Çoklu Perspektif (2)

Notlarımı karıştırırken, 1 Kasım 2012 tarihli günlüğümde, henüz bitirmiş olduğum Thomas Mann’ın Büyülü Dağ adlı romanı üzerine yazdıklarımı buldum. Başlığını Büyülü Dağ ’ın Büyülü Clavdia’sı koyduğum yazının uzunluğuna – 15 sayfaydı –  ben bile şaşırdım. Bir önceki Çoklu Perspektif yazımı tamamlayacağını düşündüğüm aşağıdaki bölümün  – Proust’tan yaptığım alıntı tekrar olsa da – ilginizi çekeceğini umuyorum.

 

day-and-night-karen-conine

 

Yaşam tuhaftır. Bazı şeyler herkesin başına gelebilir. 2012 yılının Nisan ayında Toskana’ya bir seyahat yapmıştım. Yazdıklarımdan kısa bir bölüm aktarıyorum:

YILDIZLAR İKİ DE BİR GÖZ KIRPIYORDU!

“İtalya’nın Toskana Bölgesi’ndeki Montepulciano civarında, dört bir tarafı yamaç olan büyücek bir üzüm bağının tepesindeki saraydan bozma Palazzo Vecchi Çiftliği’nde sohbeti ve şarabı bol bir akşam yemeği yiyorduk. Çiftliğin güzel kızı Nobile di Montepulciano şaraplarını tatmamızı sağlarken, etrafımızda sevimli, şirin ve birinin adı Balu, diğerinin ise Gilda olan tuhaf iki köpek dolaşıyordu. İçinde bulunduğumuz taş binanın penceresi olmadığı için zamanı kestirmek zordu ve bu hem mekâna hem de zamana ayrı bir gizem katıyordu.

Bir ara yemek yediğimiz salondan dışarıya çıktım. Bir de ne göreyim, bir tarafta güneş batmış ama sanki batmamak için intikam alırcasına kızıl ışıklarını çiftliğe doğru ışınlıyor, diğer tarafta yeni doğmuş incecik bir ay siyaha bulanan gökyüzünde pırıl pırıl parıldıyor, gökyüzünün derinliklerinde belli belirsiz görünmeye çalışan yıldızlar ikide bir göz kırpıyor, uzaklardaki köylerin ışıkları ise göğe yükselmeye çalışıyordu. Elimdeki kadehi gökyüzüne doğru kaldırarak içinde bulunduğum büyük sessizliğin şerefine bir yudum aldım. Bir güneşin gökyüzünü boyadığı koyu kırmızıya, bir siyah fonda altın gibi parlayan aya bakıyor, birbirine böylesine yakın bir mesafede nadir görünen bu mucizevi doğa olayı karşısında kendimden geçiyordum. Bir süre sessizliği dinledim. Ortalıkta ne Gilda ne de Balu görünüyordu. Sonra uzaklardan gelen bir köpeğin sesiyle kendimi çocuklumda ilk kez gittiğim tütün tarlasında buluverdim. Nostalji peşimi bırakmıyordu.”[1]

Aşağıdaki satırlar da Kayıp Zamanın İzinde ’den, yani Marcel Proust’a ait ve gün doğumunu anlatıyor. Benimki günbatımını anlatıyordu, ama görüldüğü gibi değişen bir şey yok. Aynı gizem, aynı fevkaladelik.

GÖKYÜZÜ NAR PEMBESİNE BULANDI!

