Büyülü Dağ’ın Büyülü Clavdia’sı (1)

Thomas Mann’ın Büyülü Dağ ’ını ilk okuduğumda hayli etkilenmiş, daha sonra hakkında bir inceleme yazarım düşüncesiyle çeşitli notlar alarak alıntılar yapmıştım.  Bu yazı bir iki yeni eklemeyle birlikte, 2012 yılının Kasım ayında romanın birinci cildinden aldığım notların ve yaptığım alıntıların ilk kısmını oluşturuyor. Aralık ayının ikinci yarısında aynı cilt hakkında yaptığım yorumların ikinci kısmını yayımlayacağım. Ocak 2017’de ise ikinci cilt hakkındaki yorumlarımı bulacaksınız. Amacım, bir bakıma,  genel olarak Thomas Mann’ın Büyülü Dağı’nı [1], özel olarak ise romanın kahramanlarından Hans Castorp ile Clavdia Chauchat’nın şiddetli ama tuhaf aşklarını incelemek.

* * *

Önce, Paul Ricœur [2] ile birlikte özet bir giriş yapmak istiyorum. Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’ı esas itibariyle zaman üstüne (Zeitroman – zaman romanı) yazılmış bir romandır. Nokta. Romanın kahramanı Hans Castorp kuzeni Joachim Ziemssen’i ziyaret etmek için üç haftalığına geldiği İsviçre Davos’taki Berghof Uluslararası Sanatoryumu’nda yedi yıl kalır. İlk günler, öğrenilecek ve alışılacak çok şey olduğu için kahramanımıza uzun gelir. Üç hafta sonunda hasta olduğu anlaşılınca sanatoryumda bir süre daha kalması gerekir, ama zamanla, zaman öylesine silinir gider ki, Berghof’un demirbaşı haline gelir. 1914 yılında beklenmedik bir anda Birinci Dünya Savaşı’nın ilan edilmesiyle de dağın büyüsünden koparak savaşmak üzere ülkesine, Almanya’ya dönmek zorunda kalır.

Roman yedi bölümden oluşur ve yedi yıllık süreyi kapsar, ama her bölümde geçen zaman ve bu zamana ayrılan sayfa sayısı çok farklıdır.

Romanda Berghof bir hastalık dünyası olup “yukarısı” olarak anılır ve burası “aşağısı” olarak anılan gündelik, yaşam ve sağlık dünyasından çok farklıdır. Berghof’ta doktorlar dahil herkes hastadır. Büyülü Dağ bu anlamda bir hastalık romanıdır.

Büyülü Dağ aynı zamanda, Hans Castorp’un geveze bir aydınlanmacı olan Settembrini ve bir Cizvit ve burjuva ideolojisi karşıtı olan Naphta ile bitmez tükenmez kültürel sohbetlere girmiş olması nedeniyle kültür romanıdır.

Ben buna bir de Castorp’un büyük bir tutkuyla bağlandığı Frau Chauchat arasındaki tuhaf ilişkiyi ekleyerek Büyülü Dağ ’ı bir aşk romanı olarak da niteliyorum. Nitekim bana göre beşinci bölümün son alt başlığını oluşturan Büyücüler Gecesi epizodu romanın en çarpıcı ve güzel sayfalarındandır. Paul Ricœur aşk temasını kültürle birleştiriyor, ben ise sonu bir muamma gibi görünen bu temayı ayrıca ele almak istiyorum. Zaten bu yazının teması Hans ile Clavdia’nın tuhaf aşkı olacak.

 

clavdia

Hans W. Geißendörfer’in 1981 yapımı Büyülü Dağ filminden bir sahne: Clavdia ve Hans. Clavdia’yı oynayan Marie – France Pisier tam da düşündüğüm Clavdia. Hans’ı oynayan Christoph Eichorn hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Filmi internetten izledim; öneririm.

