Déja – vu

 

“……………………

Avare dolaşırız oval aynalarda,

kendi geçmişimizi görürüz kendimizde

ve biliriz ki bir zamanlar oradaydı o da.

…………………….”[1] 

 

Hemen hepimiz, şimdiki zaman içinde yaşayıp giderken, belirsiz bir geçmişte kesinlikle aynı olan durumları yaşamış olduğumuz hissini ani çakan bir ışık misali tatmışızdır. Yani, Zaman Oku’na binmiş giderken, ilk kez karşılaştığımız bir kimseyi daha önce tanımış olduğumuzu, hiç bulunmadığımız bir yeri daha önce görmüş olduğumuzu ve hiç söylememiş olduğumuz cümleleri daha önce söylemiş olduğumuzu duyumsamışızdır. Duyumsanan bu geçmiş ve geleceğin mükemmel aynılığı, bilim insanları, özellikle nörologlar ve ruhbilimciler nasıl açıklarlarsa açıklasınlar, mucizevi olup zamanın tersinmezliğine bir meydan okumadır. Rome Bodei’nin[2] belirttiğine göre ilk kez 1876 yılında Emile Boriac tarafından kullanılan ve 1894 yılında da ilk kez Louis Dugas tarafından açıkça dillendirilip konu edilen Déja-vu, “daha önce görülmüş” anlamına gelmektedir ve isimlendirilmiş olmamakla birlikte 1844 yılında İngiliz hekim Arthur Ladbroke Wigan tarafından “önceden varolmuşluk duygusu” şeklinde tanımlanmıştır.[3]

Bodei’ye göre yaşanan bu duyumsama sürecinde temelde iki kimyasal reaksiyon, Déja-vu (daha önce görülmüş) ve Jamais –vu (hiç görülmemiş), kesinlik ve belirsizlik, garip bir yakınlık ruhu hali içinde bir araya gelerek gerçeklik ile gerçek dışılığın üst üste binmesini sağlayarak zamansal farklılıkların sıfırlanmasıyla zamanın akışını yok eder.[4]

 

john

John William Tristram – Landscape, 1921

 

Bu mucizevi deneyimi yaşayanlar hatırlayacaklardır, bir Déja – vu olayının kısa akışı sırasında bazen yakın bir geleceği, henüz bilmediğimiz bir şeyi biliyormuş gibi hisseder ya da önceden bildiğimiz bir gelecek sahnesini izliyormuş hissine kapılırız. Böylece, bir tarafımız kronolojik zamanın aktığının farkına varırken, diğer tarafımız için olmuş olan, olmakta olan ve olacak olan şey paralel olarak yürüyormuş gibi görünür. Diğer bir deyişle geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki farklar yok olur ve ani ışık çakmasıyla birlikte varoluşumuzun sonsuz geri dönüşü ile geleceğine çok kısa bir göz atma fırsatı doğar. Draaisma buna “zamanda çatlak” oluşması der. Ve ışık aniden bu çatlaktan sızıverir.

Dante Gabriel Rossetti’nin 1854 yılında yazdığı, ancak 1870 yılında yayınlanan “Sudden Light” (Ani Işık) şiiri zamanda oluşup çatlaktan sızan bir Déja-vu deneyiminin dizeler haline gelmiş ilk örneğidir. Şiir şairin önce sevgilisi sonra karısı olan Lizze için yazılmıştır. Şiir bir Déja –vu deneyiminin, yani belirsiz bir zaman önce orada bulunmuş olmanın yaydığı sonsuzluk kokusunun temel öğelerini içermektedir. Işığın zamanda oluşan çatlaktan sızmasıyla bilinmeyen bir zamanda önceden tanınan mekânda eşiğin ötesindeki çimenlerin tatlı ve keskin kokusu, fısıltı sesi, dere kenarındaki ışık ve sevgilinin bir kırlangıcın uçuşunu izlemek için boynunu aniden çevirmesidir bir tablo gibi karşımıza çıkan.

 

“Ani Işık

Daha önce bulundum burada,

Ama ne zaman ve nasıl söyleyemem:

Tanıyorum kapının ötesindeki otu.

Tatlı, keskin kokuyu

Nefesin esintisini, kıyıdaki ışıkları.

