“Cruise” / Seyrüsefer

Beş kişiydik. Arkamızdan el sallayan Verda ile vedalaştıktan sonra, sabahın alacakaranlığında Selim’in kullandığı panelvan ile Ayşen, Semra, Mustafa ve ben Waldwick’ten Newark Havaalanı’na doğru yol alıyorduk. Hava epeyce soğuktu. Bir süre sonra sol tarafımızda güneş gökyüzünü parlatarak aydınlatmaya başladı; sağ tarafımız ise hala karanlıklar içindeydi. Bir süre daha sonra ise, sağ tarafımızdaki karanlıklar içinden, ta uzaklarda New York City’nin kulelerden (gökdelenler) oluşan ışıl ışıl silueti belirdi. Selim hızlandıkça sol tarafımız aynı hızla aydınlanmaya devam ediyor, sağ tarafımız ise karanlıklardan kurtulmaya çalışıyordu. O da ne? New York City aniden görüş alanımızı terk etti ve bir süre görünmedi.

Uzun ve yüksek bir köprüyü geçerken, istikametimizdeki zorunlu değişiklikler nedeniyle, aniden sol tarafımızda, önce kuleleri (gökdelenleri), sonra kendisi tekrar ortaya çıktı New York City’nin. Ortalık aydınlanmaya devam ederken nar gibi açılıp ortaya çıkan New York City bir süre sonra tekrar kayboldu. O dev şehir, çok geçmeden, ama bu kez sağ tarafımızda kendini gösterir gibi oldu ve hızla kayboldu. New York City ile aramızda saklambaç başlamıştı sanki.

Newark Havaalanı’na yaklaştığımızda bu kez tekrar solumuzda beliren kuleler (gökdelenler) New York City’nin son görüntüleriydi.

Kendimi birden bire Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde ’ki  Martinville Kilisesi’nin çan kulelerini ve trende giderken sağında o pırıl pırıl yıldızlı geceyi, solunda ise şafağın patlayarak söküşünü izlerken buluverdim.

NYC_Top_of_the_Rock_Pano

Fotoğrafı bir siteden aldım. Lütfen tıklayınız.

 

Newark Havaalanı’ndan Florida’daki Fort Lauderdale Havaalını’na olan uçuşumuz yaklaşık 3 saat sürdü. Buraya gelmemizin nedeni seyrüsefere, “cruise”, çıkmaktı. Fort Lauderdale’de ılık, hatta sıcak bir havayla karşılaştık. İlk rehberlerimiz yetmişlik kızlardı ve tek yaptıkları bizi havaalanından alıp gemiye götürecek olan otobüse bindirmek oldu. İkinci rehberimiz olan otobüsün siyahi şoförü ise geveze, komik ve siyahi bir adamdı. Yaşlı adamın derinden gelen davudi sesiyle anlattıkları hepimizi gülmekten kırdı geçirdi ve yaptığı işin ne kadar zor olduğuna inandırarak seve seve bahşiş vermemizi sağladı – şaka tabi, sanırım sadece bahşişle yaşıyordu.

Dev gibi gemideki kamaramıza yerleştikten kısa bir süre sonra kaptanın anonsuyla ağır ağır hareket ederek beş gün sürecek olan seyahatimize başlamak üzere limandan çıktık. Gökyüzünde, geniş bir alana yayılmış ya da serpilmiş küçük bulutlar dans ediyor, “scattered cloud”, hava sıcaklığı 25°C’yi gösteriyordu. Bu bilgileri kaptanın seyir defterinden aldım. İstikametimiz Atlas Okyanusu üzerinden Meksika Körfezi ve Karayip Denizi olacaktı. Bu bilgi de elimdeki rehberden.

Hoş bir sürpriz bizi bekliyordu. Bindiğimiz gemi bir zamanlar Türkiye’de de oynayan Aşk Gemisi (Love Boat) filminin çekildiği Caribbean Princess’in yeni olanaydı. 3600 yolcuyu aşan kapasitesi ve 290 metre uzunluğundaki gemi tam 16 kattı. 900 balkonlu odası ve “mini – suites”i, bir o kadar da balkonsuz odası bulunan gemide çok sayıda lokanta, 2 yüzme havuzu, tiyatro salonu, çok sayıda bar, “casino”, alışveriş mağazaları, dev bir spor merkezi, yıldızların altında film izleyebileceğiniz açık hava sineması, berber, spa merkezi, onlarca asansör vb. mevcuttu. Tam bir eksravaganza (extravagence) ile karşı karşıyaydık; daha doğrusu ekstravaganzanın içindeydik.

