15 01 2019
Mahpus
Kayıp Zamanın İzinde’nin beşinci cildi olan Mahpus, aşkın, kavganın ve nefretin doruğa çıktığı, anlatıcı ile Albertine’nin tutkulu aşklarını dile getirir. Ele avuca sığmayan Albertine, özellikle cinsel eğilimleri konusunda gizemini korumaya devam ettiğinden, anlatıcı tarafından Paris’teki evinde zorunlu ikamete tabi tutulur. Anlatıcı ile Albertine’nin aşkı öylesine inişli çıkılı bir hal alır ki, büyük kıskançlık nöbetleri geçiren anlatıcı sonunda Albertine ile ilişkisini koparmak ister. Bu arada Albertine anlatıcının evini terk eder. Swann ve Bergotte ölürler, Morel ise Charlus’le ilişkisini koparır.
Kayıp Zamanın İzinde ’nin en önemli karakteri güzel Albetine’dir. Anlatıcı Marcel’in etrafında pervane olduğu, yine kaos teorisindeki ifadesiyle en tuhaf çekeri olan Albertine, kesinlikle tahmin edilemeyen bir karakter olarak bu dev eserin ya da katedralin en çarpıcı göstergesidir.
Anlatıcının Albertine’i kıskanmasının bir nişanesi olarak, “Uzun gezisinde Albertine’e eşlik etmesem de, zihnim ondan çok daha fazla gezip tozardı…” cümlesiyle başlamak yerinde olacaktır. Bununla birlikte, Albertine’le beraber yaşamak Marcel’e büyük mutluluk veriyordu. Albertine’in dışarı çıkmayacağını bildiği akşamlar, onun ayak seslerini dinlemekten büyük bir huzur duyuyor, bir zamanlar, asla tanışamayacağı bu genç kızın her gün döndüğü evin kendisinin evi olmasına şaşırıyordu. Ama bu, hoş bir şaşkınlıktı. Balbec’teki çiçek açmış genç kızlardan en güzel gülü koparmış olmanın hazzını yaşayan anlatıcı bundan epeyce gurur duyuyordu.
Albertine’i uyurken seyre dalan anlatıcının, bu güzel gülün uykusuna binip onunla birlikte yol alması ve gül açtıktan, yani uyandıktan sonra “Canım Marcelim”, “Canım Marcel’im benim” demesi – ki, romanda iki kez geçen Marcel adından ilki budur – Marcel’in en mutlu olduğu anlardı.
Albertine’in Uykusuna Binip Yol Alırdım
“Yatağımın üzerine boylu boyunca, hayal edilmesi mümkün olamayan bir doğallıkla uzanışına bakınca, oraya bırakılıvermiş, uzun saplı bir çiçeğe benzetirdim onu; gerçekten de öyleydi: Sadece Albertine’in yokluğunda bulabildiğim hayal etme gücüne, onun yanımda olduğu böyle anlarda, sanki Albertine uyurken bir bitkiye dönüşmüşçesine, kavuşurdum… Benliği, konuştuğumuz zaman olduğu gibi, durmadan itiraf edilmemiş düşünce ve bakışlarından dışarı sızmazdı. Benliğinin kendi dışına çıkmış bütün parçalarını yine kendinde toplamış, bedenine sığınmış, kapanmış, o bedende özetlenmiş olurdu. Onu bakışlarımla hapsedip ellerimle tuttuğumda, uyanıkken yaşayamadığım bir duyguyu yaşar, ona tamamen sahip olduğum izlenimini edinirdim. Hayatı bana tabiydi, hafif soluğunu bana doğru üflerdi. Denizden esen bir meltem kadar tatlı, mehtap kadar büyülü olan bu esrarengiz ve mırıltılı soluğu, yani Albertine’in uykusunu dinlerdim. Bu uyku devam ettikçe, Albertine’e baka baka onun hayalini kurabilir, uykusu derinleştiği zaman da ona dokunabilir, onu öpebilirdim. O sırada hissettiğim aşk, cansız varlıklar olan doğanın güzellikleri kadar saf, madde dışı ve esrarengiz bir şey karşısında duyulabilecek bir aşktı. Gerçekten de Albertine uykusu biraz derinleştiği an, basit bir bitki olmaktan çıkardı; asla bırakmayacağım, sonsuza dek arzulayacağım taptaze bir şehvetle kıyısında hayal kurduğum uykusu, benim için başlı başına bir manzaraydı. Onun uykusu, Balbec körfezinin bir göle dönüştüğü, dalların neredeyse kıpırdamadığı, kumlara uzanarak minik dalgaların kırılıp çekilişini sonsuza dek dinleyebileceğimiz o dolunay gecelerinin huzurunu, adeta tensel hazzını yanı başıma taşırdı.
