Bir Yaz Sonu Rüyası

William Faulkner, 1956 yılında, New York’ta verdiği bir röportajda, gazeteci, senaryosunu yazmak istediği bir film olup olmadığını sorunca şu cevabı vermişti: “George Orwell’in 1984’ünü yapmak isterdim. Filmin sonuyla ilgili bir fikrim var, her zaman iddia ettiğim bir tezi kanıtlamak için: İnsan yok edilemez çünkü özgürlüğe tutkundur.”[1]

Ben de Faulkner’e katılıyor ve 1984’e bir ekleme yaparak kısmen değiştiriyorum. Selam Faulkner…

 

boticelli-venus

Sandro Botticelli, Venüs’ün Doğuşu, 1482-86, Uffizi Müzesi, Floransa, İtalya

 

Sıcak ve sakin bir yaz sonu gecesiydi.  Profesör Winston Smith Britanya Yazarlar Birliği tarafından Thames Nehri’ne bakan şatolardan birinin bahçesinde onuruna düzenlenen törende iki hafta önce yayınlanan üçüncü romanı hakkındaki konuşmasını yapıyordu. Kürsünün etrafında bir yay şeklinde dizilmiş olan dinleyicilerden çıt çıkmıyor, meraklı bakışları Winston’ın konuşmasını uzattıkça uzatmasına neden oluyordu. Winston annesinin kendisine önerdiği alternatif senaryoyu da düşünerek okurlarına dördüncü kitabının hazırlıklarına başladığı müjdesini verdi. Konuşmasını tamamladığında büyük bir alkış koptu ve dakikalarca devam etti.

Profesör Winston Smith, işte “o ülke”de yaşıyor, bir taraftan üniversitede edebiyat hocalığı yapıyor, diğer taraftan da roman yazıyordu. Distopik bir roman olan üçüncü ve son romanını üniversiteden izin alarak, üç ayda, neredeyse evinden hiç çıkmadan yazmıştı. Özellikle öğrencilerinin içinde yaşadıkları toplumun nimetlerini daha iyi anlayabilmelerini sağlamak için böyle bir roman yazmak ihtiyacını duymuştu. O’Brien’in Winston’a yaptıklarını düşündükçe çılgına dönüyor, Winston ile Julia’nın aşkına ise şapka çıkarıyordu. Konuşmasını daha çok aşk üzerine kurgulamıştı. Sorular da buradan geldi.

Sonra, soruları cevaplama faslına geçildi. Sorular profesörün kulağında kurşun gibi vızıldıyor, profesör cevaplamakta zorlanıyordu. Böyle bir düzen olabilir miymiş, insan belleği silinip teslim alınabilir miymiş, çevremiz düşüncemizi belirleyeceğine düşüncemiz çevremizi belirleyebilir miymiş, sadece nefretten mürekkep bir toplum yaratılabilir miymiş, her şey tek bir adamın iradesine bağlı olabilir miymiş, toplumlar sürekli savaş halinde olabilirler miymiş, böylesine işkence yapılabilir miymiş, sevgi yok edilebilir miymiş, mış, miş, mış, miş! Ve nihayet, zaman yok edilebilir miymiş?  Bu ne yaratıcılıkmış? Helal olsun muş!

Winston soru sağanağı karşısında bazı açıklamalarda bulunma ihtiyacı duydu ve söze şöyle başladı:

  • Değerli konuklar, sevgili öğrenciler, bildiğiniz gibi romanımda bundan tam altmışaltı yıl öncesinin dünyasını betimliyorum. Geçenlerde film arşivinde oldukça eski bir film izledim. Adı Groundhog Day olan filmde bir hava durumu sunucusunu canlandıran Bill Murray her sabah kalktığında noktası virgülüne hep aynı günü yaşıyordu. Bir yaşamın bir tek güne sıkıştırıldığını düşünebiliyor musunuz? İşte altmışaltı yıl önce dünyamızda, şimdi’nin, hatta an’ın cehennemi tekrarının yaşandığı bir düzen hüküm sürüyordu. Biliyorsunuz yaşadığımız toplumda geçmişimiz bugüne hükmetmiyor, tam tersine bugün geleceğe hükmediyor. Ernst Bloch’un yıllar önce ifade ettiği gibi, bugün içindeki ufukla birlikte geleceğe hükmederek şimdiki zamanın akışına özgül bir alan açıyor,[2] Kairos’u yaratıyor. Bu nedenle bizim işimiz geçmişle değil, gelecekle. Geçmiş uzman tarihçilerin alanına giriyor. Romanımın geçtiği yıllarda sürekli nefret üretiliyor, sevgi yok ediliyor, bölgesel savaşlar tüm hızıyla devam ediyordu. Abartıyor olabilirim, nihayetinde romanım bir kurgu, ama durum buna çok yakındı. O yüzden düzenimizin kıymetini bilelim. Bu berbat durum, bundan otuz dört yıl öncesine kadar devam etti ve o yıl doruk noktasına ulaştı. Yirmi yedi yıl önce de devrim oldu. Daha yapacak çok işimiz var, ama, itiraf etmeliyim ki, o günden bugüne mucizevi bir hızla ütopik bir topluma doğru yol alıyoruz.