 

Cruise princess

Fotoğrafı Princess Cruises sitesinden aldım.

 

Bulutlar şekilden şekile giriyor, kapladıkları alan bir genişliyor bir daralıyordu. Deniz uçsuz bucaksızdı. Fonda hoş bir Frank Sinatra söylüyordu. “… And did it my way.” Sonra tuhaf bir şey oldu: Bulutlar önce Kuzey Amerika haritası şekline büründüler, sonra aşağıya, güneye doğru süzüldüler. Sanki Kuzey Amerika kıtası Güney Amerika kıtasına dönüşüyor, gemimizi de arkasından sürüklüyordu. Birdenbire müzik de “Caribbean” oluverdi. Siyah adam derinden gelen o buğulu sesiyle ortalığı çınlatırken orkestra elemanları dans etmeye başlamışlardı bile. Yolcular dururlar mı? Pamuk gibi bulutların adeta asılı kaldıkları o masmavi gökyüzü gemiden yükselen seslerle bin bir renge bürünmüştü. Siyah adamın çok güzel dans eden sarışın bir kadına işaret parmağıyla verdiği ve “ You are awesome” anlamına gelen – sen müthişsin – işareti tabloyu tamamlıyordu. Kıvıran kıvırıyor, biz ise “Deck 15”de, 15.katta, şezlonglarımıza uzanmış güneşleniyorduk.

 

IMG_0299

Yolcular havuz başında güneşlenip eğleniyorlar.

 

Sonra, ama epey sonra, akşamüzeri yani, uzaktan gelen tatlı bir kadın sesiyle hava değişiverdi. Sarışın ve uzun boylu kadına gitarıyla eşlik eden uzun saçlı ve uzun boylu adam sahnedeki yerlerini almışlardı. Karı koca olan çiftin verdikleri konser Amerikan folk müziği örneklerinden oluşuyordu.

İlk ve ikinci gün denizde, “ at sea”, geçti. Özellikle ikinci gün önemli ölçüde güneşli bir gökyüzüne uyanmış, uzun bir kahvaltıdan sonra 30°C’de Latin ve yine Amerikan folk müziği eşliğinde Karayip Denizi’ne doğru yol almıştık.

 

IMG_0304

Ayşen de hem güneşleniyor hem de yolcuları izliyor.

 

İkinci gün biterken, güneşi kovalayan bulutlar onun denize gömülmesini izleyerek bayram yapıyor, ertesi gün gökyüzünde kendilerini gösterebilecek olmanın mutluluğunu taşıyorlardı. Kamaramızdan çektiğim fotoğraf bunun bir göstergesiydi.

 

IMG_0288

Güneş denize gömülüyor.

 

Üçüncü gün parçalı bulutlu bir gökyüzü karşıladı bizi. 28.5°C’lik sıcaklık insanı terletmiyordu.  Bir Britanya sömürgesi, “British Commenwealth”, olan “Grand Cayman” adasındaydık. 7 kilometrelik sahile ulaşmamız hiç de uzun sürmedi. Masmavi deniz incecik ve serin havada kalmış bir yorgan gibi vücudumuzu sararken, bembeyaz kumlar zaman zaman kendini gösteren güneş ışınlarıyla parıl parıl parlıyor, ortalık bizi çok şaşırtan iguanalardan geçilmiyordu. Şezlonglarımızın arasında dolaşan ve tavukları kovalayan irili ufaklı sevimsiz ama gururlu iguanalar tropik iklimin en önemli simgeleriydiler. Yarım gün süren bu güzel deneyim her şeye değdi. Değdi de, herkesin ortasında yaşlı iki beyaz kadının ayaklarını ovalayan genç ve siyah Caymanlı kadın tablosu morallerimizi yerle bir etti. Gemimize dönerken etrafta gördüğümüz ve sömürge tarzında inşa edilmiş dev malikanelerde neler döndüğünü tahmin etmek hiç zor değildi.

