Albertine Kayıp

Kayıp Zamanın İzinde’nin altıncı cildi adını, Mahpus’ta anlatıcının evinden kaçan ve bu ciltte kısa bir süre sonra tuhaf ve beklenmedik bir biçimde attan düşerek ölen Albertine’den alır: Albertine Kayıp (2010). Bunun üzerine büyük bir acıya gark olan anlatıcı, kendisini sürekli olarak Albertine’in anısıyla yaşamaya mahkum eder ve acısı daha da artar. Bununla birlikte Albertine’in geçmişini araştırmaktan vazgeçmez. Sonunda korktuğu başına gelir ve bu ele avuca sığmaz kızın eşcinsel ilişkiler içinde olduğu hakkında sağlam delillere sahip olur.

Her şeyi unutmak için annesiyle birlikte gittiği Venedik’te Gilberte’in Robert de Saint- Loup ile evlendiğini öğrenir. Böylece Swann’lar ile Guermantes’lar akraba olurlar. Bu arada Robert ve Legrandin’in de eşcinsel ilişkiler içinde olduğunu öğrenen anlatıcı Paris’e döndüğünde, Gilberte küçükken kendisine aşık olduğunu açıklar.

Önce, anlatıcının, kaybettiği Albertine için sarf ettiği feryat figan satırları ile başlamak yerinde olacaktır. Tam da Marcel Albertine’i terk etmeyi düşünürken Albertine’nin Marcel’i terk etmesi anlatıcıyı büyük bir hüzne boğar. Françoise’ın “Mademoiselle Albertine gitti” sözleri anlatıcının kalbine öyle bir acı saplar ki, günlerce kendine gelemez. Albertine’le birlikte yaşamayı bir alışkanlık, alışkanlığı ise farkına bile varamadığımız, ölüm kadar acımasız olabilen korkunç bir tanrıça olarak niteler ve bu acıdan kurtulabilmek amacıyla sevgilisini geri getirmek için yapması gerekenleri düşünürken, kendisine Albertine’i hatırlatan odasındaki eşyaları görmeyecek şekilde hareket etmeye çalışsa da kazara onları her görüşünde hafızasında canlanan hatırlara kahrolur.

Albertine’i geri getirmesi için destek istediği arkadaşı Saint-Loup’nun yardımları da bir işe yaramayınca, umutsuzluk içinde, Albertine’e, hangi koşulda olursa olsun geri dönmesi için bir telgraf çeker, ama gelen bir telgrafla odasının penceresinden gördüğü şafağın perdelerin üstünden kılıcını çekerek bir hançer gibi kalbine saplandığını hisseder. Albertine ölmüştür. Marcel için zaman durur.

Zamanı duran bir insan ise ölmüş demektir. Marcel, Albertine Kayıp ’ın adeta ölmüş bir kahramanı olarak oradan oraya sürüklenir.

 

Albertine Kayıp

 

