Süfür

Düşünüyordum. Edgar Morin’in rüya hakkında yazdıklarına dalmış, rüyanın insanı ne kadar zenginleştirdiğini düşünüyordum. Peki, zaman ne oluyordu? Biz rüya görürken zaman ne oluyordu? Kısalıyor mu, uzuyor mu, yoksa aynı mı kalıyordu? Bunu anlamak için zamanın ne olduğunu bilmek gerekmiyor muydu? Peki öyleyse zaman neydi? Quid est enim tempus? Si nemo a me quaerat, scio, si quaerenti explicare velim, nescio.” Bir zaman filozofu olan Augustinus işte böyle diyordu: “Peki o halde zaman ne? Hiç kimse bana sormazsa biliyorum da, biri sorup da ona açıklama yapmam gerektiğinde, bilmiyorum.” Augustinus bilmiyorsa ben nereden bilecektim?

Sonra uyumuşum.

Sıçrayarak uyandığımda kan ter içindeydim. Ağzım kupkuru olduğu için kalkıp su içmeliydim, ama bir süre gözlerimi açmadan gecenin sessizliğini dinledim. Çok uzaklardan hoş bir davul sesi geliyordu. Ramazan ayı içindeydik ve saat iki buçuk ile üç arasında bir yerlerde dolanıyor olmalıydı. Çünkü bir haftadan beri hep bu saatler arasında uyanıyor ve bir süre uzaklardan gelen davul sesini dinleyerek tekrar uykuya dalıyordum. Beni çok eski günlere, neredeyse zamanımın başlangıcına götüren davul sesi o eski davul seslerine benzemiyordu, ama yine de hoştu.

 

Evim

 

Davul sesi giderek yaklaşınca su içmek için kalkmak üzere gözlerimi açıp sol tarafıma yaslanarak ayağa kalkmayı denedim. Üzerimde bir ağırlık hissettim için ne gözlerimi açabiliyor ne de yattığım yerden doğrularak ayağa kalkabiliyordum. Bir süre daha gözlerimi açmadan yaklaşan davulun sesini dinlemeye koyuldum. Giderek yaklaşan davul sesi rahatsız etmeye başlayınca, telaşlı bir şekilde tekrar yattığım yerden doğrulmaya çalıştığımda derinlerden gelen tatlı bir ses önce ruhumu sonra da kulaklarımı okşuyordu. “Haydi kalk benim güzel oğlum, bak hepimiz kalktık, seni bekliyoruz. Bu gece süfüre [*] kalkmak istiyordun ya, haydi kalk bakalım.”

Bu, inanılmaz ama, annemin dört yıldan beri duyamadığım o güzel sesiydi.

Düşünüyordum. Zamanın bana oyun oynadığını düşünüyordum. Çünkü daha dün gibiydi. Canım annem, o dev gibi kadın, uzanmış yatıyordu, yüzündeki örtüyü açtığımda gözlerim kamaştı; etrafa ışık saçıyordu. Hıçkırıklarım yanı başımdaki teyzeminkilere karıştığında sağ elimi anlına dayamış ve sıvazlayarak birkaç gün önce kestirdiğini öğrendiğim pamuk gibi kısacık saçlarını okşamaya başlamıştım. Sonra iki yanağını avuçlarımın içine alarak “Anne, neden bizi bıraktın, neden” diye fısıldadığımda, “hoşça kal benim gözlüklü oğlum” dediğini duyar gibi olmuştum.“Hoşça kal” diyordu uzaklaşarak el sallarken kararan ufukta. Tıpkı kırk yıldan beri her vedalaşmamızdaki gibi, hüzün dolu.

Uyandığımda, kendimi dedemle babaannemin odasında, babaannem ve kardeşimle birlikte yattığımız sıcacık yer yatağında buluverdim. Annem başucumda, yüzüne o güzelim Mona Lisa gülümsemesini yapıştırmış, beni uyandırmaya çalışıyor, ben ise kalkmakla kalmamak arasında mütereddit, bir taraftan esneyip kollarımı gererek şımarıyor, diğer taraftan ise etrafımı şaşkınlıkla seyrederek ayılmaya çalışıyordum. Bildiğim kadarıyla, bu sabah saat altıda uyanıp saat sekizde kalkan Ankara uçağına yetişmek için Atatürk Havaalanı’nda olmam gerekiyordu, ama bu bir rüyaydı; üstelik hemen hemen elli yıl sonrasının ya da öncesinin tuhaf bir rüyası. Beş yaşındaki bir çocuğun, tek başına ve uçakla Ankara’ya, hem de Akhisar’dan gitmesi mümkün müydü?

Tepemde, tahta, mavi ile gri arası bir renge boyanmış bir tavan, sağ tarafımda yerden tavana bir metre kalana kadar yükselen bir yüklük, sol tarafımda dedemin somyası ve somyanın dayandığı, üzerinde çok güzel işlenmiş bir besmele bulunan Kütahya işi yuvarlak bir seramiğin asılı olduğu açık pembe bir duvar, arkamda kısa ve küçük bir divan ve divanın dayandığı, odamızı büyük bir pencereyle sokağa bağlayan ve bir önceki duvarı dik kesen başka bir duvar, tam karşımda sofaya açılan odamızın dev kapısı, kapı ile yer yatağımızın arasında ama kapıya daha yakın bir konumda bulunan ve odamızı “fır, fır, fır da, fır, fır” sesleri çıkarıp külhân bey gibi yanarak ısıtan efsanevi sobamız, kapı ile sobanın hemen önünde ise kurulmuş yer sofrasının etrafına oturarak süfür yapan babam, babaannem, dedem, halamlar ile kardeşim bana bakıyorlardı.