 

Sen benim oldun daha önce,

Ama ne kadar zaman önce bilemem:

Ama yalnızca kırlangıcın kanat çırpmasına

Şöyle bir boynunu çevirdiğin zaman,

Bir örtü düştü, ben biliyordum hepsini önceden.

 

Böyle mi oldu önceden?

Böyle olacak mı baş döndürücü uçuşu zamanın

Böyle olmayacak mı yaşamlarımızla

Onarmak aşkımızı,

Ölüme inat,

Bir kez daha zevk vermek birbirimize gece gündüz?”[5]

 

felix

Felix Vallotton, The Ray, 1909

 

Déja – vu deneyimi sırasında bir durumun algılanışı eski bir durumun tekrarı olarak yaşandığı, ama kişi bu durumu daha önce yaşamadığının farkında olduğu için, psikolog Gerard Heymans bunu 1904 yılında “mevcut algının belleğin içeriğiyle tam olarak ilişkilendirilememesinden, bu nedenle de belirsiz bir hatıra imgesi izlenimi uyandırmasından kaynaklandığı” şeklinde yorumlamıştır.[6] Bu arada, 1904 ile 1906 yılları arasında Déja – vu fenomeni ile onun gibi kısa süreli bir psikolojik fenomen olan kişiliksizleşme arasında bir bağlantı arayan Heymans’ın bulguları, hem Déja – vu hem de kişiliksizleşme duygusunun çok belirgin bellek yanılgılarına bağlı olduğu yönündeki teorisini desteklemiştir. Burada kişiliksizleşme, algıladığımız şeyin hayali, kendi sesimizin bile kulaklarımıza başkalarına aitmiş gibi yabancı gelmesi ve sözlerimizin tarafımızca pasif bir seyirci gibi gözlemlendiği, gelip geçiveren ani bir durumdur.[7]

Henri Bergson 1908 yılında yayınlanan bir denemesinde anı ile algının eşanlı oluştuğunu ifade ederek şunları ileri sürer: Algı yaratıldıkça anısı da onun yanında yer alır, ama bilinç çoğu kez bunun farkına varmaz. Bergson bu durumu dâhiyane bir biçimde,  “şimdi”nin her anının kendi fışkırması içinde, birinin yeniden geçmişe düşerken diğerinin geleceğe doğru atılan simetrik iki atışa bölünmesi şeklinde açıklar. İlk atışa anı, ikincisine de algı deriz. Algı geleceğe atıldığı için ileriye yönelmekte, anı ise geçmişe doğru gerilediği için algının bir kopyası gibi görünmektedir. Dolayısıyla her algıya anı, yani kendi sanal kopyası eşlik eder. Déja-vu durumunda algı, yaşama dikkat kesilme, yani “kendi kendini yaratma” çabası yavaşladığı, “şimdi”nin görünen gerçeğiyle olan bağı koptuğu için “şimdinin anısı”ndan ayrılır. Sonuç olarak, Déja – vu, şimdiyi yoksullaştırıp geçmişi zenginleştirerek bir melez zaman, bir yaşayan ölü, geri dönen bir olmuş ve geçip gitmiş bir “oluyor” yaratan görüntüsel bir deneyimdir. [8]

Psikolog Daniel L. Schacter’e göre bir kişi geçmişteki bir deneyim sonucunda elde ettiği bilgiyi bu bilgiyi hatırladığının farkında olmadan kullanabilir.[9] Örtük bellek olarak ifade edilen bu durumda kaynak bilgisinin anımsanması gerekmez. 1980’li yıllarda bu konuda yapılan deneyler göstermiştir ki, örtük bellekle Déja – vu arasında bir bağ kurulabilir. Örneğin bir arkadaşınızla konuşurken bu konuşmayı daha önce yapmış olduğunuzu hisseder, ama bunu hatırlayamazsınız. Bunun nedeni bir cümle ya da fikrin daha önceki konuşmalarınızdan birinde söylenmiş olan bir şeyin örtük anısını uyandırmış olabilmesidir.[10]

 

poetic

Poetic Landscapes by Valériane Leblond

 