Odaya girerken eşikte durur, gürültü etmeye cesaret edemez, beklerdim; Albertine’in kesik, düzenli aralıklarla dudaklarından çıkan, sahile vuran dalganın geri çekilişine benzeyen, ama daha sakin ve yumuşak nefesinden başka bir ses duymazdım. Kulağım bu ilahi sesi işittiği anda, karşımda uzanmış yatan büyüleyici esirin bütün kişiliği, bütün hayatı, o sese sıkıştırılmış gibi gelirdi bana. Sokaktan gürültüyle arabalar geçer, onun alnı kıpırtısızlığını, saflığını korurdu; gerekli miktarda havanın dışarı atılmasına indirgenmiş olan hafif nefesi değişmezdi. Sonra, uykusunun bölünmeyeceğini anlayarak dikkatle, usul usul yürür, önce yatağın yanındaki iskemleye, ardından da yatağın üstüne otururdum. Albertine’le sohbet ederek, oyun oynayarak, çok hoş geceler geçirdiğim oldu, ama hiçbiri, onu uyurken seyrettiğim geceler kadar güzel değildi… Pembe yanağının kenarından aşağı inen saçları, yatağın üzerinde yanı başında durur, bazen tek başına, dümdüz bir perçem, Elstir’in Rafaello tarzındaki resimlerinde fonda dimdik yükselen incecik, solgun, hayaleti andıran ağaçlarla aynı perspektif etkisini yaratırdı… Zaman zaman bedeni, beklenmedik bir esintiyle birkaç saniye sallanan yapraklar gibi, anlaşılmaz, hafif bir ürperti geçirirdi. Saçına dokunur, istediği gibi düzeltemeyince tekrar elini saçına götürür, o kadar düzenli ve iradi hareket ederdi ki, uyanacağından emin olurdum. Katiyen uyanmazdı; hiç terk etmediği uykusunda sakinleşirdi tekrar. Sonra hiç kıpırdamazdı. Bir eli göğsünün üzerinde, kolu öyle saf ve çocuksu bir gevşeklikle kıvrılmış olurdu ki, ona bakarken, küçük çocukların ciddiyeti, masumiyeti ve sevimliliği karşısında gülüşümüz gibi gülmek gelirdi içimden… Nefes alıp verişi giderek derinleşir, göğsü, göğsünde kavuşmuş elleri ve incileri, düzenli aralıklarla inip kalkardı; inciler, tıpkı dalgayla salınan kayıklar, palamarlar gibi, aynı harekette farklı yönlerde yer değiştirirdi. O zaman, Albertine’in en derin uykusunda olduğunu anlar, artık bu derin uykunun engin denizleriyle örtülü olan bilinç kayalıklarına çarpmayacağımı hisseder ve hiç tereddütsüz, sessizce yatağa atlayıp boylu boyunca Albertine’in yanına uzanırdım; bir kolumu beline dolar, dudaklarımı yanağına bastırır, serbest kalan elimi de, önce kalbinin üzerine koyup, sonra vücudunun her yerinde gezdirirdim, elim de inciler gibi Albertine’in nefes alışıyla havalanırdı; hattâ onun düzenli hareketiyle, ben bile hafifçe kıpırdardım. Albertine’in uykusuna binip yol alırdım.”
Mahpus, 67- 69
Öte yandan ilk kez Swann’ ların Tarafı ’nda dinlediğimiz ve anlatıcının Morel’i dinlemek için gittiği Verdurin’lerin evinde tekrar dinlediği Vinteuil’ün sonatının betimlendiği pasaj inanılmazdır.
