“Mor ve Al”: İzmir Numune Pavyonu

Yatılı okulda okumanın en güzel taraflarında biri, her ne kadar sürekli bir nöbetçi öğretmen ya da sürveyan yani gözetmen baskısı varmış gibi görünse de, bundan kurtulmanın yollarının da olması, daha doğru bir deyişle, bu yolların yaratıcı bir biçimde ve ortak akılla keşfedilmesidir. Hiç unutmam, bizden üst sınıflardan birinde okuyan, tembel mi tembel, ama lisemizin futbol takımının kalecisi olduğu için pek sevilen “Uçan Manda“ lakaplı bir öğrenci vardı. Evci çıkmadığım yağmurlu ve kasvetli bir cumartesi öğleden sonrası, etüt de olmadığı için aylak aylak sınıfta otururken bir arkadaşım yanıma yaklaştı ve heyecanlı bir biçimde, “Akşama pavyona gidiyoruz” dedi. “Pavyon mu?” diye ünledim ve “ne pavyonu” diye devam ettim. Arkadaşım, “Uçan Manda var ya, onun rehberliğinde pavyona gidiyoruz. Gelir misin?” Gelmem desem bir türlü, gelirim desem bir türlü. Arkadaşımı sorgulamaya başladım: “Yani akşama okuldan kaçıyor muyuz? Pavyon parasını nereden bulacağız? Geriye nasıl geleceğiz? Kapıyı kim açacak?” Arkadaşım: “Oğlum ahret sorusunu bırak, geliyor musun gelmiyor musun? Onu söyle” deyince, ister istemez,  “peki” demek zorunda kalmış, bir yandan içimi hoş bir duygu sarmış, diğer yandan heyecanlanmıştım.

 

Resim1

Numune’nin müdavimleri

 

O zamanlar İzmir’de İkinci Kordon’da bulunan Numune Pavyon’a gidecektik ve “Uçan Manda” dönüşte kapıyı açacak olan kapıcıyı ayarlamıştı. Akşam yemeğimizi yedikten ve herkes uykuya daldıktan sonra, saat 11:00 sularında kimselere görünmeden, kapıcıyla mahcup bir edayla selamlaşarak “Uçan Manda”nın önderliğinde yola koyulduk. Pavyon yürüme mesafesinde olduğu için yürüyerek gidecektik. Hava kapkaranlıktı ve yağmur hala ağır ağır yağmaya devam ediyordu. Beş kişiydik ve tahminlerimize göre hepimizin bir kadeh viski içebilecek kadar parası vardı ya da yoktu. Sonrasını düşünmüyorduk bile.

Numune’nin önüne gelip kapının kenarındaki camekânların içindeki dans eden çıplak kadın figürlerine delen gözlerle bir çırpıda baktıktan hemen sonra “Uçan Manda”nın kapıdaki korumaları ikna etmesine müteakiben önümüzde yükselen merdivenleri tırmanmaya başladık. Tırmandık, tırmandık, tırmandık ve sahne…

Apaydınlık bir salon, pırıl pırıl parıldıyor, ışıl ışıl ışıldıyordu. Hâkim renk James Joyce’un Ulysses’ te söylediği gibi, mor ve al olup herkese “moral” veriyordu. Ortada kadınlar, ellerinde kadehlerle, hoplaya zıplaya dans ederken kıkır kıkır kıkırdayarak, fıkır fıkır fıkırdıyorlar, ona buna laf atarak cıvıldaşıyorlardı. Her birinin ikizleri sağa sola, aşağı yukarı titreyerek sallanırken, “Gel bana, gel bana” diyerek aşka davet ediyordu. Ortalık kesif bir kadın, sigara ve içki kokusuyla yoğrulmuştu.

Bir arkadaşım, “Cennete düştük galiba abi” derken bizi görüp de oturduğu masadan elinde kadehiyle ok gibi fırlayan bir kadın saçlarını geriye doğru attırarak yanımıza yaklaştı ve “bebelereee süüüüt” diye cıvıldayarak göğüslerini titretmeye başladı. Göğüsleriyle kalçalarını öylesine bir ahenk içinde sallıyordu ki, o zamanlar henüz Gaston Bachelard’ın Uzamın Poetikası’ nı okumadığımız için “varlığın yuvarlak” olduğunu bilmiyorduk, ama yuvarlak olan her şeyin okşanmayı çağrıştırdığını el yordamıyla keşfettiğimizden vücudunun yuvarlaklığını yayarak bize doğru gelen kadının Heidegger anlamında bambaşka bir “Varlık” olduğuna adımız gibi emindik. Çünkü varlık suydu ve içinde su olan her şey yuvarlaktı. Arkadaşıma, “Evet, galiba” diye fısıldadım ve “şu anda cennette olmalıyız” diye devam ettim. Yanımıza yaklaşan kadın oynak kalçaları ve titrek memeleriyle her birimizin orasına burasına sürtündükten sonra, “Aranızda bu ikizlerin takkesini ters çevirecek bir delikanlı var mı” diye sorunca ”Uçan Manda” devreye girdi ve hepimizi piste en yakın bir masaya oturtarak, “aman çocuklar, paranıza dikkat edin” diyerek uyardı. Oysa hepimiz fişeklerimizi hazırlamıştık atmak için…

 

Atatürk Lisesi

1970’ten 2010’a, tam kırk yıl sonra… İzmir Atatürk Lisesi ana giriş kapısı ve ben. “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak.”

 

Önce viskiler, sonra kadınlar geldi ve biz daha bir yudum almıştık ki, kadehlerimizi kadınların ellerinde midelerine yuvarlanırken gördük. Hoş böyle bir ortamda sarhoş olmak için içki içmemize gerek yoktu. Salona girdiğimiz anda sarhoş olmuştuk zaten. Sonra bir dansa kalktık ki, oturtabilene aşk olsun, aşk olsun da meşk olsun, meşk olsun da herkes mest olsun. O gece hepimiz mest olmuş, “Uçan Manda” ya olan minnetlerimizi de küçük bir rakıyla göstermiştik.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

, , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.