“Güneş doğuşları, tıpkı katı yumurtalar, resimli dergiler, iskambil oyunları ve ilerleyemeden didinip duran kayıkların olduğu nehirler gibi, uzun tren yolculuklarının ayrılmaz parçalarıdırlar. Önceki dakikalarda zihnimi dolduran düşünceleri tek tek sayarak uyuyup uyumadığımı anlamaya çalıştığım …bir anda, pencerenin camında, küçük, karanlıktaki bir korunun üzerinde, yer yer yırtılmış bulutlar gördüm; yumuşacık tüylerinin pembesi sabitti, cansızdı, bir daha hiç değişmeyecek gibiydi; tıpkı aynı pembeyi özümsemiş bir kuş kanadının tüylerini boyayan, veya ressamın keyfi uyarınca bir pastel resimde yerini almış olan pembe gibiydi. Ama tersine bu rengin, bir atalet ya da bir kapris değil de, gereklilik ve hayat olduğunu hissediyordum. Birazdan, bu pembelerin ardından ışık kümeleri birikti. Pembe canlandı, gökyüzü nar pembesine bulandı; gözlerimi cama yapıştırıp daha iyi görmeye çalışıyordum; çünkü bunun, tabiatın özündeki hayatla bağlantılı olduğunu hissediyordum. Ne var ki demiryolunun yönü değişip tren dönünce, penceredeki sabah manzarası, yerini gecenin ortasında, ay ışığı mavisi damlarıyla, gecenin sütlü sedefi bulaşmış teknesiyle, halâ yıldızlarla kaplı gökyüzünün altındaki bir köye bıraktı. Pembe gökyüzü şeridini kaybettiğime üzülürken, tekrar göründü, ama bu sefer karşıki pencerede ve kırmızıydı; demiryolunun ikinci bir dönemecinde orayı terk etti; güzel lal rengi ve değişken sabahımın kesintili, karşılıklı parçalarını yaklaştırıp bitiştirmek, tam bir görüntü, devamlı bir tablo elde edebilmek için bir pencereden ötekine koşup duruyordum.”[2]

 

 

Son olarak Thomas Mann’ın Büyülü Dağ ‘ı ile devam ediyorum. Burada da günbatımı resmedilmiş.

ŞAŞIRTICI DÜŞSELLİKTE BİR GÖRÜNTÜ OLUŞMUŞTU!

“(Hans Castorp) Birkaç yıl önce, yazın son günlerinde alacakaranlıkta Holstein’de bir gölde tek başına bir sal gezisine çıkmıştı. Saat aşağı yukarı yediydi; güneş batmış, neredeyse yusyuvarlak bir ay gölün çalılıklarla kaplı güney kıyısının ardından doğmuş, Hans Castorp durgun suda kürek çekerken, aşağı yukarı on dakika süren şaşırtıcı düşsellikte bir görüntü oluşmuş, batı cam gibi berrak, apaydınlık ve kesinlikle gündüzken, başını öbür yöne çevirdiğinde büyülü ayın aydınlattığı bir sis ağının içine gömülü geceyle karşılaşmıştı. Bu garip durum aşağı yukarı bir çeyrek saat sürmüş, sonra gecenin ve ayın üstün çıkmasıyla sona ermişti. Bu süre içinde Hans Castorp coşkulu bir hayranlıkla kamaşan gözlerini sürekli önce aydınlığa, sonra geceye, sonra da yeniden gündüze çevirip durmuştu.”[3]

Her üç alıntı gece ile gündüz geçişlerinin gizemli ve olağanüstü güzelliklerine şahit olmanın hazzını yansıtmaktadır. Ve Hans Castorp artık ne zaman Clavdia Chauchat’yı düşünse “kendini Holstein’de gölün üzerindeki sandalda, batı yakasının saydam gün ışığından kamaşmış gözlerle doğudaki gökyüzüne ve bir sis perdesinin örttüğü mehtaplı bir geceye bakar buluyordu.” [4]

Doğa sonsuz sayıdaki perspektifin bir tezahürüdür; onunla diyaloğu koparmayalım.

Notlar

[1] Gündoğmuş, Bülent. http://bulentgundogmus.com/italyada-ilk-yaz-toskana-2/

[2] Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Çeviren: Roza Hakmen, 14. Baskı, YKY, İst., 2009, s. 206-207.

[3] Mann, Thomas. Büyülü Dağ, C.1, Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları, 2011, s. 194.

[4] Mann, A.g.e., s.201.

, , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.