Sonat, Gökyüzünü Umudun Renkleriyle Boyuyordu…
“Konser başladı; çalınmakta olan eseri tanımıyordum, yabancı bir diyardaydım. Neresiydi acaba? Hangi bestecinin eserindeydim? Bunu çok merak ediyordum, yakınımda sorabileceğim kimse yoktu; keşke Bin Bir Gece Masalları’ ndaki kahramanlardan biri olsaydım, tekrar tekrar okuduğum bu masallarda, belirsizlik anlarında, ansızın başkaları için görünmez olan cin veya baş döndürücü güzellikteki bir genç kız, zor durumdaki kahramanın karşısına çıkıverir ve öğrenmek istediği şeyi açıklar. Bana da o esnada, aynen böyle bir sihirli görüntü bahşedildi. Nasıl ki hiç bilmediğimizi sandığımız, oysa aslında farklı bir tarafından ulaştığımız bir yerde, bir yolu dönüp ansızın her köşesi aşina bir başka yola çıktığımızda, ‘Bu, dostlarım ***’lerin küçük bahçe kapısın giden yol; evleri iki dakikalık mesafede.’diye düşünür ve gerçekten de selam vermek üzere yaklaşan evin kızıyla karşılaşırsak, aynı şekilde, ben de, benim için yabancı olan bu müziğin içinde, birdenbire Vinteuil sonatının ortasında buldum kendimi; gümüşlere bürünmüş, tüller gibi pırıl pırıl, hafif ve yumuşak tınılarla sarmalanmış olan, bu yeni süsleri ardından da tanınabilen ve bir genç kızdan büyüleyici olan cümlecik, bana doğru geldi. Ona kavuşmaktan duyduğum mutluluk, bana seslenirken benimsediği o bildik, dost, inandırıcı ve sade tonla daha da artıyordu; bununla birlikte, parıl parıl hareli güzelliğini etrafa saçmaktan da geri kalmıyordu… Cümlecik, bu şekilde kendini hatırlatır hatırlatmaz yok oluverdi; kendimi tekrar yabancı bir diyarda buldum, ama artık, bu diyarın Vinteuil’ün yaratmış olabileceğini hayal bile edemediğim âlemlerden biri olduğunu biliyordum ve her şey de bunu kanıtlıyordu; benim için tükenmiş bir evren haline gelen sonattan bıkıp da, onun kadar güzel başka evrenler hayal etmeye çalıştığım zaman yaptığım şey, sözde cennetlerini yeryüzündeki ovaların, çiçeklerin, ırmakların gereksiz tekrarlarıyla dolduran şairlerin yaptığından farksızdı… Sonat, kırlarda zambak gibi bembeyaz bir şafak vaktine açılarak şafağın hafif saflığını bölüyor, ama beyaz sardunyaların üzerinde, hanımellerinden rustik bir beşiğin hafif fakat ısrarlı dolaşıklığına asılı kalıyordu; oysa bu yeni eser, buruk bir sessizliğin, sonuz bir boşluğun ortasında, bir fırtına sabahında denizin yüzeyini andıran tek renk, düz yüzeyler eşliğinde başlıyor, giderek karışımda biçimlenen bu bilinmedik evren, bir şafak pembeliği içinde sessizlikten ve geceden kopuyordu. Tatlı, kırsal ve saf sonatta hiç görülmeyen bu yeni kırmızılık, tıpkı şafak gibi, gökyüzünü baştan başa esrarengiz bir umudun renkleriyle boyuyordu. Ve işte bu şarkı, sessizliği deliyordu; yedi notadan oluşmasına rağmen asla hayal edemeyeceğim kadar değişik, yepyeni bir şarkıydı ve bu kez sonattaki gibi bir güvercinin dem çekmesi değil, tarifi mümkün olamayan, ama aynı zamanda bağırgan, havayı yırtan, başlangıcı kaplayan lal rengi kadar parlak bir ezgi, adeta esrarengiz bir horoz ötüşü, ezelî ve ebedî sabahın tarifsiz, ama aşırı tiz çağrısıydı…
