18 04 2016
St. Petersburg
St. Petersburg, daha doğrusu o zamanki adıyla Leningrad, 1990 yılında yeni yılı kutlamak üzere SSCB’ne yaptığımız seyahatin Moskova’dan sonraki ikinci durağıydı. Moskova durağındaki gözlemlerimi daha sonra paylaşacağım. Bu yazı aslında bir bütünün parçası ve daha önce (Temmuz, 2015) paylaştığım Mühürlü Trenin Ünlü Yolcusu ile birlikte okunmalı.
Vladimir Nabokov 1965 yılında ABD’de yaşarken verdiği bir röportajda, başlıca kahramanı Petersburg olan Andrey Belıy’ın ünlü romanı Petersburg için “zamanımızın en büyük üç ya da dört romanından biridir”[1] demişti. Romanda, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza ’sında da olduğu gibi tüm kentin adeta sarı – resmi binalar daha çok sarı renklidir – ve yeşile boyandığı, hemen herkes ve her şeyin uçarcasına hareket ettiği yaşayan capcanlı bir organizma ile karşı karşıya kalırız:
“Orada yığınla yüz koşuşturuyordu; kaldırımlar fısıldıyor ve takırdıyordu; lastik ayakkabılarla yıpranıyordu; sıradanın burnu gösterişli biçimde yüzüyordu. Sayısız burun kalabalık içinde akıp gidiyordu: kartal, ördek, horoz, yeşilimsi beyaz; burada herhangi bir burnun yokluğu da akıyordu. Burada tekler, çiftler, üçler, dörtler akıyordu; ve birbiri ardına şapkalar: melonlar, tüylüler, kasketler; kasketler, kasketler, tüyler, kep, silindir, kasket; eşarp, şemsiye, tüy… Sonsuzluğa koşturan kesişen gölgelerin sonsuzluğunda sonsuzluğa koşturan bir caddeler sonsuzluğu var. Bütün Petersburg n’inci dereceye taşınmış bir caddeler sonsuzluğudur. Petersburg’un ardındaysa – hiçbir şey.”[2]
Yılbaşı gecesini Leningrad’da geçireceğimiz için, o soğuk kış günü çok erken bir saatte kalkıp Moskova Havaalanı’na giderek Leningrad’a uçarken hayatımızda ilk kez bir uçakta ayakta yolcu taşındığına şahit olmuştuk. Hatta inanılır gibi değil, ayakta uçan yolculardan birinin tazıya benzer bir köpeği vardı. Çok şükür, o keşmekeş içinde sakin bir yolculuk yaparak kazasız belasız Leningrad Havaalanı’na indik. Uçaktan inip havaalanına girerken her tarafımız buz kesmiş, bu soğuk havada şehri nasıl gezeceğimizi kara kara düşünmeye başlamıştık. Unutulmasın, Leningrad Moskova’nın altı yüz kırk km. kuzeyinde, Baltık Denizi’nin Finlandiya Körfezi kıyısında, içinden Neva Nehri’nin geçtiği bir kuzey şehridir; soğuğun yeryüzündeki en güzel ve görkemli hali demek de mümkün.
Havaalanından şehre girerken uçaktaki olan biteni unutmuş, yanımda oturan eşim Ayşen’e, Çar Büyük Petro (Pyotr/Peter) tarafından 1703 yılında kurulan Saint Petersburg’un Dostoyevski’nin şehri olduğunu söylerken ne kadar haklı olduğumu yazarın yaşadığı sokaktan geçerken daha iyi anlamıştım. Bir romancı yaşadığı şehri bu kadar iyi anlatabilirdi. İlk izlenimim Dostoyevski’nin şehriydi, ama merak ediyordum, içine girdikçe Belıy’ın o capcanlı Petersburg ’unu görebilecek, Gogol’un Nevski Caddesi ’nde dolaşabilecek miydim? Kuşkusuz, çok güzel bir şehre, belki de Paris’le kıyaslayabileceğim ama daha çok Venedik’e benzettiğim, çarların yaşadığı ve ilk sosyalist devrimin patladığı şehre gelmiştik.
* * *
1713 – 1728 ve 1732 – 1918 yılları arasında İmparatorluk Rusya’sının başkenti olan St. Petersburg, 1914 yılında Petrograd (Petro’nun şehri), 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’yle birlikte Bolşevikler iktidara geldikten sonra, 1924 yılında Leningrad (Lenin’in şehri) olarak değiştirilmiştir. Lenin ülkeyi devrimden sonra yüz gün süreyle St. Petersburg’tan yönetmiş, 1918 yılında başkenti Moskova’ya taşımıştır. 1991’de SSCB’nin çökmesiyle de şehir tekrar St. Petersburg adını almıştır. 1917 Şubat ve Ekim devrimleri ile II. Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı gerçekleştirilen tarihin en büyük savunmalarından birine – 872 gün süren Leningrad Kuşatması – sahne olan şehir, gerçekten de görkemli, gizemli ve uyumlu mimarisiyle Avrupa’nın en güzel şehirlerindendir.