 

IMG_0312

Iguanalar şezlonglarımızın arasında dolaşıyorlar.

 

21.Yüzyılda ve sömürge bir ülke…kır zincirlerini Cayman halkı, o güzel ülke senindir, kimseyle paylaşma…paylaşırsan da artık değeri senin olsun…kaptırma…kuzeyindeki Kübalıları düşün…gerisine aldırma…

Gemimize yaklaşırken şehrin merkezinde yer yer ıslaklıklar gördüğümüzde kaptanımızın verdiği hava tahminin doğru çıktığına şaşırmadık tabi. “Bridge”ten yapılan anons, havanın “Partly Cloudy with Passing Showers” olacağını söylemişti; yağmur geçişli parçalı bulutlu…

Merkezde “coconut”, kokonat, satan yaşlı adamın sesi ortalığı çınlatıyordu. Bir kokonat satın aldığımızda öyle bir gösteri yaptı ki, yanındaki arkadaşı bu sevimli adamın büyük bir kokonat katili olduğunu itiraf ediverdi.  Ayşen ve Semra da bu güzel meyvenin önce suyunu afiyetle içtiler, sonra da yediler…

Gemimize ulaştık, odalarımıza çıktık ve Cozumel Adası’na doğru yol almaya başladık.

 

IMG_0315

Semra ile Ayşen kokonatlarının suyunu içiyorlar.

 

Cozumel’e vardığımızda takvim 30 Ekim 2014’ü gösteriyor, bizi yerel kıyafetleriyle karşılayan Meksikalılar etrafa neşe saçıyordu. İlginçtir, Meksika topraklarındaydık ama pasaport soran yoktu. Elimizdeki oda kartları kimlik yerine geçiyor, ellerindeki cihazlarla kartları okuyan gemi güvenlik görevlileri her şeyi organize ediyorlardı. Meksikalı polislerin de kontrol ettikleri bu kartlardan başka bir şey olmamıştı. Britanya sömürgesi olan Grand Cayman’da polis bile yoktu tabi…

 

Ayşenle benim Meksikalı arkadaşlarımız.

 

Gökyüzünde geniş bir alana yayılmış bulutlar güneşe engel olamıyor, ortalık 30°C ile kavruluyordu. Seçtiğimiz programa dahil olan grubumuzla birlikte önce büyük bir motora binerek yaklaşık 1 saatlik bir deniz yolculuğuyla Meksika’nın Yucatan Yarımadası Quintana Roo Eyaleti’ndeki  Palma del Maya’ya  – Playa del Carmen – gittik. Oradan da,  yine yaklaşık 1 saatlik, ama bu kez otobüs yolculuğu yaparak yine aynı eyalette bulunan ve bir Maya yerleşimi olan Tulum’a ulaştık.  Karayip Denizi kıyısında kurulmuş olan Tulum Kolomb öncesi bir Orta Amerika uygarlığı olan Mayalara ait beş site devletten biriydi. Tulum’da 2 saat geçirdik.

Kuşkusuz, Maya uygarlığıyla ilgili ayrıntılı bilgiye her hangi bir ansiklopedi ya da Wikipedia’dan ulaşmak mümkün. Ben daha çok sosyal yaşamdan söz etmek istiyorum. Otobüslerimizin park ettiği tarihi şehir devletin bir kaç kilometre berisindeki konaklama alanında yakından gözlemleme şansına eriştiğim Meksikalılar, ağır, sakin ve ezik bir görünüm sergiliyorlardı. Herkes kaderine mahkûm, boynu bükük ve işini yapabilmenin derdindeydi. Dönüş yolcuğunda, Tulum ile Playa del Carmen arasındaki yaklaşık 1 saatlik otobüs yolculuğu sırasında, yolumuzun sağında ve solunda gördüklerimiz ise yoksullukla zenginliğin o kahredici diyalektik birlikteliğiydi. Bir tarafta neredeyse kilometrelerce uzanan yeşil alanları kaplayan golf sahaları ve yüzme havuzlarıyla dev gibi resort (şehir merkezinden uzak olan tatil yerleri ya da köyleri) oteller vardı, diğer tarafta ise sefil bir yoksulluk hüküm sürüyordu.