 

Hans Castorp daha romanın üçüncü bölümünün Kahvaltı epizodunun yer aldığı 62. sayfasında – romanın Türkçe tercümesinin tamamı iki cilt olup 881 sayfadır – Clavdia ile daha doğrusu genç kadının yemek salonuna kapıyı şiddetle çarparak girmesiyle çıkan gürültü sayesinde tanışmış olur, ama biz kapının nasıl ve kimin tarafından çarpıldığını anlayamayız. Aynı bölümün Zihin Açıklığı epizodunda da benzer sahne yaşanır. Daha sonra yine aynı bölümün Tabii ki Bir Hatun epizodunda da aynı sahne yaşanır, ama bu kez kapıyı çarpanın kim olduğunu öğrenmek için bedeninin belden yukarısını sola çevirip gözlerini açan Hans şu sahne ile karşılaşır:

“Salondan neredeyse genç bir kız denilebilecek bir kadın geçiyordu, orta boylu, kızılımsı sarı saçlı, beyaz bir süveter ve parlak renkli bir etek giymiş genç bir kadın. Saçlarını örgü yapıp başına özensizce dolamıştı…Gürültülü girişiyle, kendine özgü süzülüşü ve başını biraz ileriye doğru uzatarak sessizce yürüyüşü tam bir çelişkiydi…Yürürken, bir eli bedenine oturan yün ceketin cebine sokuluydu, öbürüyle de örgülerinden çıkmış saçları aralara sokup düzeltiyordu…Saçı düzelten el hanım eline benzemiyordu, Hans Castorp’un çevresindeki hanımların ellerinin tersine, ne bakımlı ne de zarifti. Geniş, küt parmaklı bir eldi; kız öğrenci eli gibi çocuksu ve ilkel bir şeyleri olan…Masadakiler yeni geleni başlarıyla selamladılar, o da masanın iç tarafındaki yerini aldı, sırtını salona dönerek, masanın başındaki Dr. Krokowski’nin yanına oturdu – ve eli hala saçında, dönüp topluluğa baktı. Hans castorp bir an için geniş elmacık kemiklerini ve çekik gözlerini gördü ve hayal meyal bir şeyin ya da birinin anısı onu belli belirsiz yoklayıp geçti.”[3]

Castorp, “Tabi ki bir hatun!” diye düşündükten sonra bir de bunu mırıldanarak pekiştirince yanındaki kız kurusu Fraeulein Engelhart bu kadının Madam Chauchat olduğunu söyler. Hans Castorp üçüncü bölümün Satana Onur Kırıcı Önerilerde Bulunuyor epizodunda Clavdia’yı her gördüğünde onu birine benzetir ama bir türlü hatırlayamaz. Epizodun sonunda dinlenme kürüne çekilen Hans’ın gördüğü düş onu yıllar öncesine, dersler arasındaki teneffüsleri geçirdiği okulun avlusuna götürür. Düşünde, her nedense – ki bunun aslında bir nedeni vardır ve daha sonra ortaya çıkacaktır – Madam Chauchat’dan ödünç kalem istemektedir ve genç kadın boğuk ve hoş bir sesle dersten sonra kesinlikle geri vermesi gerektiğini söyleyerek Hans’a, gümüş tutacı olan, normal kalemin yarı boyunda kırmızımsı bir kalem verir ve geniş elmacık kemiklerinin biraz üstündeki mavi, gri, yeşil karışımı çekik gözleriyle ona bakar. Hans, Madam Chauchat’nın kendisine hatırlattığı kişi ve durumu yakalamıştır ve onu yitirmek istememektedir ama düş, Hans’ın ruhunu incelemek isteyen Dr. Krokowski’den kaçmak için balkondan bahçeye atlamasıyla değişerek son bulur. Yeniden uyumaya koyulduğunda ise sabah karşı gelen başka bir düş yeni doğan bir aşkın habercisidir:

“Yedi masalı yemek salonunda otururken, cam kapı her zamankinden daha büyük bir gürültüyle çarptı ve içeriye, beyaz süveter giymiş, bir eli cebinde, öbür eli başının arkasında, Madam Chauchat girdi ve İyi Ruslar Masası’na gideceği yerde sessizce Hans Castorp’un yanına geldi ve hiçbir şey söylemeden öpmesi için elini uzattı – elinin üstü yerine avucunu uzatmıştı. Ve Hans Castorp, o küt parmaklı, tırnak etleri tarazlanmış bakımsız yayvan eli öptü. Ve bir kez daha, onurun kısıtlamalarından kurtulmanın ve ayıbın sonsuz yararlarının nasıl olacağını düşündüğünde içinden yükselmiş olan o tatlı yoz duygu onu baştan aşağı sardı ve aynı tatlılığı bu kez düşünde dolu dolu yaşadı.”[4]