Düşünüyordum. Gördüklerim, hafızamın içine girmiş bir ressamın fırçasından çıkmış epeyce eski zamanlara ait bir tablo gibiydi. Gece yarısı duyduğum davul sesi, Hindistan’da kanat çırpan kelebeğin kelebek etkisi yaratarak Arizona’da kasırga yaratması gibi, beni almış ve hala zihnimin bir köşesinde hareketsiz olarak duran ve sıkıştırılmış zaman içeren mekâna, çocukluk ülkeme götürmüştü. İlk evrenime ya da dünyama dönmüş, geçmişe yerleşmiş görünüyordum.

İşte şimdi bu ilk dünyamda, zamandan da eski olan hareketsiz çocuk ülkemdeydim. Aniden canlanıveren böyle bir anı veya düşsel mekânı tekrar yakalamış olmanın mutluluğu ve heyecanı ile sıcacık yatağımdan kalktım ve yatağımızın ucuna kurulan sofraya oturup ev halkına katılarak sofradaki kıymalı böreği yemeye, üzüm hoşafını içmeye başladım. Dingin, güvenli ve çok sonraları tadına vardığım ılık bir sütlü çikolata gibi tatlı ve ilk evrenim olan doğduğum eve dönmüş olmanın verdiği hazla bir yandan tabağımdakileri yiyor, diğer yandan da neden daha erken uyandırmadılar diye hane halkını sorguya çekiyordum. Süfürümü yaptım ve tekrar yatarak gökyüzünü andıran tavandaki tahtaların arasındaki kısacık boşlukları sayarak düşünmeye başladım. Düşünürken, kendimi, birdenbire belirsiz ve yolları geriye doğru çatallanan zaman dilimlerinden başka birinde buluverdim. Bu belirsiz zaman diliminde geriye doğru çatallanan ilk yoldan yürümeye başladığımda, ilerde, şeffaf bir odada, yuvarlak bir masanın etrafına iftar yapmak üzere sıralanmış ailemi gördüm.

Dedeme göre sofraya erken oturup topun patlamasını beklemek çok sevap olduğu için her iftar akşamı, masanın etrafında büyük bir bekleyiş hüküm sürerdi. Bu bekleyişler sırasında zaman sessiz ve ağır, hiç bitmeyecekmiş gibi sonsuz bir dinginlik içinde akmaya çalışarak bir türlü geçmek bilmez, ama ben ve kardeşlerim masanın üzerindeki ekmek dilimlerinden bir parça koparmanın mutluluğu ile minareye çıkıp ezan okuyacak olan hafızı görüp dinlemek üzere bizi sokağa bağlayan pencereye tünerdik. Uzun bekleyiş, kim daha önce görürse, onun, yani benim ya da kardeşlerimin “Hafız şerefede göründü, hafız göründü” nidalarıyla son bulurdu.

Şimdi, iftar vaktidir.

Karımın, “Bülent kalk, sayıklıyorsun, üstelik uçağı kaçıracaksın” diye seslendiğini duyunca, yolları geriye doğru çatallanan belirsiz zaman diliminden çıktım. Ertesi gece yine davul sesiyle uyandığımda, karşımda, Kurban Bayramı’na kadar bekleyemeden satmak zorunda kaldığımız, benim “Pırlak ve Çapar Kuzum” duruyordu. Ama önce dedemle birlikte bayram namazına gitmeliydim.

Ben ise düşünmeye devam ediyordum. David Harvey’in zaman ve mekân hakkında söylediklerini düşünüyordum. Anılar hareketsiz, mekân sıkıştırılmış zaman ise ben neydim? Yoksa zaman ben miydim? Düş görmeyi ve hayal etmeyi öğrendiğim doğduğum evi düşünüyordum. Onun koynundaki varlığımız çok değerli, hayatımız sıcacıktı. Gaston Bachelard’ın dediği gibi insan doğduğu evi düşlediğinde düşlemin en derin yerinde o ilk sıcaklığa geri döner, maddi cennetin o ılık maddesinin ilk sıcaklığının bir parçası olup çıkıverirdi. Çünkü ev, bizim dünyadaki köşemizdi. Çok kez söylendiği gibi ilk evrenimizdi. Jorge Luis Borges ise doğduğumuz evin dünya ile aynı büyüklükte, daha doğrusu dünyanın ta kendisi olduğunu söylerken bana tercüman olmuştu.

Mart, 2014

Notlar

Bu yazı 2010 yılında yazdığım Bir Demet Anı kitabımdaki bir bölümün kısmen değiştirilmiş versiyonudur.

[*] Çocukluğumda Akhisar’da sahura her nedense süfür derdik. Süfür, TDK Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü’nde de sahur anlamına geliyor.

, , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.