Şehre geldiğimizde otobüsten indik ve bizi gemimize götürecek olan motora doğru yürümeye başladık. Etraf, binlerce turistin ve bir şeyler satmak isteyen Meksikalıların gürültüsüyle şenlenmişti. Omzuna aldığı iguanası ile poz verip fotoğraf çekmemizi isteyenler, bizi lokantalarına davet eden garsonlar, gençler, yaşlılar, çocuklar, kadınlar, erkekler, sarışınlar, esmerler, kısa şortlular, uzun şalvarlılar, hepsi rengârenk bir bütünün parçasıydılar. Piyasa yaptığı her halinden belli olan kısacık şortlu sarışın bir melek omzundaki parlak çantasıyla biraz ilerideki plaja doğru ağır ağır ilerlerken, kamera birdenbire yükseldi ve görüntü dondu.

Motorumuza yerleştiğimizde hava buğulanmış, ortalığı mistik bir görünüm kaplamıştı. Her şey, ama her şey ağır akıyordu. Sahilde, kimisi uzanmış kimisi ayakta birkaç kişilik öbekler halinde toplananlar aralarında sakin sakin sohbet ediyorlar, biz uzaklaştıkça her bir öbek diğerleriyle birleşerek küçülüyordu. Batmakla batmamak arasında tereddüt eden güneş Playa del Carmen’in arkasında kaybolduğunda sahilde sohbet edenler, önce sadece bir gölge, sonra da görünmez oldular.

 

IMG_0321

Tulum: Tepemde talih kuşu, arkamda Karayip Denizi.

 

Güneşli ve gökyüzüne küçük küçük dağılmış şeffaf bulutların poz verdiği müstesna bir gündü. Denizdeydik ve Fort Lauderdale’e doğru yol alıyorduk. Elimde, tatil süresince boş kaldığım vakitler okuyabildiğim ve bitirmek üzere olduğum Nabokov’un  Rua, Dam, Vale’si, güneşleniyoruz. Siyah adam, sihirli, derinden gelen ve kulaklarımızı okşayan bir sesle söylüyor, hiçbir şeyi umursamayan Amerikalılar ise yerlerinde duramıyor, dans ediyorlardı. Siyah adam neler söylemiyordu ki? Dean Martin, Carlos Santana, Eric Clapton dile gelmiş, şakıyorlardı…

Sonra kaptan konuşmaya başladı:“Değerli yolcularımız sol tarafımızda oluşan gökkuşağına ve mini hortuma dikkatinizi çekerim.” İşte bir doğa mucizesi.

 

IMG_0345

Doğanın mucizesi: Gökkuşağı ve mini hortum.

 

Gece Cadılar Bayramı’nı, “Halloween”, kutlayan Amerikalılar görülmeye değerdi. İstedikleri gibi yaşayan Amerikalılar bunu da abartmışlar, tam bir ekstarvaganza örneği vermişlerdi.

 

IMG_0352

Elveda Fort Lauderdale.

 

Bize bu mucizevi seyahati yaşatan Prime Travel ve yöneticilerinden Verda Kesedar’a  verda@primetravel.com sonsuz teşekkürler. Her şey beklentilerimizin çok üstündeydi…

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

2 thoughts on ““Cruise” / Seyrüsefer

  • Semra Sertel dedi ki:

    Sevgili Bülent herşeyi o kadar detaylı anlatmışsınki seyahati bir kere daha yapmış gibi oldum. Hele kokonatın tadını hala damağımda hissediyorum diyebilirim. O muhteşem gemimize haksızlık olmasın, iki havuz yakışmaz. Arkadaki (bizim kullanmadığımız) biri çocuk biri de normal havuzu unutmuşsun. Onları hatırlatayım.
    Bir de Filipinli garsonun getirdiklerini unutmak mümkün değil.
    Prime travel’la buradan teşekkürler Oasis’de buluşmak dileklerimle.
    Semra

    • bulentgundogmus dedi ki:

      Teşekkür ederim Semra. Evet haklısın, üçüncü bir havuz daha vardı. Gemi o kadar büyüktü ki, unutmuşum, hemen düzeltiyorum. Oasis ekstaravaganzaların şahı, muhtemelen kayboluruz. Filipinli garsonumuza gelince, özellikle getirdiği deniz mahsullerini unutmak mümkün değil tabi…

Semra Sertel için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.