Şafak, Beni Hançerlercesine İçeri Giriyordu…

“‘Mademoiselle Albertine gitti.’ Istırap, insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder. Daha bir dakika önce, hislerimi tahlil ederken, Albertine’le son bir kez görüşmeden, bu şekilde ayrılmanın, en çok istediğim şey olduğuna kanaat getirmiş, Albertine’in bana verdiği hazların vasıtasıyla beni mahrum ettiği hazların bolluğunu karşılaştırıp kendimi çok zeki bulmuş, onu artık görmek istemediğim, sevmediğim sonucuna varmıştım. Oysa ‘Mademoiselle Albertine gitti’ sözleri, kalbime öyle bir acı saplamıştı ki, bu acıya pek uzun süre dayanamayacağımı hissediyordum. Benim nazarımda bir hiç olduğunu zannettiğim şey, demek ki aslında bütün hayatım, her şeyimdi… Evet az önce, Françoise gelmeden önce, Albertine’i artık sevmediğime hükmetmiş, kusursuz bir tahlil yaptığımı, her şeyi hesaba kattığımı düşünmüştüm; kalbimin derinliklerini gayet iyi bildiğimi zannetmiştim… Ne var ki, zihnini en keskin algılarının bana sağlayamadığı bilgi, şimdi acının ani tepkisiyle, billurlaşmış bir tuz gibi sert, parlak ve tuhaf bir görünümde, karşımda belirmişti. Albertine’in yanımdaki varlığından hiç kuşku duymazken, ansızın Alışkanlığın yeni bir çehresini görmekteydim. O güne kadar, Alışkanlığı her şeyden çok, algılamanın özgünlüğünü, hattâ algılama bilincini ortadan kaldıran, yok edici bir güç gibi görmüştüm hep; şimdiyse, korkunç bir tanrıça gibi görüyordum onu; bu tanrıça bize sımsıkı bağlıdır, anlamsız çehresi kalbimize öylesine gömülüdür ki, neredeyse farkına bile varmadığımız bu tanrıça, bizden kopmaya, uzaklaşmaya kalktığında, akla gelebilecek en dayanılmaz acıları yaşatır bize, ölüm kadar acımasız olur…

Ama en önemlisi, bu acı, çeşitli nedenlerden ötürü, diğerleriyle kıyaslanamayacak kadar büyüktü; belki de en önemli neden Mme de Guermantes’la ve Gilberte’le tensel bir haz yaşamamış olmam değil, onları her gün, günün her saatinde görmediğim için, böyle bir imkanım ve dolayısıyla ihtiyacım olmadığı için, onlara duyduğum aşkta, Alışkanlığın muazzam  gücünün eksik olmasıydı… Yalnız zaman üzerine düşeni yapmış, beni yaşlandırmış, Albertine’i de, ortak hayatımız boyunca hep yanımda tutmuştu… Vakit kaybetmemek için yataktan kalktım, ama acı beni olduğum yere çiviledi: O gittiğinden beri ilk kez yataktan kalkıyordum… Bir gayretle tekrar ayağa kalktım; odanın içinde müthiş bir temkinle ilerliyor, Albertine’in iskemlesini, yaldızlı terlikleriyle pedallarına bastığı otomatik piyanoyu, onun kullandığı eşyaların hiçbirini görmeyecek şekilde hareket ediyordum; bu eşyaların hepsi, hatıralarımın öğrettiği özel lisanla bana Albertine’in gidişini ikinci defa haber vermek, tercüme etmek, farklı bir yorumunu sunmak istiyorlardı. Ama ben bakmasam da görüyordum onları; bütün gücümü kaybettim ve mavi saten koltuklardan birine çöktüm; daha bir saat önce, odanın tek bir gün ışığı huzmesiyle uyuşturulmuş loşluğunda, bu mavi satenin parlaklığı sayesinde gördüğüm, tutkuyla okşadığım rüyalar, şimdi çok uzağımdaydı. Heyhat! Bu koltuklarda bir önceki oturuşum, Albertine de yanımdayken olmuştu. Bu yüzden oturmaya fazla devam edemeyip kalktım; işte bu şekilde, beni oluşturan sayısız mütevazı benlikten, Albertine’in gidişinden hâlâ haberi olmayan biri ortaya çıkıyor ve bilgilendirilmesi gerekiyordu; meydana gelen felaketi, henüz haberdar olmayan bütün bu varlıklara, bu ‘benlik’lere, bildirmek gerekiyordu – bunlar birer yabancı olsa, benim acıya karşı duyarlılığımı paylaşmasa, bu iş bu kadar büyük bir işkence olmazdı – ; bu benliklerin her birinin de, ‘Albertine bavullarını – Balbec’te anneminkilerin yanına yerleştirilirken seyrettiğim tabut biçimindeki bavullarını – istedi, Albertine gitti’ sözlerini ilk kez duyması gerekiyordu…