Görülüyor, düş, müş, ne olursa olsun, Hans aşka düşmüştür bir kez, iflah olmaz. Sonunda öyle de olur. Hans Clavdia’yı ne zaman görse, genç kadın eğer yürüyorsa, bir eli başının arkasındaki örgüde, başı biraz öne doğru uzamış, hiç gürültü çıkarmadan süzülürdü. Öyle anlaşılıyor ki, konuşurken çıkardığı boğuk ses ise Hans’ın bayıldığı bir tonla yayılırdı etrafa; dalga dalga…

Bir gün “yukarıda” ve “yatay” yaşamaktan sıkılan Hans yürüyüşe çıkmaya, “aşağıya” inmeye, yani dünyaya çıkmaya karar verir ve serin ve bulutlu bir sabah yola koyulur. Yürürken, önce mırıldanarak, sonra bağırarak şarkı söylemeye başlar. Uzunca bir süre yürür ve sağındaki yamaçtan bir dağ suyunun döküldüğü, akan suların ilerideki bir tahta köprünün altından geçerek, uzaklarda, eşsiz, dingin ve yalnızlığın fısıltısının egemen olduğu tablo gibi olağanüstü bir manzaraya eşlik ettiğini fark eder. Yorulduğu için karşı tarafta gördüğü banka ulaşmak amacıyla tahta köprüyü geçip banka oturur. Aniden burnu kanamaya başlar ve burnuna su çekerek bankın üzerine sırt üstü uzanır ve uzanır uzanmaz da derin bir düşe dalar. Yine bir süre önce gördüğü okulun avlusundadır. Karşısında ise bu kez boğuk sesli, Kırgız takma adlı ve çekik gözlü, başka bir sınıftan olan, hayranlık duyduğu Pribislav Hippe adındaki erkek arkadaşı durmaktadır. Resim kalemi yanında olmadığı için derse girerken ondan kalem istemiş, o da dersten sonra geri almak üzere kalemi Hans’a vermişti. Sırt üstü uzandığı bankta kendine gelen Hans, gözlerini açtığında, Madam Chauchat’ı gördüğünde bir türlü hatırlayamadığı kişinin Pribislav olduğunu anlar. Yerinden kalkar, sanatoryumdan çok uzaklaştığı ve tramvay ya da kiralayacak bir araba bulamadığı için bir atlı arabaya atlayarak Berghof’a geri döner.

Zar zor yetiştiği yemek salonundaki toplantıya girip kapıya yakın bir köşedeki sandalyeye adeta ilişir. Önündeki kadının başını çevirerek çekik gözlerle kendisini süzdüğünü görünce, öfkeyle, bu kadının Madam Chauchat olduğunu fark eder. Frau Chauchat, sırtı kamburlaşmış, omuzları öne doğru eğik iki büklüm oturmakta, başını da öne doğru uzattığı için beyaz yakasının bittiği yerden boynunun kemikleri belli olmaktadır. Toplantıda ise  Dr. Krokowski aşktan bahsetmektedir. Tesadüf bu ya, düşünde gördüğü ve Clavdia’ya benzettiği Pribislav, Frau Chauchat ve aşk teması çok kısa aralıklarla art arda dizilmiş, Hans’ın üzerine yıkılmıştır.

Dördüncü bölümün Analiz epizodunda Dr. Krokowski heyecanlı bir biçimde konuşmakta, bastırılmış aşkın ölmediğinden, karanlıkta ve gizli derinliklerde yaşamını sürdürerek hastalık biçiminde yeniden ortaya çıktığından söz etmektedir. Yaptığı yürüyüşten yorgun düşen Hans, anlatılanlara odaklanmaya çalışırken, dikkati önündeki eğik sırt ve el örgüyü düzeltmek için kaldırılıp arkaya uzatılan kol yüzünden dağılır. Bluzun kumaşından daha ince bir kumaşla sarılı olan kol hem dolgun hem de narindir. Hayallere dalan Hans bir yandan yıllar önce Pribislav Hippe’ye duyduğu ilgiden utanır, diğer yandan da Frau Chauchat ile Pribislav arasında kurduğu benzerliğe şaşırır. Bir süre sonra Frau Chauchat’nın başını öne doğru uzatmış süzüle süzüle gidişini izlerken yüreği deli gibi çarpmaya başladığında Hans’ın aşka düştüğü tescillenmiş olur.

Hans Castorp dördüncü bölümün Sofra Başı Sohbetleri epizoduyla birlikte Clavdia’yı sürekli olarak düşünmeye başlar ve görmek arzusuyla yanıp tutuşur. Bunun farkında olan masa arkadaşı yaşlı kız Fraeulein Engelhart ise Hans’ı bu konuda sürekli kışkırtmaktan geri kalmaz.