Bir dinleyici söz aldı ve şu soruyu sordu:

  • Bay Smith şöyle bir sorum olacak. Romanınızdaki Winston ile Julia’nın aşkı imkânsız bir aşktı. Buna rağmen, sizin de yazmış olduğunuz üzere Amok koşucusu gibi sonlarına doğru koştular. Neden? Vazgeçemez miydiler? İkinci sorum ise şu: Winston ve Julia’dan başka âşıklar da olsaydı ve bu çiftlerin sayısı yüzleri, hatta binleri bulsaydı, devrim süreci hızlanır mıydı?

Winston Smith şöyle bir nutuk çekti:

  • Öncelikle İlk sorunuzun cevaplayarak başlayayım. Hayır vazgeçemezlerdi! Çünkü çok uzun yıllar önce yaşayan Hesiodos her şeyden önce Khaos’un oluştuğunu söyler ve hemen ardından geniş göğüslü Gaia, yani Toprak Ana ile Aşk Tanrısı Eros gelir. “Homeros’un söylediği şey de, yani tanrının kimi kahramanlara cesaret üflemesi de, düpedüz Eros’un kendi özünden sunduğu bir şeydir âşıklara.”[3] Yavaş yavaş değişmekle birlikte bütün aşklar imkânsızdır dostum. Binerce yılık gelenek kolay kolay değişmiyor. Aşk bir dert, bir yaradır; armağan sayılan, sevinç veren bir yara. “Evet aşk, kanın çiçeğidir. Bir tılsımdır da: Âşıkları koruyan, kırılganlıklarıdır. Zırhları, savunmasızlıklarıdır; silahları ise çıplaklıkları. Zalim bir ikilem: Âşıkların aşırı duygusallığı, kendi aşkları dışında her şeye karşı duydukları kayıtsızlık kadar aşırıdır… Âşıkları tökezleten, ölümcül tuzağa düşüren büyük tehlike ise içlerine çekilmeleridir. Ceza gelmekte gecikmez: Kendilerinden başka hiçbir şeyi, hiç kimseyi gözleri görmez, ta ki taşa dönmeye ya da sıkıntıdan boğulana kadar. Kendine çekilmek bir kuyuya düşmektir.”[4] Viyanalı profesörün dediklerini hatırlayalım. Ona göre iki temel insani temel güdü vardır: Cinsellik ve ölüm. Cinsellik en kuvvetlisidir ve yaşamı libido idare eder. Açlık da cinsel güdüye tabidir ve doymak cinsel rahatlama olarak kabul edilir. Profesör Freud’a göre diğer güdü de bize artık çok yabancı olan imha ve saldırıdır. Romanımda bunları olanca açıklığıyla işlediğimi düşünüyorum. Geçerken söylemeliyim ki, cinsellik olmadan toplum da olmaz. “Biz zamanız ve onun egemenliğinden kaçamayız. Onu değiştirebiliriz, ama ne yadsıyabiliriz ne de yok edebiliriz… Aşk da… zamandır ve zamandan yapılmadır, ölümün bilincine varmaktır, aynı zamanda da bir andan bir sonsuzluk yaratma girişimidir. Bütün aşklar kara yazgılıdır, çünkü hepsi zamandan yapılmadır, hepsi öleceklerini bilen iki ölümlü yaratık arasındaki kırılgan bağı oluşturur. Bütün aşklarda, en trajik olanda bile, insanüstü demenin abartı sayılmayacağı bir mutluluk anı vardır: Zamana karşı bir zaferdir bu… hiçbir şeyin değişmediği, her şeyin aslını koruduğu daha da öteye bir bakıştır.”[5] İkinci sorunuza cevabım ise kesinlikle evet olurdu. Aşk ve devrim bölünmez bir bütündür. Tamamı âşıklardan oluşan bir toplum düşünebiliyor musunuz?

Başka bir dinleyici de şunları ekledi.