Her an Albertine’i düşünüyordum… Uyurken her an Albertine’i düşünüyordum. Bu uyku, Albertine’in bana verdiği, ona ait, özel bir uykuydu ve ayrıca bu uyku sırasında, gündüzki gibi başka bir şey düşünme özgürlüğüne sahip değildim…

Onsuz yaşamak, eve dönüp onu bulamamak, onun içerde olmadığını bilerek odasının önünden geçmek – kapıyı henüz açmaya cesaretim yoktu – ona iyi geceler diyemeden yatmak; kalbim bunların hepsini o korkunç bütünlükleriyle, sanki Albertine’i bir daha görmeyecekmişim gibi gerçekleştirmek zorundaydı… Akşam eve döndüğümde, Albertine’in beni evde beklediği onca akşamın bitmez tükenmez bir dizi halinde birbirine eklenen hatıraları, hâlâ soluğumu kesiyor, beni boğucu bir yalnızlığa gömüyordu elbette; ama aynı zamanda önceki gecenin ve ondan da önceki üç gecenin yani Albertine’in gidişinden bu yana geçen dört gecenin hatırası da vardı; bu dört geceyi onsuz, tek başıma geçirmiş ve buna rağmen hayatta kamıştım, dört gece geçmişti bile, diğeriyle kıyaslandığında kısacık bir hatıralar şeridiydi, ama geçen her günle birlikte uzayacaktı belki…

(Sonunda) Albertine’le ilgili olarak, bütün gururumu bir yana bıraktım; umutsuzluk içinde bir telgraf çekip, hangi şartlarla olursa olsun geri dönmesini rica ettim; canı ne isterse yapabileceğini, haftada üç kere, yatmadan önce ona sarılmaktan başka bir şey istemediğimi yazdım. ‘Sadece bir kere’ diye cevap verse, bir kereye de razı olurdum. Albertine asla geri dönmedi. Telgrafım yeni yola çıkmıştı ki, bir telgraf aldım. Mme Bontemps’dan geliyordu. Dünya her birimiz için bir hamlede baştan sona yaratılmamıştır. Yaşadıkça, hiç aklımıza gelmeyen şeyler eklenir dünyamıza. Heyhat! Telgrafın ilk iki satırının üzerimdeki etkisi, acıyı dindirmek olmadı: ZAVALLI DOSTUM, ALBERTİNE’CİĞİMİZ ARTIK ARAMIZDA DEĞİL. BU KORKUNÇ HABERİ SİZE VERDİĞİM İÇİN BENİ AFFEDİN, ONU NE KADAR SEVDİĞİNİZİ BİLİYORUM. ATLA GEZERKEN DÜŞÜP BİR AĞACA ÇARPTI. ONU HAYATA DÖNDÜRME ÇABALARIMIZ SONUÇSUZ KALDI. KEŞKE ONUN YERİNE BEN ÖLSEYDİM! Hayır, acıyı dindirmedi, bilinmedik bir acı yarattı: onun geri dönmeyeceğini anlamanın acısı… İçgüdüyle elimi boynuma, o gittiğinde beri onun dudaklarının temasını hisseden ve bir daha asla hissetmeyecek olan dudaklarıma götürdüm; annem de, büyükannem öldüğünde, ‘Zavallı yavrucak, seni o kadar seven büyükannen bir daha seni öpemeyecek,’ diyerek, beni öyle okşamıştı. Gelecekteki hayatımın tamamı, kalbimden sökülüp atılmıştı. Gelecekteki hayatım mı? Peki ama, hayatımı Albertine’siz yaşamayı düşündüğüm olmamış mıydı? Kesinlikle hayır! Uzun zamandan beri, hayatımın ölünceye kadar her dakikasını, ona mı adamıştım yani? Gayet tabii! Onunla iç içe geçmiş bu geleceği algılayamamıştım, ama şimdi, kalbimden sökülüp alındıktan sonra, bomboş kalan kalbimde kapladığı yeri hissediyordum…

Albertine’in ölümünün, acımı dindirebilmesi için, kazanın onu sadece Touraine’de değil, benim içimde de öldürmesi gerekirdi. Oysa Albertine, içimde hiç bu kadar canlı olmamıştı. Bir insan içimize nüfuz edebilmek için, zamanın şekline bürünmek, çevresine kendini uyarlamak zorundadır; bizim gözümüze peş peşe dakikalar halinde göründüğünden, her defasında sadece bir yönünü gösterebilir, bir tek fotoğrafını sunabilir.

