Her Gecenin Bir Sabahı Vardır!

Hermann Broch mucizevi eseri Vergilius’un Ölümü’nde şafağı söktürürken çağlara ışık tutuyor; bana da buraya almak kalıyor (2012: 223-224). Ahmet Cemal’in mucizevi çevirisiyle:

“Gece, hedefinin etrafında toplanıyordu, hedefe yönelik bir hal alıyordu, ve karanlığın üstünden yumuşaklığı çekilip alınmaktaydı; dışarıda yıldızların yanıp sönüşü yeşilimsiye oynuyordu. Havanın rengi, karanlıkta hareketsiz duruyordu, nesneler peşpeşe ve hareketsiz, sanki el yordamıyla gölgeden çıkmaktaydı, ve pencereden içeriye doğru, adeta santim santim, oda yeniden odalığına, duvar yeniden duvarlığına geri dönmekteydi. Penceredeki son yıldızların yanıp sönüşü tarafından kuşatılmış olan şamdan, pencerenin önünde yapraklarını dökmüş bir ağaç gibi yükselmekteydi, dallarında hâlâ gecenin kalıntıları asılıydı…

 

Toskana

 

 Ah, evet, geçip gitmekte olan gece, uyuyanı son nefesine kadar taşımaya devam ediyordu, uzağa, gittikçe daha uzağa götürüyordu… Gecenin büyük yayı Vergilius’un önünde bir defa daha gerilip yayıldı, pencerenin önündeki kızıl renkli cehennem dumanlarının ve ses kargaşasının içinden yükseldi, bütün ölümlerin kraterlerine tırmandı, ölümün gerginliği ile çirkinleşmiş bütün suratlar ve ölümün çatlak sesli cayırtıları ona eşlik etmekteydi, pişmanlığın en derin noktasındaki boşluğa yuvarlandı, fakat müjdeyi getiren sesin emredercesine yumuşak tondaki ad seslenişi tarafından tekrara yakalandı, şimdi gittikçe hafifleyen bir çan sesi olarak sabahın sızan ışığına damlayacaktı, ışığa dökülecekti ve onunla birlikte şafağa akacaktı, şafağa karışmış olacaktı…Vergilius’un önüne yükselen gün, ve Vegilius artık ona çoktandır bakmıyordu; gözleri açık kalmış olmasına rağmen bulanıklaşmıştı, gözyaşları olmaksızın gözyaşlarının bulanıklığını almıştı, ancak Vergilius, bu bulanıklığın içersinden, kendi bakışlarına yabancılaşmış halde, doğmakta olan günü görüyordu, şafağı görüyordu, şafağın o renksiz rengini yavaşça, kesit kesit dışarıdaki damlara nasıl yayıldığını çek net görüyordu, bunu görüyordu ve artık görmüyordu, görmesi hissedişe dönüşmüştü, ve bu hissedişle birlikte onun için gün doğdu, yeni ışığıyla ona ait olarak: sabahın erken zamanı filizlendi, kokusunun artan temizliği ile, son derece belirgin, son derece ışık rengi netliğiyle ona doğru esti, bu sabah zamanın içinden, onunla karışmaksızın, ilk ocak ateşlerinin ince ve geniz yakan dumanları geçti, sabah, Vergilius’a o kendine has neşeli aydınlıkla denizin gümüşi nefesiyle esti, bu nefes, serin ve nemli sahilin ilk parıltıları arasından yükselmişti, kumları ve taşları iyice belirgin olan, sabahın gümüş dalgalarınca ıslatılan sahil, sabahın kurbanını almak üzere hazırlanmıştı, evet, sabahın zamanı Vergilius’a doğru esmekteydi, yayılmıştı ve yayılmaktaydı, tekrar yükselen Yaradılış niteliğini alan doğallık olarak… Vergilius’un önünde bir melek durmaktaydı…’Gir bir zamanlar varolan ve şimdi tekrar gelen Yaradılış’a; fakat senin adın Vergilius olsun, çünkü zamanın geldi!’ Böyle konuşmuştu melek, yumuşaklığı içersinde korkutucu, hüznü yüzünden teselli vericiydi… Vergilus bir defa daha gördü dalgalanan tarlaları, sahilden sahile uzanmaktaydı, meyvelerin dalgaları sonsuzdu, suların dalgaları sonsuzdu, hepsi de ilk sabahın serin ve eğilmiş ışığı tarafından okşanmaktaydı, serin ve pırıltı içindeydi yakınlar, uzaklıklar serin şeyi bilmenin ve hiçbir şey bilmemenin, her şeyi hissetmenin ve hiçbir şey hissetmemenin hoşluğu geldi, her şeyi unutmanın hoşluğu geldi, rüyasız bir uyku geldi. -”

Notlar

Broch, Hermann (2012). Vergilius’un Ölümü, çev. Ahmet Cemal, İstanbul: İthaki Yayınları.

, , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.