1984: Sevginin Sonu

Winston Smith Sevgi Bakanlığı’nda olduğunu düşündüğü hücresinde oturuyordu. Önce bir şair, sonra aynı apartmandan komşusu Parsons, daha sonra da çenesiz olarak nitelediği bir adam geldi ve bir süre sonra 101 Numaralı Oda’ya götürüldüler. Hapsi de düşünce suçu işlemişlerdi. Parsons rüyasında “Kahrolsun Büyük Birader” dediği için küçük kızı tarafından ihbar edilmişti. Sonunda, Winston’ın beklediği oldu ve O’Brien geldi, ama Winston’ı kurtarmaya değil, sorguya çekmeye…

Winston kamp yatağına benzer bir şeyin üzerinde sımsıkı bağlanmış vaziyette yatıyordu. Bir tarafında O’Brien, diğer tarafında elinde şırıngayla beyaz önlüklü bir adam duruyordu. Orada ne kadar zamandır olduğunun farkında değildi, çünkü zaman durmuştu. O zamana kadar kaç kez dayak yediğini hatırlamıyordu. Artık itiraf etme zamanıydı ve her şeyi itiraf etti. Onlar işkence ettiler, o itiraf etti. Her şeyi, yaptığı yapmadığı her şeyi itiraf etti. Ama henüz her şey bitmemişti. O’Brien, “Yedi yıl boyunca izledim seni. Artık dönüm noktası geldi. Seni kurtaracağım, seni kusursuz kılacağım”[1] dedi. Ses ,”Bir gün karanlığın olmadığı yerde buluşacağız” diyen sesle aynıydı. O’Brien Winston Smith’e, bir taraftan kemiklerini eklem yerlerinden ayırırcasına işkence yapıyordu; tıpkı Procrustes [2]gibi, diğer taraftan da onu ders vererek tedavi etmeye çalışıyordu; tıpkı bir psikolog / öğretmen gibi.

O’Brien o can alıcı soruyu, geçmişin denetlenmesiyle ilgili Parti sloganın ne olduğunu sordu ve Winston’ın, geçmişi denetim altında tutanın geleceği de denetim altında tutabileceğini, şimdiyi denetim altında tutanın geçmişi de denetim altında tutacağını söylenmesinden sonra, ekledi: “Geçmişin gerçekten var olduğu kanısında mısın Winston?”[3]

Doğal olarak geçmiş kayıtlarda ve insanların belleğindeydi, ama O’Brien’e göre Parti tüm kayıtları ve bellekleri denetim altında tuttuğuna göre geçmişi de denetim altında tutmuş oluyordu. Winston bellekleri denetlemelerinin imkânsız olduğunu, kendi belleğinin denetlenmediğini söyleyince, O’Brien sertleşerek, Winston’ın işte tam da bu nedenle, alçakgönüllülüğü ve özdenetimi beceremediği, deliliği ve tek kişilik bir azınlık olmayı yeğlediği için burada olduğunu haykırdı, sonra da devam etti:

“Gerçekliği ancak denetim altındaki zihinler görebilir. Sen, gerçekliğin nesnel, dışsal ve kendi başına var olan bir şey olduğunu sanıyorsun. Ayrıca, gerçekliğin apaçık ortada olduğuna inanıyorsun. Herkesin her şeyi senin gibi gördüğüne inandırıyorsun kendini. Ama beni dinlersen, Winston, gerçeklik dışsal bir şey değildir. Gerçeklik insan zihnindedir, başka bir yerde değil. Bireyin her zaman yanılabilen ve kısa zamanda yok olup giden zihinlerinde değil, yalnızca Parti’nin ortaklaşa ve ölümsüz zihnindedir. Parti neye gerçek diyorsa, gerçek odur. Parti’nin gözünden bakmadıkça, gerçeği görmek olanaksızdır. İşte senin yeniden öğrenmen gereken de bu, Winston. Bu da, benliğini yok etmeyi, iradeli olmayı gerektirir. Akıllı olmak istiyorsan, özünden geçmelisin.” [4]

Steven Pinker’e göre, O’Brien’in söyledikleri, Okyanusya yönetiminin felsefesinin bütünüyle postmodernist (elbette kelimeyi kullanmadan) olduğunun göstergesidir. [5]

Bu kez sıra, Winston’ın güncesine, “Özgürlük iki kere iki dört eder diyebilmektir”[6] diye yazdığı nota gelir ve uzun bir işkence seansından sonra, Winston sonucun beş olduğu konusunda ikna olur.

