tahkim edilmiş sınırlarının içinde sıkışmış haldeler. Belirsizliğin ve müphemliğin gri bölgesi “biz” ve “onlar” arasındaki bitmeyen düşmanlığın ortaya çıktığı ve savaşların gerçekleştiği en önemli, hatta ana bölgeyi oluşturuyor (Bauman, 2017: 39-41).

Bauman makalesini diyalog kültürünü geliştirmemiz gerektiğini vurgulayarak tamamlıyor ve toplumun dokusunu ancak bu şekilde inşa edeceğimizi ifade ediyor. Bunun için ise bir kültürel devrim öneriyor ve eski bir Çin inanışını hatırlatıyor: Bir sonraki yılı düşünenler tahıl eker, sonraki on yılı düşünenler ağaç diker, sonraki yüz yılı düşünenler ise insanları eğitir.

 

Kaynaklar

Geiselberger, Heinrich. Haz. (2017). Büyük Gerileme içinde. çev. Merisa Şahin, Aslı Biçen ve diğerleri, İstanbul: Metis Yayınları.

Polanyi, Karl (1986). Büyük Dönüşüm, çev. Ayşe Buğra, İstanbul: Alan Yayıncılık.

 

 

 

 

 

 

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.