Bu arada Clavdia da Hans’a karşı boş değildir. Şu satırlar bunun başlıca göstergesi sayılabilir:

“Frau Chauchat ya rastlantı sonucu ya da bir çekim yüzünden onun masasına doğru iki – üç kez bakıp her kez bakışları onun bakışlarıyla karşılaşınca, dördüncü kez bile bile onun yönüne baktı ve gözleri yeniden karşılaştı. Beşinci kez Hans Castorp’u ona bakarken yakalayamadı çünkü o, o sırada hazırlıksızdı ama Frau Chauchat’nın ona baktığını anladı ve öylesine bir hevesle ona baktı ki kadın gülümsedi ve başını çevirdi. Gülümsemesi Hans Castorp’un içini sevinç ve kuşkuyla doldurdu…Kırgız gözlerin kendisine artık bakmadığına emin olana dek de inatla kadına bakmaktan vazgeçmedi. Frau Chauchat’nın kolayca anlayabileceği bir oyundu bu; anlaması da gerekliydi ki Hans Castorp’un büyük inceliği ve kendisini nasıl denetim altında tutabildiği onu düşündürsün. Şöyle oldu: Yemek servisi arasında Frau Chauchat dönüp kayıtsızca salona göz gezdirdi. Hans Castorp tetikteydi. Gözleri buluştu. Birbirlerine bakarlarken – hasta kadın ona biraz merak biraz da alaycı bir bakışla, Hans Castorp da delici bakışlarla – ve hatta vazgeçmemek için dişlerini sıkarak bakarken kadının peçetesi kucağından kayarak yere düşer gibi oldu.”[5]

Bunun üzerine kadın hoşnutsuz bir ifadeyle onu almak için davranınca bunu gören Hans Clavdia’ya yardım etmek için sandalyesinden fırlayıp sekiz metreyi koşarcasına geçecek gibi olur, ama kadın peçeteyi ucundan yakalamıştır bile. Bu durumdan Hans’ı sorumlu tutan karanlık bir bakış fırlattıktan sonra, onun kalkık kaşlarını ve fırlamaya hazır halini görünce gülümseyerek başını çevirir. Bu olayla bir zafer kazandığını düşünen Hans sevinçten çılgına dönmüştür, ama Madam Chauchat bu durumu bir oyun gibi ele alarak iki gün boyunca, yani tam on yemekte ne salona bakar – çünkü salona sırtı dönük oturmaktadır – ne de kendini izleyicilere takdim etme alışkanlığını sürdürür. Aşk oyunları başlamıştır.

Söylemekte fayda var, Clavdia ile Hans henüz tanışmamışlardır ve Hans’ın, Rusya’da bir yerlerde kocası olan ama yüzük takmayan, hasta olduğu için kaplıcadan kaplıcaya koşan, arkasından kapıları çarpan, büyük bir olasılıkla tırnaklarını yiyen bu garip kadınla nasıl bir ilişkisi olabilirdi ki? Hans Castorp’a göre, olsa olsa bu bir yaz macerası olabilirdi. Ama hiç öyle görünmemekte, Clavdia yemek salonuna genellikle geç geldiği için, sırf onunla karşılaşmak amacıyla mendilini unuttuğunu bahane ederek masadan kalkıp onun yolunu tutmaktadır. Bu karşılaşmalardan birinde, karşı karşıya geldikleri için, Hans Frau Chauchat’nın yüzünü en ince ayrıntısına kadar görebilme imkânını bulur. Kuzeyin egzotik ve gizemli havasını taşıyan bu yüzün en belirgin özelliği çıkık elmacık kemikleridir. Elmacık kemikleri genç kadının gözlerini birbirinden iterek onlara çekik bir hava vermekle kalmıyor, yanaklarının ve ağzının kenarlarının yumuşakça içe doğru dönmelerine neden oluyordu. Bir de tabii gözlerin kendisi vardı. Buraya aynen almadan olmayacak kadar güzel betimlenmiş gözlerin kendisi:

“Bir de gözlerin kendisi vardı; o kısık ve büyülü gözlerin… Uzak dağlar gibi mavimsi gri ya da gri mavi Kırgız gözler arada sırada belirli bir şeye bakmadan yana çevrildiğinde buğulu bir geceyle örtülüp karanlıklaşıyorlardı. Onu yakından umursamaz ve sert bir ifadeyle inceleyen Clavdia’nın gözleri biçim, renk ve ifade açısından Pribislav Hippe’ninikilere öylesine benziyordu ki! Aslında ‘benzemek’ doğru sözcük değil: Aynı gözlerdi onlar. Okulda yanından geçen Pribislav’dan hiç farkı yoktu.