  • Profesör, müthiş bir nutuktu. İzninizle ben de bir ekleme yapabilir miyim? Derler ki, “Cinsellik kök, erotizm sap, aşk ise çiçek”tir.[6] Cinsellik bozguncu olup, sınıf farkı ve hiyerarşi, sanat ve bilim, gündüz ve gece tanımaz. Erotizm ise cinselliğin sürekli elektrik boşaltımına karşı bir paratonerdir, cinselliği estetize eder. Aşka gelince bir bedene bir ruha, bir insana çekilme olup güzelliği arama serüvenidir. St. Augustin “Sevgim benim ağırlık merkezimdir; o nereye giderse, ben de oraya giderim” der. José Ortega y Gasset de “Sevgi, sevilen şeye doğru bir çekilmedir” diye ekler.[7]

Winston coşarak Proust’tan bir pasaj okudu:

  • Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.”[8] Ayrıca aşkın bir filozof olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

 

velazques

Diego Velazquez, Aynadaki Venüs, 1647-51, Nasyonel Galeri, Londra, İngiltere

 

Bir öğrenci heyecanla ayağa kalkarak, aşkın, son zamanlarda azalmakla birlikte, düşmanlığı, çekişmeyi, kıskançlığı ve nefreti de içerdiğinin unutulmaması gerektiğini söylemesi üzerine, Winston’ı susturmak mümkün olmadı. Şöyle gürledi:

  • Güzel! Lev Nikolayeviç Tolstoy’un ölümsüz eseri Anna Karenina’yı hepimiz okumuşuzdur. Roman esas olarak Anna – Vronski  çifti ile Kiti – Levin çifti üzerine kurgulanmıştır. Kırsal alanda yaşayan Levin, Tolstoy’un ve doğal olarak onun düşüncesinin bir temsilcisi gibidir. Anna ise, daha romanın başında kardeşinin karısı Dolli’yi boşanmaktan vazgeçiren o genç, çekici, güzel, doğru, dürüst, iyi, tutkulu, cesur, bahtsız kadın Anna ise, aşık olduğu Vronski uğruna, kendisinden 20 yaş büyük eşi Karenin’in boşanmayı kabul etmemesine rağmen, 1870’ler Rusya’sındaki yasaları ve sosyete yaşamını hiçe sayarak, bu genç adamın çocuğunu doğurup zamanının çok ötesinde bir profil çizer. Aşkı o kadar büyük, derin ve inanılmazdır ki, Vronski’yi hiçbir zaman hiç kimseyle paylaşmak istemediğinden, hakkında yanlış bir değerlendirme yapıp büyük bir kıskançlık ve yalnızlık içinde, onu acılara gark ederek cezalandırmak amacıyla intihar eder. Oysa Levin Kiti ile Anna’nın Vronski ile yaşadığı gibi tutkulu ve büyük bir aşk yaşamadığı için, bunaldığı bir dönemde intihar etmeyi düşünmüş olsa bile, hayatta kalmayı başarmıştır. Genç kadının duyduğu aşk ve nefret öylesine büyüktür ki, beklenen sonun yaklaştığını iliklerimizde hissederiz. Aslında Anna – Vronski çifti arasındaki cinsel aşk, Kiti – Levin çiftinin fiziksel ve metafiziksel aşkına göre öylesine büyük, ama bununla birlikte, yasak olmasının getirdiği heyecan ve Anna’nın kişiliği nedeniyle öylesine dengesizdir ki, son, kitabın başındaki İncil’den yapılan alıntıdan da bellidir: “İçim nefretle dolu, öcümü alacağım.” Dostoyevski’nin “Anna Karenina, çağımızın Avrupa edebiyatındaki benzerlerinden hiçbirisinin, kendisiyle boy ölçüşemeyeceği kadar kusursuz, mükemmel ve ölümsüz bir sanat eseridir” dediği, 125 yazar tarafından tüm zamanların en iyi romanı seçilen Anna Karenina, Louis Aragon’un “mutlu aşk yoktur” şiirinin en güzel örneği olarak doruk noktasıdır. Ve Anna o kadar gerçektir ki, bir gün bir arkadaşı Umberto Eco’ya, Anna Karenina gerçek dünyada var olmadığı halde onun düştüğü bu duruma neden ağladığımızı sorar. Eco’nun cevabı, kurmaca karakterlerin gerçekten var olup olmadığından emin olmadığımızdır.[9] Tıpkı benim Winston ve Julia karakterlerim gibi… Aşkta kıskançlık temasının işlendiği diğer ünlü bir roman Marcel Proust’un başyapıtı Kayıp Zamanın İzinde serisinin ilk cildi olan Swann’ların Tarafı’dır. Tatlı dilber Odette’in çekim alanından bir türlü kurtulamayan Charles Swann genç kadını büyük bir tutkuyla seviyordu. Sevgisi o kadar derindi ki, Odette’in sadakatsizliğini ve yalanlarını bile bile etrafında pervane oluyor, kıskançlıktan bir kazada acı çekmeden ölmesini diliyordu. O kadar öyle ki, karılarından birine çılgıncasına âşık olunca bu esaretten kurtulabilmek için onu hançerleyen Fatih Sultan Mehmet’e derin bir yakınlık hissediyordu.[10] Çünkü Odette de Swann’ı bir bakıma esir almıştı ya da Swann esir olmuştu. Ve nihayet Halil Cibran’ın bu konuda söyledikleri şiirseldir: “Çünkü aşk taçlandırdığı gibi çarmıha gerer sizi. Hem besler, büyütür hem de budar sizi.”[11]                                                                                                                                                                                                                                                                                                 
    venus-ve-mars