Sadece anlık görüntülerden oluşan bir dizi halinde var olmak, bir insan için müthiş bir zaaftır şüphesiz; ama aynı zamanda müthiş bir güçtür de; bu kişi hafızanın ürünüdür ve belirli bir ânın hatırası, daha sonra olup biten her şeyden haberdar değildir; hafızanın kaydettiği an ve onunla birlikte, o hatırada şekillenen kişi, varlığını sürdürür, yaşamaya devam eder. Üstelik bu parçalanma, ölüyü yaşatmakla kalmayıp çoğaltır da. Benim teselli bulabilmem için, bir değil, sayısız Albertine’ i unutmam gerekirdi. Aralarından birini kaybetmiş olmanın üzüntüsüne tahammül edebilir hale geldiğimde, bir başkasıyla, onlarcasıyla, aynı üzüntüyü baştan yaşamak durumundaydım…

Françoise içeri girdiğinde, yanlışlıkla ağır perdelerin kıvrımlarını bozacak olsa, Bricqueville I’Orgueilleuse kilisesinin, Albertine’in ‘restore edilmiş’ dediği yeni cephesini gözümde güzelleştiren geçmişteki güneşin bir ışını kalbimi deliyor, içimden yükselen çığlığı zor bastırıyordum… O güneş ışınını görmemek için, Françoise’a perdeleri kapamasını söyledim. Ama güneş ışını bütün yakıcılığıyla hafızama sızmaya devam ediyordu. ‘Hoşuma gitmiyor, restore edilmiş, yarın Saint-Martin-le-Vétu’ye gideriz, yarından sonra da…’ Yarın, yarından sonra, belki temelli sürecek ortak bir hayatın başlangıcıydı; kalbim bu geleceğe doğru bir hamle yaptı, ama gelecek artık yoktu, Albertine ölmüştü…

Bu tatlı hatıralar seli gelip Albertine’in ölmüş olduğu fikrine çarpıyor, bu zıt dalgaların karşılaşması beni boğuyordu, hareketsiz duramıyordum; ayağa kalkıyor, ama ansızın, iflahım kesilerek olduğum yerde kalıyordum; Albertine’in yanından ayrıldığım esnada, öpücüklerinin verdiği sevinci ve sıcaklığı henüz üzerimden atmamışken gördüğüm şafak, şimdi perdelerin üstünden korkunç kılıcını çekiyor, o soğuk, amansız ve yoğun beyazlığı, beni hançerlercesine içeri giriyordu.”

Albertine Kayıp, 7- 8,16 -18, 35 – 36, 62 – 66, 68 – 69

Bu kez, Albertine’i kaybetmenin ve Albertine hakkında duyduklarının acısını unutmak için annesiyle birlikte gittiği Venedik ile devam etmek istiyorum. Önce, anlatıcının  çok sevdiği annesiyle ilgili olarak anlattıkları ve insanın yüreğini paralayan şu satırları okur musunuz lütfen.