İşte otelimizdeyiz. Baltık Denizi kıyısındaki otelimiz SSCB standartlarına uygun dev bir yapı, adı Pribaltiyskaya ve “check in” yaparken ilk öğrendiğimiz otelin İrlandalılar tarafından yönetiliyor olması. Tuhaf değil mi? Otelimize yerleşiyor, bir an önce şehre gidip tur atmaya can atıyoruz.
Hermitage Müzesi, sergilenen her eserin önünde on saniye geçirseniz, tüm müzeyi gezebilmek için kesintisiz üç aylık bir süreye ihtiyacınız olacak kadar çok – yaklaşık üç milyon – ve ünlü esere sahip olan dünyanın en eski en büyük müzelerinden biridir. Neva Nehri’nden baktığınızda sırasıyla Hermitage Tiyatrosu, Eski (Büyük) Hermitage, Küçük Hermitage ve Kışlık Saray (Yeni Hermitage) binalarının yan yana yer aldığı bir kompleks olan müze Çariçe II. Katerina tarafından 1754 yılında kurulmuş, ancak kamuya açılışı 1852’yi bulmuştur. En çok tabloya sahip olması nedeniyle Guinness Rekorlar Kitabı’na giren müze, bu günkü St. Petersburg’un gezilmesi gereken en önemli mekânıdır.
Geçmişi 1711’e dayanan ve daha sonra müze olduğu için Yeni Hermitage olarak anılan Kışlık Saray, bir yandan Rus çarlarının uzun yıllar ikametgâhı olmuş, diğer yandan da Büyük Ekim Devrimi’nin simgesi haline gelmiştir.
Leonardo da Vinci, Rubens, Rambrandt, Picasso, Tizian vb. akla gelebilecek birçok ressamın tablolarının sergilendiği Hermitage’a girdiğimizde, böylesine dev bir müzeyi, daha önce dersimizi de yeterince çalışmadığımız için nasıl gezebileceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yoktu ve her şey rehberimize bağlıydı. Kaç salon gezdiğimizi hatırlamıyorum, ama müzeden çıktığımızda susuzluktan kuruyan dudaklarımıza üzerinde “Made in USA” yazan Coca Cola kutularından akan sıvıyı değdirdiğimizde ancak kendimize gelebilmiştik. Çıktığımız meydan, tarihte Kanlı Pazar olarak anılan 9 Ocak 1905 tarihinde, çarın önce anlaşma zemini aramayı düşünürken sonrada vazgeçip verdiği emir üzerine, ellerinde ikonalar, haçlar ve çar resimleriyle Çar II. Nikolay’a dilekçe sunmak üzere barış için yürüyen yaklaşık yüz bin işçiye, bir ajan provokatörün yönlendirmesiyle, tüfek, kılıç ve kırbaçla saldıran hükümet güçlerinin binlerce insanı öldürdüğü meydan ile bir bakıma bunun rövanşı sayabileceğimiz 25 Ekim 1917 tarihinde devrimci alayların sarayı ele geçirmek için saldırdıkları meydandı. Coca Cola ve Devrim. İroni olmalıydı, ama gerçekti.
* * *
Karlı, buz gibi bir kış günüydü. Rüzgâr keskin bir çığlık atarak var gücüyle esiyor, yerde birikmiş karları savurarak işçilerin rahat yürümelerini engelliyordu. Bir tarafta keskin esen rüzgâra rağmen sakin sakin yürüyen işçiler iş gününün sekiz saate indirilmesi ve ücretlerin arttırılması için slogan atıyorlar, diğer tarafta ise çarın askerleri, onları olası bir saldırıdan korumak için hazır bekliyorlardı. Sayıları yüz bini bulan işçilerin öyle politik bir istekleri de yoktu; sadece iş ve ekmek peşindeydiler. İşçilerden birinin elinde çara sunacağı bir dilekçe, dilekçede de istekleri yer alıyordu. İlk bakışta işçilerin kar, soğuk ve rüzgârdan başka düşmanları görünmüyordu. Ancak, çarın askerlerinin bulunduğu bölgede bir hareketlilik başlamış, huysuzlanan atlar ön ayaklarını yere vurarak şaha kalkmaya hazırlanıyorlardı. Aniden işçileri saldırılardan korumak için hareketsiz bekleyen atlı askerler kılıçlarını çektiler ve düzenli bir biçimde işçilerin üzerine saldırdılar. Meydanın bir başka köşesinde ellerinde tüfekleriyle hazır bekleyen başka bir grup asker ise diz çökmüş ateş emri bekliyordu. Ateş! İşçiler iki ateş arasında kalmış, ortalık aniden kan gölüne dönmüştü. Oraya buraya kaçışan işçileri bir araya toplamaya çalışan birkaç işçi lideri ise çaresizlik içinde bağırıp çağırıyordu. Birden Neva Nehri’nden bir top sesi duyuldu, sonra meydanın ortasındaki Alexandre Sütunu’na tırmanan bir işçi avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı: “Geliyorlar! Devrimci askerler geliyor, dayanın, bizi kurtarmaya geliyorlar!”
