Yeni Eczane, 1952

“Babam bu hafta nöbetçi! Her akşam geç vakitlere kadar sokakta oynayabilirim, yaşasın.” Bunu söyleyen benim ve bir mahalle arkadaşımla konuşuyorum. Oysa babamın sıcak yaz günlerinde sokağa çıkmama her hangi bir itirazı olmazdı, ama geç kalmamam konusunda ısrarcıydı. Tüm sevincim de bunaydı babam nöbetçi olduğu haftalar. Eskiden eczanelerde bir hafta nöbet tutulurdu ve kalfalar bir hafta boyunca geceleri eczanede yatarlardı. Yeni Eczaneyle ilgili ilk anılarımın nöbet haftalarıyla başlamasının nedeni, böyle bir durumla ilk karşılaştığımda muhtemelen henüz eczaneye ayak basamayacak kadar küçük olmamdır diye düşünüyorum.

Uzun sürmüş bir yazın son demlerini yaşadığımız bir sonbahar öğleden sonrası sarı ve sıcak gökyüzünün altında, Yeni Eczane’nin ortasında, ayakta dikilmiş babama bakıyorum. Babam ise para kasasının önünde ayakta dikilmiş, üzerinde açık yeşil renkte küçük kareleri olan kısa kollu bir gömlek ile koyu yeşil bir pantolon, ağzında sigarası, ayaklarında beyaz çorap ve o zamanlar moda olan sandaletleri, bir hastasının reçetesini hazırlamış olmanın verdiği rahatlıkla aldığı paranın üstünü vermeye çalışıyor. Apansızın tanıdık bir sesle irkilerek arkama dönüyorum ve karşımda dedem, o upuzun boyu ile, üzeride siyah bir pantolon ve kolları sıvanmış uzun ince gri bir gömlek, ayaklarında her zaman siyah ayakkabıları, bize bakıyor. Tekrar arkama dönüyorum ve babamı, dumanı dalga dalga göklere yükselen sigarasını ne yapacağını bilemez bir durumda öylece dedeme bakakalmış olarak buluyorum. Sağ eliyle sigarasını söndürmeye çalışıyor, sol eliyle de yükselen sigara dumanlarını dağıtmaya çabalıyor. Ben tekrar arkama dönüyorum ve dedemi, bir adım geri atarak eczaneden dışarıya çıkmaya çalışırken görüyorum. Aslında vitrine bakarak vakit geçirmeye, daha doğrusu babama toparlanması için vakit yaratmaya çalışıyordu. Sonra içeriye giriyor ve hiçbir şey olmamış gibi bizleri selamlıyor.

O zamanlar bizim ailede büyüklerin yanında genellikle sigara içilmezdi ve ben babamın sigara içerken dedem tarafından yakalandığını ilk kez görmüştüm. Her şey belli bir saygı dahilinde olup bitmişti.

Yılar sonra, üniversiteli yıllarımda, babam, ben ve babamın yakın arkadaşlarından Erkan Kent, Gölmarmara Gölü’nün kenarında oturmuş, balık yiyor rakı içiyoruz. Erkan Ağabey cebinden bir paket sigara çıkarıp önce babama sonra bana uzatıyor. Babam alıyor, ben ise kafamda bin bir düşünceyle kıvranıyorum, çünkü sigara içiyorum, ama babam bilmiyor. Rakıya zaten o izin vermişti, ama aramızda sigara mevzuu hiç olmamıştı. “Oğlum Bülent ya şimdi ya da hiçbir zaman. Dün erkendi, yarın geç olacak. Şimdi tam zamanı” diye iç geçiriyorum. Tıpkı, Lenin’in devrim için söylediği gibi. “Baba, ben sigara içiyorum. İzin verirsen rakımın yanında bir tane içeyim.” Babam, demokrat adam: “Peki oğlum iç ama çok içme. Bu mereti her zaman bulabilirsin, onun için çok içmemeye bak. Rakıyı her zaman bulamazsın.” “Teşekkür ederim baba.” Dedem ile babamın ve babam ile benim aramızdaki fark sadece ve sadece kuşak farkı, geleneksel bir tutum söz konusu yani; yoksa demokratlıksa eğer olması gereken, dedemde fazlasıyla var. Zaten Demokrat’tı kendisi.

