“Güzel Hakikinin Parıltısıdır”

Söz konusu olan, güzel bir şey ya da güzellik değil, kendinde güzelliktir. Bu gündelik bir deyimdir ve güzel bir kadın ya da yakışıklı bir erkek hakkında çoğu kez “bir güzellik” deriz. Paris’te Louvre Müzesi’ne gider Leonardo da Vinci’nin La Jaconde’unu – Mona Lisa – görür, onun nefes kesici güzelliği karşısında kendimizden geçeriz.

Bir kişinin ya da bir şeyin güzel olduğunu söyleyebilmemiz için, bizzat güzelliğin kendisine ya da bizzat mutlak güzelliğe ilişkin bir fikre sahip olmamız gerekir. Bildiğimizi bilmeden hepimiz mutlak güzelliğe dair bir şeyler biliriz. Hepimiz biliriz ki mutlak güzellik hiç kimsenin ulaşamayacağı, gözünde canlandıramayacağı ya da cisimleştiremeyeceği bir güzellik değil, ama önce bir güzellik ardından başka bir güzellik, sonra başka güzellik olarak beliren bir şeydir. Mutlak güzellik pek çok güzel insanda ya da şeyde belirir.

Bir güzellikten söz diyorsak, bu her bir kimsenin beğenisine göre değişen bir şey değildir. Böyle olsaydı bir güzellikten söz edemezdik, güzellik hakkında bir fikrimiz olmazdı. Sevimli olmayı ele alalım. Sevimlilik göreli olabilir, ama güzellik asla. Güzellik olağanüstü ciddi olup sadece hoşa giden değildir, ondan çok ötededir.

Bir güzellikten söz ederken – bu bir kişi ya da nesne olsun, fark etmez –  ondan yayılan bir şeyden söz ediyoruz demektir. Bu yayılımı içimizde hissederiz. Bu kişi ya da şeyde, ama özellikle kişide, hoş olmanın ötesinde, bir çağrı, bir işaret gibi bir şey vardır. Güzellikten söz ettiğimiz zaman, bize bizzat bu şeyin kendisi tarafından ve onun sayesinde doğrudan doğruya verilmiş olanın ötesine giden bir şeyden bahsetmekteyizdir.

Güzellik öznel değildir, her bir kişinin yargısına bağlı olamaz. Kesin bir güzellikten söz edemeyiz, ama güzelliğin güzel diyebileceğimiz tüm şeyler yoluyla bize bir işaret, bir çağrı gönderdiğini söyleyebiliriz.

Güzel dediğimiz şeyler çok çeşitlidir, değişiktir ve onları hep aynı anlamda söylemeyiz. Örneğin “güzel bir gün, güzel bir hava ” dediğimizde hoşumuza giden bir günden söz ediyoruz demektir. Bu gün ya da hava şu günlerde yaşadığımız çok güzel bir ilkbahar günü ya da havası da olabilir,  karlı bir kış günü ya da havası da. Paris’teki Eiffel Kulesi, New York’taki Özgürlük Heykeli, Kapadokya’daki Peri Bacaları da güzel olabilirler. Burada da hoşa gitmektir bahsettiğimiz.

Peki, hoşa gitmek ne demektir? Hoşa gitmek çekmek, cezbetmektir. Beethoven’in 9. Senfonisi güzeldir ve hoşumuza gider. Onu işitiyor olmanın kendisi çeker bizi, ama aynı zamanda ve onun yoluyla, adlandıramayacağımız ya da kavrayamayacağımız bir hiçe doğru çekiliriz. Bu ses vasıtasıyla, bir şey bizi çeker ve basit bir dinlemenin ötesine çağırır. Bundan keyif alırız. Burada güzel ile hoşa giden arasındaki sınır belirsiz hale gelir.

Güzel içimizde bir çekim uyandırır. Bu, basit bir keyiften daha güçlü bir arzu, nesneyle tatmin olmayan bir arzudur. Bu arzu daha uzağa gider.  İtalyan ressam Le Caravage’ın Narcisse tablosunu ele alalım.

 

Le Caravage

Le Caravage, Narcisse, 1598-1599.