Uzaklardan, ellerinde kızıl bayraklarla kopup gelen devrimciler, Lenin’in emri üzerine Kışlık Sarayı ele geçirmek için harekete geçmişler, kendilerini önlemeye çalışan çarın askerlerini önlerine katarak meydana ulaşmışlardı. 1905 ile 1917 bir ve aynı olmuş, aynı zamanı gösteriyordu. Zaman yok olmuş, devrim başlamıştı.
“Firuze bir yarık gökte yüzüyordu; onu karşılamaya bulutların arasından ateşli bir fosfor lekesi atıldı, beklenmedik biçimde orada katı, pasparlak bir aya dönüştü; bir anda her şey parladı: sular, bacalar, granitler, gümüş oluklar, kemerin üstündeki iki tanrıça, dört katlı evin çatısı; Aziz İshak’ın kubbesi ışığa boğuldu; ışıldadı.”[3]
Bomboş meydana bakarken bunları düşünüyordum. Çıt yoktu. Biraz ileride Raskolnikov bir kadınla fısıldaşıyordu.
“Raskolnikov… on adım kadar yürüdü, sonra saray yönünden Neva’ya doğru baktı. Gökyüzünde bir tek bulut bile yoktu, Neva’nın sularıysa onda pek az görülen bir biçimde, neredeyse mavimsi bir renk almıştı. Katedralin (Aziz İshak) kubbesi öylesine ışıyordu ki, üzerindeki her süs ayrıntılarıyla görülebiliyordu; zaten köprü üzerinde nöbetçi kulübesine yirmi adım uzaklıktan başka, hiçbir yerden böylesine güzel görülmezdi katedral… Üniversiteye devam ettiği günlerde, daha çok da eve dönüşlerinde, hep bu noktada durur, bu gerçekten büyüleyici manzarayı seyreder ve her seferinde de belirgin olmayan ve neyin nesi olduğunu pek çözümleyemediği bir duyguya kapılarak şaşırır kalırdı. Bu görkemli manzara onda her zaman, açıklanması pek kolay olmayan soğuk bir etki bırakırdı; tümüyle dilsiz ve sağırmış gibi gelirdi ona bu göz alıcı güzellik.” [4]
Teşekkürler Dostoyevski. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen – 1866’dan 1990’a – birbirlerine çok yakın olan yerlerde Raskolnikov ile aynı duyguları paylaşmak hoştu doğrusu. Evet, meydan dilsiz ve sağırmış gibi ıpıssız ve göz alıcı güzellikteydi.
“Ve Neva coşuyordu. Ve orada, sadece kırmızı fenerinin kaçan gözü görülebilen, geç kalmış bir vapur umutsuzca ıslıkla çığlık attı. Daha uzakta, Neva’nın ötesinde, kıyı uzanıyordu; sarı, gri, alaca bulaca – kırmızı ev kutularının üzerinde, gri ve alaca bulaca – kırmızı rokoko ve barok sarayların kolonları üzerinde aya saplanan altın kubbesiyle devasa, işlemeli bir kilisenin karanlık duvarları yükseliyordu – taştan, koyu gri, silindirik ve yükseltilmiş biçimli, kolonlarla çevrili duvarların arasından: Aziz İshak… Ve, zar zor görünerek, göğe ok gibi koşuyordu altın Admiralteystvo. Ses söylüyordu:
Şefkat ey Tanrım!
Bağışla ey İsa!…
Çara tahtı vereceğim – ruhumu diyeceğim,
Evimi satacağım – yoksula vereceğim,
Karımı bırakacağım – Tanrı’yı arayacağım…
Şefkat ey Tanrım!