Yine Yeni Eczane’deyiz. Tüm çıraklar vitrinin önüne dizilmişiz, olmayan bir ilacı koşup almak için depar atmaya hazırız. Karşıdaki Dr. Ahmet Mithat Tuncay’dan yaşlı bir hasta çıkıyor ve hemen yanındaki yeni açılmış olan eczaneye yöneliyor. Aramızdan biri yerinden fırlayıp, “Amca gel gel. Yeni Eczane burası, ilacın iyisi burada” deyip adamcağızın elindeki reçeteyi kapmaya çalışmaz mı! Karşı eczanedeki çıraklardan biri de koşarak reçetenin diğer tarafını tutuyor ve iki güçlü el arasında kalan reçete tam ortasından cart diye yırtılıyor. Hasta şaşkın, reçeteyi tutan çıraklar şaşkın, babam çıkıyor ve “ Nedir bu rezalet” diye azarlıyor bizi. Sonra “Gel babacım gel, yapalım reçeteni” diyerek hem zeytinyağı gibi su üzerine çıkıyor, hem de hastayı kapıyor. Rekabet yeni pazarlama taktikleri gerektiriyor ama bu durumun tamamen bir tesadüf olduğuna emin olabilirsiniz. Tatlı bir tesadüf. O yıllarda günümüzdekine benzer bir rekabet yoktu ve dünya henüz rekabet eden ekonomilere bölünmemişti. Oysa bugün öyle mi? Ama biz biliyoruz ki, J. M. Coetzee’nin Kötü Bir Yılın Güncesi’ nde ifade ettiği gibi, “Eğer rekabet eden ekonomilerimiz varsa bunun sebebi dünyanın böyle olmasını istediğimize karar vermiş olmamızdır. Rekabet savaşın yüceltilmesidir. Oysa savaş kaçınılmaz değil.”

Hala, zaman zaman rüyalarıma girer Yeni Eczane. Kışın, salonun ortasında kurulan soba çevreyi sıcacık ısıtır, gelen müşterilerin başına dikilerek ısınmalarını sağlardı. Yazın ise eczanenin önüne atılan koltuk ve sandalyelere serilerek oturan tanıdıkların uğrak yeri olurdu. Biz çıraklar, her akşamüzeri yolları sulayan arazözün gelmesini bekler, geldikten sonra da onun eşliğinde eczanenin önündeki kaldırımları bir güzel sulayarak ortalığı serinletirdik. Artık gelsin çaylar…

O yıllarda eczane demek biraz da “reprezantan” demekti. İstanbul ya da İzmir’den gelirler, tüm eczaneleri dolaşıp siparişlerini alırlar, hemen her gece bir eczacı ya da kalfayla yemek yiyerek içki içip zamanı uzatırlar ve otomobillerine binerek başka bir şehre, yeni maceralara koşarlardı. Babamın isimlerini hala hatırladığım ve yanılmıyorsam İzmir Ecza Deposu’ndan gelen iki “reprezantan” arkadaşı vardı: Biri Avram Amca diğeri ise Recep Ağabey. Avram Amca’nın sünnet düğünümde getirdiği, hem kapağı hem de gövdesi siyah olan Pelikan marka dolmakalemi ta 1962’den beri hala kullanırım. Dile kolay, tam 47 yıl olmuş. Avram Amca daha sonra İsrail’e yerleşmişti.

Tanıdığım “en büyük reprezantan”  Nedim Yücel’dir. Ahmet Şevki Amca’nın oğlu olan Nedim Ağabey, hem şair, hem ressamdı ve nevi şahsına münhasır bir insandı; kendine özgüydü yani. Kısık sesiyle heyecanlı heyecanlı konuşur ve her zaman işinden başka bir projesi olurdu. Hep, babama “Sahir, dinle bak, şunu dinle. Çok para kazanacağız bu işte” diye başlar ve gerçekleşmesi imkânsız projelerini anlatırdı. Hayal gücü olağanüstü genişti. Dördüncü kez ilk karısıyla evlenmişti.

“Reprezantanlık” son derece kalıcı arkadaşlıkların kurulmasına vesile olmuştur.  Kardeşim Uğur, askerliğini yapmış olduğu halde ilgili evrakın İzmir’den İstanbul’a gönderilmemiş olması nedeniyle bir cumartesi gecesi “ huzur operasyonu” vesilesiyle Beşiktaş’ta içeriye alınmıştı. Hafta sonu olduğundan ancak iki gün sonra çıkarabildiğimiz Uğur’un anlattığına göre, nezarethanedeyken, herkes adını ve soyadını söyledikten bir süre sonra, Gündoğmuş’u duyan yaşlıca bir adam kardeşime seslenerek, ” Oğlum sen Sahir’in oğlu musun” diye sorup “ evet” yanıtını alınca çok sevinmiş ve eskiden “reprezantan” olduğunu, babamla yıllar önce bu vesileyle tanıştığını, çok yakın arkadaş olduklarını uzun uzun anlatmış. Ne tesadüf ama… Rasgele kaos… 

,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.