 

Tablo Narcisse’i temsil eder, bu oğlan bir gün kendi suretini suda görür ve onu arzulayacak kadar güzel bulur, suya düşer, boğulur. Boğulduğu gölün kıyısında da nergis adını verdiğimiz çiçek çıkar. Bu hikâyeyi çoğunlukla talihsizlik olarak yorumlarız, çünkü Narcisse kendi kendini sevmiştir. Oysa kendi kendini sevmemek, yani psikolojideki narsisizm denen şeyin içine düşmemek gerekir. Efsaneye göre Narcisse kendi kendini sevdiği için cezalandırılmıştır.

Efsanenin kökenleriyle ilişkisi olmakla birlikte diğer bir yorum şöyledir: Kendini hiç görmemiş olan bu oğlan suya bakınca güzel bulduğu bir yüz görmüştür. O kadar öyle ki, onu kendini yitirircesine arzular ve kendini onun içinde kaybeder. O bir yabancı görmektedir, dolayısıyla bu efsane kendi kendinden hoşnut olmayanı resmetmez. Narcisse’in kendini suda gördüğü anki bakışı güzellik gören birinin bakışıdır. Bu bakış kendi kendini narsist biçimde seyreden birinin bakışı değildir, kendini gören güzelliğe açılan, onda kendini kaybeden bir bakıştır. O sadece keyif verici değildir, ona bağlanmamızı onu anlamamızı talep eder. Burada Narcisse’in suyun dibine çekilmesi gibi, imgenin derinlerine çektiği bir imgeyledir işimiz.

Şöyle söylenebilir: Güzel bir imgede, güzel bir müzikte güzel olanın bizi sadece imgeden ya da müzikten daha uzağa götürdüğünü, bu daha uzağınsa güzellik olduğunu söylediğimiz zaman, felsefi terimlerle ifade edilecek olursa, evrensel diye adlandırabileceğimiz bir şey anlatmış oluruz. Öyleyse, güzel evrenseldir ve bu herkes için geçerlidir. Ama bu verili değildir, çağrılır, sunulur, arzulanır, kendisini bize uzatır. Eğer bizim için verili olsaydı, bize verilmiş olduğu anda artık güzellik olmazdı, zira artık çağrı ve arzu olmazdı. Nitekim 18. yüzyılın sonunda filozof Immanuel Kant güzellik yargısının evrensel olduğunu vurgulamıştır.

Bir başka tablo Edouard Manet’in La Lecture (The Reading) tablosudur. Tabloda bir adam beyazlara bürünmüş bir kadına kitap okumaktadır.

 

the-reading

Edouard Manet, La Lecture, 1865-1873.

 

Bu tablo, beyazlık bolluğunu gözümüzün önüne getirmek için yapılmış olmalı! Genç kadının elbisesi, yüzü, boynu, elleri, koltuğu kaplayan beyaz örtü, perdeler, kadının şeffaf kollukları, her şey pırıl pırıl, ama kitap okuyan arka plandaki adam karanlıklar içindedir. İlginç biçimde kitabın üstüne kare bir karanlık çökmüştür. Tabloda aydınlık ile karanlık arasında ilginç bir ilişki olmalı. Herhalde burada, görünenin, parlayanın, beyazın, şeffafın, kadının, baştan çıkarmanın, güzelliğin tarafında olduğunu söylemenin bir tarzı resmedilmiştir.

Tabloda adeta bir hikâye anlatılmamaktadır. Bununla birlikte küçük bir hikâye parçacığının, beyazlık, parlaklık, şeffaflık, aydınlığa doğru bir gerilim yoluyla bize iletilmek istendiğini sezeriz. Bunu, ışığa dalmak, kendini bırakmak, ışık tarafından alıp götürülmek olarak da tanımlayabiliriz. Böylece daha uzağa gitme, görünenin ötesine geçme, güzelliğe doğru bir adım atma imkânına kavuşuruz.

Artık güzellik oradadır, bizi çağırmaktadır ve Narcisse’in suya daldığı gibi, Manet’in tablosundaki elbisenin beyazlığına ve şeffaflığına dalmak bize düşer.

* * *

Antik Çağ’ın, en azından iki düşünürünün, Platon ile Plotinus’un güzellik konusundaki düşüncesi şu üç kelimeyle özetlenebilir: “Güzel hakikinin parıltısıdır.”

 

Not: Bu yazı büyük ölçüde Jean – Luc Nancy’nin Tanrı, Adalet, Aşk, Güzellik adlı kitabından özetlenmiştir. Nancy, Jean – Luc. Tanrı, Adalet, Aşk, Güzellik, Dört Küçük Konferans, Çeviren: Murat Erşen, MonoKL Yayınları, İst., 2011.

 

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.