Bu arada yedili tekrar çalınmaya başlamıştı ve sonuna yaklaşmaktaydı; sonatın kimi cümlecikleri tekrarlanıyordu; ama tıpkı hayatta tekrarlanan olaylar gibi, her defasında değişmiş olarak, farklı bir ritimle, farklı bir eşikle tekrarlanıyordu, hem aynıydılar, hem değişik; hangi akrabalık yüzünden sadece belirli bir bestecinin geçmişinde barınmak zorunda olduklarını anlayamasak da, sadece onun eserlerinde bulunan ve onun eserlerinde, bildik periler, tanrılar gibi sürekli karşımıza çıkan cümleciklerdendiler. Başlangıçta, yedilide bana sonatı hatırlatan iki üç cümlecik seçmiştim. Az sonra, – Vinteuil’ün özellikle son dönem eserlerinden yayılan hatta araya bir dans sıkıştırdığında, onu bir opalin içine hapseden mor sisin içinde – sonatın bir başka cümleciğini fark ettim; henüz çok uzakta olduğu için zar zor tanıyordum onu; duraksayarak yaklaştı, sanki ürküp ortadan kayboldu, sonra geri dönüp başka eserlerden geldiklerini ileride öğreneceğim başka cümleciklere dolandı, başka cümlecikleri çağırdı yanına; her yeni cümlecik, yerleştiği anda çekici ve ikna edici hale geliyor, dansa katılıyordu, ama bu ilahi dans, dinleyicilerin çoğu için görünmezdi; dinleyenler karşılarında, ardında her hangi bir şey seçemedikleri, bulanık bir perdeden başka bir şey göremediklerinden, kesintisiz ve ölümcül sıkıntılarına keyfî hayranlık ünlemleri serpiştiriyorlardı. Sonra cümlecikler uzaklaştı; yalnız aralarından biri, beş alı kere geçti, çehresini seçemedim, ama – herhalde Swann’ın nazarında sonatın cümleciği gibi – her hangi bir kadının uyandırdığı arzulardan o kadar farklıydı, öyle okşayıcıydı ki, elde etmeye gerçekten değecek bir mutluluğu o tatlı sesiyle bana sunacak bu cümlecik, – dilini bilmediğim ve gayet iyi anladığım bu görünmez yaratık – belki de hayatta karşılaşma şansına eriştiğim tek Meçhul Kadın’dı.
Mahpus, 245-247, 255-256
Verdurinlerin evinde Vinteuil’ün müziğini dinleyenlerden biri de Guermantes Baronu M. de Charlus’tu. Anlatıcı, Mme Verdurin’in evine geldiğinde, devasa vücudu adeta dalgalanarak kendilerine doğru gelen ve peşinde de bir dilenci ya da serseriyi sürükleyen M. de Charlus’ün ta kendisiydi. Balbec’teki sert görünümlü ve erkeklik taslayan Charlus’tan hiçbir eser kalmamıştı. El Greco’nun fırçasından çıkmış bir engizisyon rahiplerine benziyordu. Bu haliyle kendini yaşlı bir nineye benzeten baron, birbirine “şekerim” diye seslenerek çığlık atan eşcinseller gibi konuşuyordu.