Geri Dönüşü Olmayan Yalnızlığım O Kadar Yakınımdaydı Ki…

“Annem, o rengârenk mermer sütunların ardında kitap okuyarak, beyaz tülüyle, (oteldeki insanların karşısına ‘iyi giyimli’ çıkmak kaygısından çok, bana matemde değilmiş, o kadar üzülmüyormuş, büyükannemin ölümünü neredeyse atlatmış gibi görünmek için, hasır şapkasına, gözyaşlarını gizleyerek, taktığını sezdiğimden, saçlarının beyazı kadar yürek parçalayıcı bulduğum beyaz tülüyle) beni beklediği için; beni ilk anda tanımayıp, ben gondoldan seslenince, kalbinin derinliklerinden bana doğru gönderdiği sevgi, ancak kendisini taşıyabilecek madde son erdiğinde, yani tutkulu bakışlarında durduğu için; bana  mümkün olduğunca yaklaştırmaya çalıştığı sevgisi, öğle güneşinin aydınlattığı sivri kemerli pencerenin ağırbaşlı tebessümünün çerçevesinde, sayvanı altında, annemin dudaklarındaki tebessümle, bir öpücük gibi bana uzandığı için, o pencere hafızamda özel bir yer edindi; bizimle aynı anda, yanı başımızda, belirli bir zamanı bizimle paylaşmış olan şeylerin hoşluğunu kazandı; bölmeli çerçeveleri harikulade biçimlerle bezenmiş de olsa, o ünlü pencere, benim nazarımda, halâ, bir ay boyunca aynı sayfiyede bulunduğumuz, bize dostluk göstermiş olan bir dahinin samimi görüntüsüne sahiptir; o zamandan bu yana, bu pencerenin kalıbını ne zaman bir müzayede görsem, göz yaşlarımı tutmak zorunda kalışımın tek sebebi de, bana en çok dokunabilecek sözler olan şu sözleri söylemesidir: ‘Annenizi çok iyi hatırlıyorum.’

Pencereden ayrılmış olan annemle buluşmak üzere, dışarının sıcaklığını arkamda bıraktığımda, bir zamanlar Combray’de, odama çıktığımda hissettiğim serinlik duygusunu yaşıyordum; ama Venedik’te bu serinliği yaratan, bir deniz esintisiydi, dar basamaklı küçük bir ahşap merdivende değil, güneşin tirşe yeşili alevleriyle yaladığı, Chardin’den vaktiyle aldıkları yararlı bilgilerle, Veronese’nin öğrettiklerini birleştiren mermer basamakların soylu yüzeylerinde gezinen bir esintiydi…

… annemin dönüşümüz için belirlediği günün sonunda… anneme dönmeyeceğimi söyledim, ama o, sözlerimi ciddiye almıyormuş gibi görünmeyi tercih ederek, cevap bile vermedi… Güneş alçalmaya devam ediyordu. Annem gara yaklaşmış olmalıydı. Az sonra annem gidecek, ben Venedik’te tek başıma, onu incittiğimi bilmenin üzüntüsüyle baş başa, beni teselli edecek varlığından yoksun kalacaktım. Trenin kalkış saati yaklaşıyordu. Geri dönüşü olmayan yalnızlığım, o kadar yakındaydı ki, benim gözümde başlamıştı ve mutlaktı. Çünkü kendimi yalnız hissediyordum. Her şey bana yabancı olmuştu, kendi çırpınan kalbimden kopup etrafımdaki şeyleri bir dengeye oturtacak sükûneti bulamıyordum içimde. Karşımdaki şehir, Venedik olmaktan çıkmıştı. Kişiliği de, adı da, uydurulmuş bir yalandı ve benim artık bu yalanı taşlara uygulayacak gücüm kalmamıştı. Saraylar, basit unsurlara indirgenmişti, birbirinden farksız mermer yığınlarıydılar artık gözümde; su ise, bir hidrojen ve azot bileşimiydi, ebediydi, kördü, Venedik’ten eski ve onun dışındaydı, düklerden ve Turner’dan habersizdi… Annem gara varmış olmalıydı. Az sonra gitmiş olacaktı. Venedik’in ruhu kaçıp gittikten sonra minnacık kalmış olan kanalın, Rialto olmaktan çıkmış bu adi Rialto’nun görüntüsüyle bir çaresizlik şarkısına dönüşmüş olan ve bu şekilde, dayanıksız sarayların karşısında söylendiğinde, onları iyice ufalayıp Venedik’in çöküşünü tamamlayan Sole mio’nun yarattığı yürek daralması, beni kıskıvrak bağlamıştı; şarkıcının acele etmeden, notaları birer birer yerleştirerek, bir sanatkâr gibi inşa ettiği mutsuzluğumun ağır ağır şekillenişine şahit olmaktaydım; San Giorga Maggiore’nin arkasında asılı kalmış güneş, şarkıcıyı öyle bir hayretle seyrediyordu ki, o alacakaranlık, hafızamda, sonsuza dek, ürpertili duygusallığımla ve şarkıcının tunçtan sesiyle birleşip, bulanık, sabit ve dokunaklı bir alaşım oluşturacaktı…