İsimlendirilmemiş olmamakla birlikte ilk kez Arthur Landbroke Wigan tarafından doğru biçimde tanımlanan Déja-vu ’nun tıbbi tanımının kökeni de yine Wigan’a dayanmaktadır. Britanya’nın çok sevilen prensesi Charlotte Augusta’nın 1817 yılında doğum sırasında ölmesi tüm ülkeyi yasa boğmuştur. Cenazeye katılan Dr. Wigan çok üzgün, aç ve yorgundur. Tabutun mezara indirilmesi sırasında garip ve rahatsız edici bir biçimde bu sahneyi daha önce görmüş olduğu inancına kapılır. Kendisini, beynin işleyişiyle ilgili zihnini kurcalayan teorisinin pratiğini yaşamış gibi hissetmektedir. Bu ve başka bazı gözlemlerini yirmi beş yıllık bir deneyim süzgecinden geçirerek The Duality of Mind (Zihnin İkilik Durumu) adlı nörolojik monografide bir araya getirir. Bu arada, daha 1820 yılında ölen yakın bir arkadaşının otopsisini yaparken, onun yalnızca bir beyin yarım yuvarlağıyla normal olarak yaşadığını şaşkınlıkla fark etmiştir. Wigan’a göre beynimiz iki yarıküreden oluşuyordu ve – aslında kafatasımızın sağında ve solunda eşit sayıda ve aynı loblar olmak üzere iki beyin taşırız – bir konuya odaklandığımızda biri dinlenirken diğeri faal olduğu için, cenaze töreninde de yorgunluk nedeniyle biri faal olduğundan zayıf bir duyu imgesi vardı. Ancak Charlotte’un kederli eşinin feryadını duymasıyla Wigan’ın beyninin diğer yarıküresini de harekete geçmiş ve her şey berraklaşmıştı. Bilinci bu resmi şimdiki zaman, onun tıpatıp belirsiz bir resmi de geçmiş olarak algılamıştı. Bu teori, daha sonra, beynin yarıkürelerinden birinin faaliyeti sona ermeden ve zayıf bir biçimde görünmeye devam ederek, diğerinin faaliyete geçmesiyle bir “çifte – imge”nin ortaya çıkmasına neden oluyor, böylece bir şeyi ikinci kez yaşıyormuş hissini yaratıyordu şekline büründü. Ama bu artık Wigan’ın hipotezi değildi.[11] Günümüzde de sağ ve sol yarıkürelerin milisaniyeden daha küçük bir zaman farkıyla çalışması, yaşadıklarımızın hem önceden ve hem de sonra algılanmasına neden olacak bir yanılsamayı yaratmaktadır tezi öne sürülmektedir.

Ama ben, tıpkı Bodei’nin yaptığı gibi, Déja – vu ’nun oluşmasına neden olabilecek yorgunluk, üzüntü, yaşama dikkat kesilmeme, vb ruhsal nedenleri analiz etmeyi, meydana gelen olayı önemsiz göstermemek adına terk ediyor, yazımı “rüyanın ikinci yaşamımız”[12] olduğunu söyleyen Gérard de Nerval’in tanımıyla bitiriyorum: Déja-vu “rüyanın gerçek yaşama taşması”dır.[13]

Şimdi tekrar ağaçların kollarını umutsuzca sallayarak uzaklaştığını izleyebilir, 8.10.2015 tarihli yazımı okuyabilirsiniz.

 

Notlar

[1] Gerrit Achterberg’in Déja – vu şiirinden aktaran Draaisma, Douwe. Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer? Çeviren: Gürol Koca, Metis Yayınları, İst., 2008, s.157.

[2] Bodei, Remo. Zaman Piramitleri, Çeviren: Durdu Kundakçı, Dost Kitabevi Yayınları, Ank., 2010, s. 15.

[3] Draaisma, A.g.e., s. 161.

[4] Bodei, A.g.e., s. 12.

[5] A.g.e., s.27.

[6] Draaisma, Douwe. Bellek Metaforları, Çeviren: Gürol Koca, Metis Yayınları, İst., 2007, s.234.

[7] Draaisma, Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer?,.s.173.

[8] Bodei, A.g.e., s.70-73.

[9] Schacter, L. Daniel. Belleğin İzinde, Çeviren: Eda Özgül, YKY, İst., 2008, s. 241.

[10] A.g.e., s. 258.

[11] Draaisma, A.g.e., s. 167-172.

[12] Nerval, Ateş’in Kızları, Çeviren: Erdoğan Alkan, İthaki Yayınları, İst., 2005, s.80.

[13] Bodei, A.g.e., 123.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.