O’Brien’e göre Winston çürük bir maldı ve temizlenip iyileştirilmesi gerekiyordu. Böyle sapkın kişilerin kafalarının içi ele geçiriliyor, yeniden biçimlendiriliyordu. Bunu, sapkın olarak niteledikleri kişilerin içlerindeki sevgi, dostluk, dürüstlük, yaşama sevinci, gülme, eğlenme, merak, cesaret, vb. insanlık adına ne varsa hepsini boşaltıp içlerine kendilerini sokarak yapıyorlardı.

 

obrien

O’Brien Winston’a işkence yapıyor.

 

Bir ara Winston O’Brien’in yüzünün yorgun olduğunu fark eder. Bunu hisseden O’Brien şunları söyler: “Bireyin yalnızca bir hücre olduğunu anlamıyor musun Winston? Hücrenin yorgunluğu, organizmanın canlılığını gösterir. Tırnaklarını kesince ölüyor musun?”[7] Steven Pinker’e göre,  geçmiş, şimdi ve geleceğin denetim altında tutulması Parti’nin birinci ilkesiyse, yukarıdaki süperorganizma öğretisi de ikinci ilkesidir.[8]

O’Brein Parti’in gücü ve iktidarı konusunda o kadar ileri gider ki, maddeye bile hükmederek doğa yasalarını yaptığını söyler. Winston’ın, dünyanın evren içinde küçücük bir nokta, insanoğlunun da minicik ve umarsız bir varlık olduğunu söyleyerek buna itiraz etmesine karşılık adeta kükrer: “Saçmalama. Dünya bizimle yaşıt, bizden yaşlı değil. Nasıl daha yaşlı olsun ki? İnsanoğlunun bilincinde olmadığı hiçbir şey var olamaz.”[9] Hoş geldin George Berkeley! [10] Karl Marx ile Friedrich Engels, en ünlü temsilcisi başta Hegel olmak üzere Alman idealist felsefesini eleştirdikleri Alman İdeolojisi ’nde şunları yazarlar:

“Bir zamanlar, gözü kara bir adam, insanların suda boğulmalarının tek nedeninin, onların yerçekimi fikrine saplanmaları olduğunu savunuyordu. Eğer insanlar, örneğin, bunun bir hurafe olduğunu ilan edip bu fikri kafalarından çıkarıp atsalarmış, suda boğulma tehlikesinden tamamen kurtulmuş olacaklarmış. Ömür boyunca, istatistiklerin kendisine sayısız kanıt sunarak zararlı sonuçlarını tekrar tekrar ortaya koyduğu bu yerçekimi yanılgısına karşı savaştı. Bu gözü kara adam, Almanya’daki yeni devrimci filozofların prototipiydi.”[11]

O’Brien de gözü kara, hatta kapkara adamlardan bir olmalıydı. Winston soyu tükenmiş hayvanlar, ilk insanlardan söz edecek olur, O’Brien onların kemiklerini görüp görmediğini sorar; Winston evren ve yıldızlar der, O’Brien yıldızlara erişip onları yok edebileceklerini, hatta dünyanın evrenin merkezi olduğunu, güneş ve yıldızların dünyanın çevresinde döndüğünü söyler. O kadar öyle ki, yıldızlar gereksinimlerine göre uzak ya da yakın olabilirler. Bu çifdüşündür ve O’Brien’e göre Winston metafizikten hiç anlamamaktadır.