Bağışla ey İsa!”[5]
1818–1858 yılları arasında Mimar Ogust Monferran’ın projesine göre neo klasik tarzda inşa edilen Aziz İshak Katedrali boyut olarak Roma’daki Aziz Petro ve Londra’daki Aziz Pavel katedrallerinden sonra dünyanın en ihtişamlı katedralidir. İçine girdiğinizde göğü delen kubbesini seyre dalarsanız, eğer başınızda bir şapka varsa, başınızı mutlaka elinizle tutmalısınız; yoksa şapkanızı yerden almak zorunda kalırsınız. Zümrüt yeşili sütunlarını seyre doyamazsınız. Süslemelerinde 400 kg. altın kullanılan bu dev yapıt St.Petersburg’un ne önemli simgelerindendir.
* * *
“Nevski Bulvarı’ndan güzel bir yer yoktur, en azından Petersburg’ta… Petersburg’un her şeyidir Nevski Bulvarı. Başkentimizin bu dilberi her şeyiyle pırıl pırıldır!.. Biliyorum, sıradan olsun, memur olsun Nevski Bulvarı’nın sakinlerinin bir teki bile hiçbir mutluluğa değişmez Nevski Bulvarı’nı. Demek istediğim yalnızca, pek güzel bıyıkları olan, çok şık redingot giyen yirmi beşinde genç değil, sakalına ak değmiş, tepesi gümüş gibi parlayan yaşlı adam da hayrandır Nevski Bulvarı’na. Hele kadınlar! Evet, Nevski Bulvarı kadınlar için daha da harikadır. Kim hayran değildir ki ona? Nevski Bulvarı’na adımınızı atar atmaz, orada dolaşmak isteği doğar içinize… Tüm Petersburg’u sarmış olan günlük gereksinimlere, çıkar telaşıyla gitmeyeceğiniz tek yer burasıdır… Petersburgluların ana buluşma yeridir Nevski Bulvarı. Hiçbir adres defteri, danışma bürosu Nevski Bulvarı kadar güvenilir bilgi sağlamaz insana. Yücedir Nevski Bulvarı! Gezinti yeri açısından yoksul olan Petersburg’un tek eğlence yeridir! Tertemizdir yaya kaldırımları ve Tanrım ne çok ayak o kaldırımlarda izini bırakmıştır.”[6]
Benim de ayak izlerimi bulabilirsiniz bu ünlü Nevski Bulvarı’nda.
Ve Gogol devam eder:
“Sahiplerinin kimi zaman tam iki gün boyunca büyük bir sabırla ilgilendiği renk renk, tüy gibi hafif binlerce çeşit şapka, elbise, atkı ve en azından Nevski Bulvarı’nda birilerinin gözünü kamaştırır. Binlerce kelebek ekin saplarından ansızın havalanmış, simsiyah erkek böceklerin üzerinde dalgalanan pırıltılı bir bulut oluşturmuştur sanırsınız. Burada, düşlerinizde bir kez bile görmediğiniz incecik, şişe boynundan hiç de kalın olmayan daracık beller görürüsünüz. Öyle ki, karşılaştığınızda kaba dirseğinizle yanlışlıkla dokunursunuz da bir şey olur korkusundan saygıyla biraz uzağından geçersiniz. Bir dikkatsizlik edersiniz de, soluğunuz doğanın ve sanatın bu en güzel eserini kırıverir korkusuyla yüreğiniz titrer.”[7]
Ben Nevski Bulvarı’nda Ayşen’le birlikte kol kola yürüdüğüm için böyle bir sorunum olmadı.
* * *
Çekik gözlü, çelik bakışlı ufak tefek adamın ülkesinden ayrılma vakti gelmişti. Uçağımız Moskova’dan İstanbul istikametine doğru havalandıkten bir süre sonra, akımda Gogol, Dostoyevski, Puşkin, Lenin, Belıy, Bolşoy, Kışlık Saray, Raskolnikov, Yeraltı Adamı, Kızıl Meydan, Kremlin, Neva, Nevski, hemen hepsi, önümde ise bir bardak şarap vardı.
Nazdrovya Dostoyevski’nin ülkesi…
Notlar
[1] Aktaran Sabri Gürses. Belıy, Andrey. Petersburg, Çeviren: Sabri Gürses, Everest Yayınları, 2. Basım, İst., 2009, s.xxvı.
[2] Belıy, Andrey. Petersburg, Çeviren: Sabri Gürses, Everest Yayınları, 2. Basım, İst., 2009, s. 28-29.
[3] A.g.e., s.183.
[4] Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç. Suç ve Ceza, Çeviren: Mazlum Beyhan, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Baskı, İst., 2009, s.138-139.
[5] Belıy, A.g.e., s.549-550.
[6] Gogol, Nikolay Vasilyeviç. Petersburg Öyküleri, Çeviren: Ergin Altay, İletişim Yayınları, İst., 2014, s. 41-42.
[7] A.g.e., s. 45.
“Güzel Hakikinin Parıltısıdır” Yine Sana Döneceğim