Kelimenin tam anlamıyla sarsıcı bir durumdu. Bu karşılaşma onu büyülemiş ama aynı zamanda elverişli olsa da bulanıklığın hüküm sürdüğü bir mekânda kıstırılmış olmanın boğuntusu onu sarmış, üstelik çoktan unutulmuş Pribislav’ın Frau Chauchat olarak yeniden ortaya çıkıp Kırgız gözleriyle ona bakması ona hem sevinç veren hem de onu ürküten değiştiremeyeceği bir şeyle birlikte hapsolduğu duygusunu vermişti.” [6]

Bu vesileyle araya giriyor ve dış ses olarak Thomas Mann’ın bu analizini Proustyen bir analiz olarak değerlendiriyorum. Kılı kırk yaran, son derece etraflı, psikolojik ve tabii ki hoş.

 

hans-ve-joachim

Büyülü Dağ Filmi: Hans (Christoph Eichorn) ve Joachim ( Alexander Radszun)

 

Yaşam tuhaftır. Bazı şeyler herkesin başına gelebilir. Bu yılın Nisan ayında Toskana’ya bir seyahat yapmıştım. Yazdıklarımı aktarıyorum:

“İtalya’nın Toskana Bölgesi’ndeki Montepulciano civarında, dört bir tarafı yamaç olan büyücek bir üzüm bağının tepesindeki saraydan bozma Palazzo Vecchi Çiftliği’nde sohbeti ve şarabı bol bir akşam yemeği yiyorduk. Çiftliğin güzel kızı Nobile di Montepulciano şaraplarını tatmazı sağlarken, etrafımızda sevimli, şirin ve birinin adı Balu, diğerinin ise Gilda olan tuhaf iki köpek dolaşıyordu. İçinde bulunduğumuz taş binanın penceresi olmadığı için zamanı kestirmek zordu ve bu hem mekâna hem de zamana ayrı bir gizem katıyordu.

Bir ara yemek yediğimiz salondan dışarıya çıktım. Bir de ne göreyim, bir tarafta güneş batmış ama sanki batmamak için intikam alırcasına kızıl ışıklarını çiftliğe doğru ışınlıyor, diğer tarafta yeni doğmuş incecik bir ay siyaha bulanan gökyüzünde pırıl pırıl parıldıyor, gökyüzünün derinliklerinde belli belirsiz görünmeye çalışan yıldızlar ikide bir göz kırpıyor, uzaklardaki köylerin ışıkları ise göğe yükselmeye çalışıyordu. Elimdeki kadehi gökyüzüne doğru kaldırarak içinde bulunduğum büyük sessizliğe bir yudum aldım. Bir güneşin gökyüzünü boyadığı koyu kırmızıya, bir siyah fonda altın gibi parlayan aya bakıyor, birbirine böylesine yakın bir mesafede nadir görünen bu mucizevi doğa olayı karşısında kendimden geçiyordum. Bir süre sessizliği dinledim. Ortalıkta ne Gilda ne de Balu görünüyordu. Sonra uzaklardan gelen bir köpeğin sesiyle kendimi çocuklumda ilk kez gittiğim tütün tarlasında buluverdim. Nostalji peşimi bırakmıyordu.”[7]

Aşağıdaki satırlar da Kayıp Zamanın İzinde ’den, yani Marcel Proust’a ait ve gün doğumunu anlatıyor. Benimki günbatımını anlatıyordu, ama görüldüğü gibi değişen bir şey yok. Aynı gizem, aynı fevkaladelik.