    Sandro Botticelli, Venüs ve Mars, 1483, Nasyonel Galeri, Londra, İngiltere

     

  • Hocam peki, Hannah Arendt’in tutkulu bir aşkın “iki kişilik totalitarizm” doğurabileceği şeklindeki görüşüne ne diyorsunuz?
  • Çok güzel bir soru. Swann’ın Odette’i çılgınca kıskanması nedeniyle, çılgınca sevdiği karılarından birini hançerleyen Fatih Sultan Mehmet’e derin bir yakınlık duyması bu anlama gelmiyor mu? Soruyu soran arkadaşımızı göremiyorum. Soru cevap kısmı bittikten sonra görüşelim lütfen.  Neyse, şöyle açıklayabilirim belki. Öncelikle, bu ilginç ve benim de zamanında katıldığım görüş üzerinden çok zaman geçti. “Aşkla özgürlük arasındaki ilişki, iflah olmaz bir karşılıklı bağımlılık ya da hatta bir aşk – nefret ilişkisi niteliği gösterir. Aşk bir bireye hem esaret hem de özgürleşme getirebilir. İki âşığın bireysel özgürlüğünü sona erdirebilir ve dünyalarını küçültebilir, ya da tersine asla ikisinin toplamı olmayan yeni ve öngörülemez bir ‘üçüncü alan’ açabilir. Yeni alanın ölçümü toplayarak değil, düğümlere, eğrilere, kıvrımlara, paralel çizgilere ve hayatlara dair riskli bir kesişimler – bileşimler matematiği yardımıyla yapılır.”[12] Ben bu üçüncü alanın belirmekte olduğunu düşünüyorum. (Bu arada, güle güle Svetlana.)

Alkışlar, alkışlar… Winston kürsüden inerek tebrikleri kabul etmeye başladığında etrafını kalabalık bir hayran kitlesi sarmıştı. Biraz sonra başlayacak olan yemek için kendisine ayrılan masaya doğru yürümekte zorlanıyordu. Bu keşmekeş bir süre devam etti ve masasına bir türlü ulaşamadı. Bunalmıştı.

Bir ara aniden aydınlandığını hissetti ve “Hocam merhaba, geç kaldım sanırım, ama son soruyu soran bendim” diye cıvıldayan bir sesle silkinerek kendine geldi. Başını hafifçe kaldırdığında karşısında kırmızı tuvalet giymiş genç bir kadının durduğunu gördü. Uzaktan bakan biri Winston ile kırmızılı kadının birbirlerine doğru çekildiklerini fark edebilirdi. Hızla hafızasını yokladı ve karşısındaki genç kadının bir süreden beri dikkatini çeken doktora öğrencisi Julia olduğunu hatırladı. Onu görür görmez etraf siyah – beyaza bürünmüş, ama o al al yanıyordu. El sıkıştılar.

Julia dudaklarına her zamanki o çapkın ve muzip hatta müstehzi –  alaycı yani, ama anlaşılmasın diye sarkastik demeyeceğim – gülümsemesini yapıştırmıştı. Sol yanağındaki o güzelim gamzesi göz kırpıyordu. Hani derler ya, kalem gibi kaşları ve  – kalemi hayli iyiydi – ok gibi kirpikleri –  Ezop dili kullanır, kelimeleri ok gibi fırlatırdı – vardı. Işıl ışıl parıldayan gözleri, güller gibi açan dudakları ve derin göğüs dekoltesiyle sabah yıldızı (Venüs) gibi etrafa ışık saçıyordu. Yazın o güzelim güneşi tenine buğdayın en güzel tonunu vermekte tereddüt etmemişti.