El Greco’nun Fırçasından Çıkmış Engizisyon Rahibine Benziyordu…
“Baron, peşine takılan karanlık şahsiyeti görmezden gelerek (baron bulvarda yürümeyi göze aldığında veya Saint-Lazare Garı’nın bekleme salonundan geçerken, bu adamlardan onlarcası ardına düşer, bir beş franklık koparma umuduyla peşini bırakmazdı), adam cesaret bulup konuşmaya başlar diye korkusundan, pudralı yanaklarıyla çarpıcı bir zıtlık oluşturan ve onu El Greco’nun fırçasından çıkmış bir engizisyon rahibine benzeten, siyaha boyanmış kirpiklerini sofu bir edayla aşağı indirmişti. Ama bu rahip, görenleri korkutuyor, yasaklı bir rahibe benziyordu; eğilimini doyurma ve bir sır olarak saklama gereği yüzünden mecbur kaldığı gizli uzlaşmalar, tam da baronun gizlemek istediği şeyin, ahlâki çöküşte ifade bulan sefih hayatın yüzüne yansıması sonucunu doğurmuştu. Zaten, sebebi ne olursa olsun ahlâki çöküş, bu yüzde çok kolay okunur, çünkü çok kısa bir süre içinde, çehrede somutlaşır, tıpkı karaciğer hastalıklarında görülen toprak sarısı lekeler, cilt hastalıklarındaki itici kırmızılıklar gibi, yanaklara ve göz çevrelerine yayılır. Üstelik, M. de Charlus’ün bir zamanlar benliğinin en gizli derinliklerinde sakladığı ahlaksızlık, şimdi zeytinyağı gibi yüzeye çıkıp yayılarak o boyalı yüzün sarkık yanaklarında, kendini koyvermiş ve şişmanladıkça şişmanlamış vücudunun dolgun göğüsleriyle iri poposunda boy göstermekle kalmıyor, konuşmalarından da dışarı taşıyordu…
Ama tıpkı sonbaharın renklendirdiği değerli bir ağacın, ayrıca, korunmak üzere pamukla sarmalanmış veya alçılanmış kimi yaprakları gibi, baronun başını üstündeki bu tek tük beyaz saçlar da, yüzündeki alacalı renklere renk katıyordu. Buna rağmen, M.de Charlus’ün çehresi, farklı ifadelerden, boyadan ve riyakârlıktan oluşan o çirkin, kat kat makyajın ardında bile, benim avaz avaz haykırıyormuş gibi gördüğüm sırrı neredeyse herkesten gizleyebiliyordu hâlâ.”
Mahpus, 203-204, 223
O gece baron ev sahibi olan Mme Verdurin’le ilgilenmediği hatta onu unuttuğu ve sanki ev sahibiymiş gibi rol çalarak onun küçük kabilesi içindeki yerini sınırlamaya kalkıştığı için Patroniçe’nin şimşeklerini üzerine çekmişti. Öyleyse, şöyle ya da böyle cezalandırılmalıydı. Barona verilecek en büyük ceza ise, birlikte yaşadığı kemancı Morel ile arasını açmak, onları birbirinden ayırmaktı. Patroniçe son darbeyi vurdu ve kalabalık salonda baş başa kalmak için kendine bir imkân yaratarak, Morel’e, M. de Charlus’un hiç kimsenin evine kabul etmediği yoz bir şahsiyet olduğunu, pis bir şöhrete sahip bulunduğunu, çirkin olaylara karıştığını, baronun kendisini avucunun içinde tuttuğunu herkese söylediğini, bu nedenle hem baronun hem de Morel’in konservatuarda herkesin alay konusu olduğunu söyledi. En çok, baronun kendisini avucunun içinde tuttuğu ve bunu sineye çektiğini etrafına yaydığı söylentisine içerleyen Morel, buna tahammül edemeyecek kadar sütü bozuk olmadığını vurgulayarak baronla olan ilişkisini o akşam keseceğini açıkladı.
Bütün bunlardan haberiz olan M. de Charlus, anlatıcıyla birlikte bu konuşmaların olduğu salona girince kıyamet koptu.