 “Güneş doğuşları, tıpkı katı yumurtalar, resimli dergiler, iskambil oyunları ve ilerleyemeden didinip duran kayıkların olduğu nehirler gibi, uzun tren yolculuklarının ayrılmaz parçalarıdırlar. Önceki dakikalarda zihnimi dolduran düşünceleri tek tek sayarak uyuyup uyumadığımı anlamaya çalıştığım …bir anda, pencerenin camında, küçük, karanlıktaki bir korunun üzerinde, yer yer yırtılmış bulutlar gördüm; yumuşacık tüylerinin pembesi sabitti, cansızdı, bir daha hiç değişmeyecek gibiydi; tıpkı aynı pembeyi özümsemiş bir kuş kanadının tüylerini boyayan, veya ressamın keyfi uyarınca bir pastel resimde yerini almış olan pembe gibiydi. Ama tersine bu rengin, bir atalet ya da bir kapris değil de, gereklilik ve hayat olduğunu hissediyordum. Birazdan, bu pembelerin ardından ışık kümeleri birikti. Pembe canlandı, gökyüzü nar pembesine bulandı; gözlerimi cama yapıştırıp daha iyi görmeye çalışıyordum; çünkü bunun, tabiatın özündeki hayatla bağlantılı olduğunu hissediyordum. Ne var ki demiryolunun yönü değişip tren dönünce, penceredeki sabah manzarası, yerini gecenin ortasında, ay ışığı mavisi damlarıyla, gecenin sütlü sedefi bulaşmış teknesiyle, halâ yıldızlarla kaplı gökyüzünün altındaki bir köye bıraktı. Pembe gökyüzü şeridini kaybettiğime üzülürken, tekrar göründü, ama bu sefer karşıki pencerede ve kırmızıydı; demiryolunun ikinci bir dönemecinde orayı terk etti; güzel lal rengi ve değişken sabahımın kesintili, karşılıklı parçalarını yaklaştırıp bitiştirmek, tam bir görüntü, devamlı bir tablo elde edebilmek için bir pencereden ötekine koşup duruyordum.”[8]

Son olarak Büyülü Dağ ile devam ediyorum. Burada da günbatımı resmedilmiş.

“(Hans Castorp) Birkaç yıl önce, yazın son günlerinde alacakaranlıkta Holstein’de bir gölde tek başına bir sal gezisine çıkmıştı. Saat aşağı yukarı yediydi; güneş batmış, neredeyse yusyuvarlak bir ay gölün çalılıklarla kaplı güney kıyısının ardından doğmuş, Hans Castorp durgun suda kürek çekerken, aşağı yukarı on dakika süren şaşırtıcı düşsellikte bir görüntü oluşmuş, batı cam gibi berrak, apaydınlık ve kesinlikle gündüzken, başını öbür yöne çevirdiğinde büyülü ayın aydınlattığı bir sis ağının içine gömülü geceyle karşılaşmıştı. Bu garip durum aşağı yukarı bir çeyrek saat sürmüş, sonra gecenin ve ayın üstün çıkmasıyla sona ermişti. Bu süre içinde Hans Castorp coşkulu bir hayranlıkla kamaşan gözlerini sürekli önce aydınlığa, sonra geceye, sonra da yeniden gündüze çevirip durmuştu.”[9]

Her üç alıntı gece ile gündüz geçişlerinin gizemli ve olağanüstü güzelliklerine şahit olmanın hazzını yansıtmaktadır. Ve Hans Castorp artık ne zaman Clavdia Chauchat’yı düşünse “kendini Holstein’de gölün üzerindeki sandalda, batı yakasının saydam gün ışığından kamaşmış gözlerle doğudaki gökyüzüne ve bir sis perdesinin örttüğü mehtaplı bir geceye bakar buluyordu.”[10]

Kasım, 2012

Devam edecek…

 

Notlar

[1] Mann, Thomas. Büyülü Dağ 1. Cilt, Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları, İst., 2011.

Mann, Thomas. Büyülü Dağ 2. Cilt, Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları, İst., 2011.

[2] Ricœur, Paul. Zaman ve Anlatı Üç: Kurmaca Anlatıda Zamanın Biçimlenişi, Çeviren: Mehmet Rifat, YKY, İst., 2012. Ricœur bu kitabında Büyülü Dağ ile birlikte Virgina Woolf’un Mrs. Dalloway’ını ve Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sini zaman bağlamında etraflıca inceliyor, aklımızı açıyor.

[3] Mann. A.g.e., 1.Cilt, s.100-101.

[4] A.g.e., 1.Cilt, s.118.

[5] A.g.e., 1.Cilt, s.179-180.

[6] A.g.e., 1. Cilt, s.184.

[7] Gündoğmuş, Bülent. Toskana, İtalya’da İlk Yaz, Nisan 2012.

[8] Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde: Çiçek Açmış Kızların Gölgesinde, Çeviren: Roza Hakmen, 14. Baskı, YKY, İst., 2009, s.206-207.

[9] Mann, A.g.e.,1.Cilt, s.194.

[10] A.g.e., s.201.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.