Görüldüğü gibi, İgnos tarafından yaratılan dünyada her şey, ama her şey aynı anda ve hep şimdide var olmaktadır.

O’Brien hükmetmekten söz ederken baklayı ağzından çıkarır ve kuracakları dünyanın distopik bir dünya alacağını vurgular:

“Boyun eğmek yetmez. Acı çekmiyorsa, kendi iradesine değil de senin iradene boyun eğdiğinden nasıl emin olacaksın? Hükmetmek, acı çektirmek ve aşağılamakla olur. Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur. Nasıl bir dünya yaratmakta olduğumuzu anlamaya başladın mı şimdi? Eski reformcuların hayalini kurduğu o enayi, zevk düşkünü ütopyaların tam tersi bir dünya.” [12]

Kurulacak olan bu dünyada, insanlar arasındaki tüm bağlar kopartılacak, kimse kimseye güvenmeyecek, çocuklar tıpkı tavukların altından alınan yumurtalar gibi doğar doğmaz annelerinden alınacaklar, cinsellik içgüdüsü yok edilecek, orgazm ortadan kaldırılacak, Parti’ye sadakat dışında sadakat diye bir şey olmayacak, Büyük Birader’e duyulan sevgi dışında sevgi diye bir şey olmayacak, sanat, edebiyat, bilim diye bir şey olmayacak, güzellik ile çirkinlik arasında hiçbir ayrım yapılamayacak, yaşama sevinci yok edilecektir…

“Nihayetinde Parti’nin felsefesinin özüne geliriz. O’Brien, Winston’ın savlarını tek tek çürütmüş, umutlarını tek tek parçalamıştır. ‘Geleceğin resmini görmek istiyorsan, bir insan yüzüne basmış bir postal getir gözlerinin önüne, sonsuza dek’[13] demiştir ona. Bu diyaloğun sonuna doğru O’Brien bütün bu kâbusu mümkün kılan önermeyi açığa vurur; ama bu önermenin yanlışlığı, onu gerçekleştirmeyi de imkânsız hale getirmektedir diyebiliriz.”[14]

“O’Brien’in sesinin tonu, Winston’ı yine sindirmişti. Dahası, karşı koymakta diretirse O’Brien’in yine kadranın kolunu kaldıracağından korkuyordu. Ama yine de konuşmadan edemedi. O’Brien’in söyledikleri karşısında kapıldığı dehşeti dile getirmese de, güçlükle, inandırıcı olmaya çalışmadan atağını sürdürdü:

Bilemiyorum… Umurumda değil. Nasıl olacağını bilmiyorum, ama başaramayacaksınız. Önünde sonunda yenileceksiniz. Hayat sizi alt edecek.

Biz hayata her düzeyde hükmediyoruz, Winston. Sen insan doğası diye bir şey olduğuna inanıyorsun; üstelik o insan doğasının bizim yaptıklarımıza başkaldıracağını ve bizim karşımıza dikileceğini sanıyorsun. Oysa insan doğasını biz yaratıyoruz. İnsanoğlu eğilip bükülmeye çok yatkındır. Yoksa yine proleterler ya da kölelerin ayaklanarak bizi devireceklerini mi düşünmeye başladın? Çıkar at kafandan bunu. Onlar hayvanlar gibi acizdirler. İnsanlık Parti’dir. Ötekiler adamdan sayılmaz, unut gitsin” [15]

Winston bir deri kalmıştı ve pislik içindeydi. O’Brien’in deyişiyle çürüyor, parça parça dağılıyordu. Ama Julia’ya ihanet etmemişti. İşkence seanslarına bir süreliğine ara verilmişti.  Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu; haftalar belki de aylar geçmişti, ama zamanın farkında değildi, çünkü hep şimdiyi yaşıyordu. Sürekli düş görüyordu. Bu bazen Altın Ülke, bazen Julia, bazen de O’Brien oluyordu. Artık teslim olmuş görünüyordu. Ölümsüz kolektif beyin haklıydı. Kurşunkalemle şunları yazdı:

 

ozgurluk

 

Her şeyi kabul etmiş görünüyordu. Zihinsel olarak da teslim olmuştu, ama yüreğinin içini koruyabileceğini umuyordu. Rüyasında, o Altın Ülkesi’nde gördüğü Julia yüreğinin hala sımsıcak olduğunun işaretiydi. Nitekim O’Brien Winston’ın düşünsel açıdan iyi bir noktaya geldiğini, ama duygusal açıdan gelişme gösteremediğini söyleyecekti. Öyleyse istikamet 101 Numaralı Oda’ydı!

Winston, içinde iki sıçanın bulunduğu, bir tarafında da eskrim maskesine benzeyen bir maskenin takıldığı tel kafesi görünce her şeyin bittiğini anlamıştı. Tel kafesin eskrim maskesine benzeyen tarafı yüzüne yaklaştırıldığında, “Julia’ya yapın! Julia’ya yapın! Beni bırakın! Julia’ya yapın. İstediğinizi yapın ona, umurumda değil. Yüzünü paralasınlar, her yerini yalayıp yutsunlar. Beni bırakın! Julia’ya yapın! Beni bırakın!” [16]

Duygu da sevgi de ölmüştü.

 

Notlar

[1] Orwell, George. 1984, Çeviren: Celal Üster, Can Yayınları, 52. Baskı, İst., 2015, s.278.

[2] “Polypemon ya da Damastes olarak da bilinir. Yunan mitolojisinde, Eleusis yakınlarında yaşayan ve sonunda Attikalı kahraman Theseus tarafından öldürülen haydut. Efsaneye göre Procrustes’in iki demir yatağı vardı; kurbanlarını bu yataklara yatırır, boyu yataktan kısa olanları bacaklarından kese kese uzatır, uzun olanların bacaklarını da yatağa sığmaları için keserdi. Bu nedenle ‘Procrustes’in yatağı’ deyimi katılık ve sertlik ile eşanlamlı olarak kullanılır.” AnaBrittanica, C. 18, s.167-168.

[3] Orwell, A.g.e., s. 282.

[4] A.g.e., s.283.

[5] Pinker, Steven. Boş Sayfa: İnsan Doğasının Modern İnkarı, Çeviren: Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İst.,2010, s.506.

[6] Orwell, A.g.e., s.283.

[7] A.g.e., s. 299.

[8] Pinker, A.g.e., s.507.

[9] Orwell, A.g.e., s.300.

[10] George Berkeley, Nazım Hikmet’in “Behey Berkley!…/ İşte sen / işte senin felsefen:/ Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün/ parlak/ yuvarlak / elmaya:/ ‘Fikirlerin bir / terkibidir,’ / diyorsun!… “ diye alay ettiği, adı ABD’nin Kaliforniya Eyaleti’nin Berkeley kentine verilen İngiliz düşünürdür. Berkeley’e göre zihin olmaksızın, düşüncelerimizin, tutkularımızın ya da imgelerimizin biçimlendireceği idealar olamaz. Şeylerin varlığı ancak onların algılanmasıyla mümkündür;  onların kendilerini algılayan zihinlerin ya da düşünen şeylerin dışında var olmaları mümkün değildir. Kısaca dünyanın çatısını oluşturan tüm cisimler bir zihin olmaksızın kalıcı olamazlar. Schopenhauer daha da ileriye gider ve dünyanın kendi temsili olduğunu söyleyiverir.

[11] Marx, Karl ve Engels, Friedrich. Alman İdeolojisi, Çevirenler: Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayım, İst., 2013, s. 23-24.

[12] Orwell, A.g.e., s. 302.

[13] A.g.e., s. 303.

[14] Pinker, A.g.e., s.508.

[15] Orwell, A.g.e., s. 305.

[16] A.g.e., s. 323.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.