Derisini altında ince bir alevin dolandığını hisseden Winston heyecanla, “Evet” diye cevap verdi. Julia, “Konuşmanızı kaçırdığıma üzüldüm Bay Smith. Şimdi lütfen yaptığınız konuşmayı ilk dersimizde öğrencilerinize de yapacağınıza söz verir misiniz? Ders saati olması nedeniyle töreni kaçıran çok sayıda öğrenciniz olmalı” dedi ve Winston’un cevabını beklemeden yanından süzülüp geçti. Winston, Julia geçerken başını çevirip arkasından baktığında sırtının beline kadar açık olduğunu gördü. O anda sırtına vuran ışık, sıcaktan nemlenmiş olan yumuşacık teninin üzerinde dikilen sarı tüylerini ortaya çıkarmıştı. Yanından sessizce kayıp giderken, ardında bıraktıklarını derin bir sessizliğe gömen, fethedilecek bir Kırmızı Kuğu gibiydi.

Julia’nın arkasından büyülenmiş gibi şaşkın şaşkın bakan Winston tekrar hayranlarıyla sohbete daldı ve sorulan soruları cevaplamaya devam etti. Bir yandan sorulan soruları cevaplıyor, diğer yandan da göz ucuyla Julia’yı takip etmeye çalışıyordu. Viyanalı profesör peşini bırakmıyordu. Ortalık rengârenk tuvaletli kadınlar ve smokinli erkeklerden geçilmezken – o ülkede özel günlerde özel kıyafetler giymeye özen gösterilirdi –  görebildiği kadarıyla bir tek Julia kırmızı tuvalet giymişti ve seyrek de olsa her göründüğünde etraf siyah ile beyaza bürünüyor, o ise al al yanıyordu.

Sonunda kendisine ayrılan masasına ulaştı ve sandalyesine oturarak kadehindeki şaraptan bir yudum aldı. Masada kendinden başka BYB’nin beş üyesi vardı. Bir süre sonra herkes masasına oturmuş yemek müziği eşliğinde yemeğini yiyordu. Yemek için yaklaşık bir saat ayrılmıştı, sonra dansa geçilecekti.

* * *

Dans iki kişi arasında oluyordu. Biri erkek biri dişiydi. Bakışları, birbirlerine taptıklarını,  birbirlerini sevmekten korktuklarını ve her ikisinin de mahkûm oldukları bir ateşi tutuşturduklarını ifade ediyordu. Büyük bir hazla kucaklaştıklarında bedenlerinde bakanları kör eden şimşekler çaktı.

Kucakladıkları bedenlerinin içinde uçsuz bucaksız bir okyanusun derinliklerindeymişçesine kendilerini yitirmişler, bir taraftan oluşturdukları dev dalgaların üzerinde sallanıyorlar, diğer taraftan da gecenin ovalarında dörtnala koşuyorlardı. Bedenleri ortadan kalkmış, geriye, zonklayan, genişleyen daralan ve alevler fışkırtan sonsuz bir madde kalmıştı. Tüm zamanlar bir an’da kesişmişti. Bu erotik bir danstı…

* * *

Winston Smith sabah uyandığında tele – ekrandan sinir bozucu bir cızırtı geliyordu…

 

Notar

[1]Philip Gourevitch(Der). Yazarın Odası, Çeviren: Öznur Ayman, Timaş Yayınları, İst., 2009, s.215.

[2] Bloch, Ernst. Umut İlkesi, Cilt 1. Çeviren: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2 Baskı, İst., 2011, s.347.

[3] Platon, Symposion, Çeviren: Eyüp Çoraklı, Kabalcı Yayınevi, İst., 2007, s.47.

[4] Paz, Octavia. Çifte Alev: Aşk ve Erotizm, Çeviren: Tomris Uyar, Everest Yayınları, İst., 2016, s.208.

[5] A.g.e., s.210.

[6] A.g.e., s.40.

[7] Gasset, José y Ortega, Sevgi Üstüne, Çeviren Yurdanur Salman, YKY, 8. Baskı, İst., 2014, s.9.

[8]Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Çeviren:  Roza Hakmen, 14. Baskı, YKY, İst., 2009, s.164.

[9] Eco, Umberto. Genç Bir Romancının İtirafları, Çeviren: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınevi, İst., 2011, s.63 ve 66.

[10] Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Swann’ların Tarafı, Çeviren: Roza Hakmen, YKY, İst.,1999, s.365.

[11] Cibran, Halil. Ermiş, Çeviren: Ayşe Berktay, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, 2015, s.6.

[12] Boym, Svetlana. Başka Bir Özgürlük, Çeviren: Cemal Yardımcı, Metis Yayınları, İst., 2015, s.233.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.