Yalvaran Bakışlarını Çevresinde Gezdirmekten Başka Bir Şey Yapamadı…
“İşte biz o anda salona girdik. M. de Charlus, Morel’in orada olduğunu görünce, ‘Ah’ diye bağırdı ve neşe içinde müzisyene doğru ilerledi; bütün gecesini, bir kadınla buluşmak üzere ustaca ayarlamış olan ve bu buluşmanın sarhoşluğuyla, kadının kocası tarafından tutulmuş adamların kendisini bizzat kurduğu tuzağa düşürüp herkesin önünde dayaktan geçirdiğini hayalinden bile geçirmeyen bir adama benziyordu. ‘Eh, nihayet görüşebildik, memnun musunuz bakalım, genç şöhret ve müstakbel Légion d’honneur şövalesi? Pek yakında nişanınızı takabileceksiniz, biliyor musunuz? dedi M. de Charlus Morel’e; şefkatli ve muzafferane bir edayla konuşmuş, ama nişan hakkındaki sözleriyle, Mme Verdurin’in, Moerl’e tartışılmaz gibi görünen yalanlarını teyit etmişti. ‘Uzak durun benden, bana yaklaşmayın’ diye bağırdı Morel barona. ‘Bu ilk denemeniz değildir herhalde, yoldan çıkarmaya çalıştığınız ilk kişi ben olmasam gerek!’ Tek tesellim M. de Charlus’ün Morel’i ve Verdurin’leri bozguna uğratacağını düşünmemdi. Baronun, bunun binde biri kadar bir olay yüzünden çılgınca öfkelenişine kaç kez şahit olmuştum; bu öfke buhranları herkese yönelebilirdi, baron bir kraldan bile çekinmezdi. Ne var ki olağanüstü bir şey oldu. M. de Charlus donakalmış, nutku tutulmuştu, başına gelen felaketi, sebebini anlayamadığı halde, ölçmeye çalışıyordu; söyleyecek tek kelime bulamıyor, orada bulunan herkese tek tek, gücenmiş, yalvaran bakışlarla, ne olup bittiğinden ziyade ne cevap vermesi gerektiğini sorar gibi bakıyordu. M. de Charlus’un dilini bağlayan şey, belki (M. ve Mme Verdurin’in gözlerini kaçırdıklarını ve kimsenin ona yardım etmeyeceğini görünce) hissettiği o anki acı ve özellikle de, ileride çekeceği acıların korkusuydu; belki önceden kafasında kurarak bir öfke yaratmadığı, kendi kendini kızıştırmadığı için, silahsız olduğu bir anda yakalanmış ve şiddetli bir darbe yemişti (çünkü duygusal, sinirli, isterik bir insan olan baron, tam anlamıyla fevriydi, ama fedailiği fostu – hatta ben, fesatlığının da fos olduğunu düşünürdüm öteden beri ve bu da barona gözümde bir sevimlilik kazandırırdı – dolayısıyla, hakarete uğramış şerefli bir insanın olağan tepkisini gösteremezdi); belki de kendi muhiti olmayan bir ortamda, Saint – Germain muhitinde olacağı kadar rahat ve cesur değildi. Sebebi ne olursa olsun, o büyük asilzade (tıpkı devrim mahkemesi karşısında korkudan yüreği daralan ataları gibi, o da özünde halktan üstün olmadığı için), o küçümsediği salonda, bütün uzuvları ve dili felce uğramışçasına, kendisine uygulanan şiddetin yarattığı korku ve öfkeyle dolu, hem sorgulayan, hem yalvaran bakışlarını çevresinde gezdirmekten başka bir şey yapamadı. Oysa M. de Charlus, birine karşı uzun zaman boyunca içinde bir öfke biriktirdiğinde, hem belagat, hem de cesaret açısından sınır tanımaz, bu kadar ileri gidebileceğini hayallerinden bile geçirmeyen, dehşete düşmüş yüksek sosyete mensuplarının önünde, söz konusu kişiyi en can alıcı sözlerle, çaresizlikten felce uğratırdı. Bu durumlarda M. de Charlus tam bir sinir buhranı içinde adeta alev alır, çırpınır, herkesi korkudan titretirdi… Bu acımasızca umulmadık durumda o büyük hatip, ancak, ‘Ne demek oluyor bu? Ne oldu?’ diye kekeleyebildi. Hatta sesi duyulmadı bile. Panik halindeki korkunun evrensel ifadesi olan jest ve mimikler o kadar az değişmiştir ki, bir Paris salonunda başından tatsız bir olay geçen bu yaşlı beyefendi, farkında olmadan, eski çağların Yunan heykellerinde, tanrı Pan tarafından kovalanan nympha ’ların korkusunu simgeleyen stilize hareketleri tekrarlamaktaydı…
Olayın sosyal sonuçlarına gelince, M. de Charlus’ün, genç bir müzisyenin ırzına geçmeye çalıştığı esnada Verdurin’lerin evinden kovulduğu söylentisi yayıldı.”
Mahpus, 313-316
Bir Kez Daha Kamuoyu Yoklamaları Üzerine Zamanın Dışına Çıkmak