Ama nihayet, – yerleşik alışkanlığın tartışılmaz savunma gücü ve ani bir hamleyle, son dakikada savaşa dahil ettiği gizli yedek kuvvetler sayesinde -, önceden bilinebilen kuyruklu yıldızın çıkıp geldiği karanlıklardan daha koyu bir karanlıktan bir eylem fışkırdı. Tozu dumana katarak koşmaya başladı ve kapılar kapanmışken, trene yetiştim; annem, heyecandan kıpkırmızı kesilmiş, gözyaşlarını tutmaya çalışıyordu, geleceğimde umudun kesmişti. Tren hareket etti; önce Padova, sonra Verona, trenimizi karşılamaya geldi, neredeyse gara kadar geçirdi, ve – biz uzaklaştıktan sonra – bir yere gitmeyip kendi hayatlarına devam edecekleri için, biri ovasına, öbürü de tepesine döndü.”

Albertine Kayıp, 213, 238 – 241

Şimdi de Marcel’in gözüyle o güzelim Venedik, rüyalarımızın benzersiz, düşlerimizin şahane, büyüleyici ve şatafatlı şehri. Venedik.

Mehtapta Solgun, Geniş ve Şatafatlı Bir Meydan Uzanıyordu Karşımda…

“Akşamları yalnız çıkıyor, bu büyülü kentin ortasında Bin Bir Gece Masalları ’ndan çıkmış bir kahraman gibi, değişik mahallelerin içinde buluyordum kendimi. Tesadüfi gezilerim sırasında, hiçbir kılavuz kitabın, hiçbir yolcunun bahsetmediği, bilinmedik, ferah bir meydana rastladığım enderdi. Birbirini kesen daracık sokakların arasına dalmıştım. Akşam güneşiyle en canlı pembe ve en açık kırmızı tonlarına bürünen yüksek, çan biçimli bacalar, evlerin üzerinde çiçek açmış koca bir bacayı hatırlatır; öylesine çeşitli renk tonlarına rastlarsınız ki, Delft’li veya Haarlem’li bir lale meraklısına ait bahçenin, kentin üzerine kondurulduğunu zannedersiniz. Ayrıca evler birbirine çok yakın olduğu için, her pencere bir çerçeve gibiydi; birinde, bir aşçı kadın, dışarı bakarak hayallere dalmıştı, ötekinde, bir genç kız oturmuş, yüzü karanlıkta büyücü gibi görünen yaşlı bir kadın da, kızın saçlarını taramaktaydı; sokakların darlığı yüzünden birbirine sokulmuş, sessiz ve yoksul evlerin her biri, yan yana dizilmiş yüz Hollanda resminden bir sergiydi sanki. Bu dip dibe sıkışmış, dar sokaklar, Venedik’in bir kanalla lagün arasındaki dilimini her yönde çiziyordu; sanki bu dilim, bütün o incecik, ayrıntılı şekillere uygun olarak billurlaşmıştı. Birdenbire dar sokaklardan birinin sonunda, billurlaşmış maddede bir gerilme oldu adeta. Bu dar sokaklar ağında, görkemi ve iriliğiyle beni şaşırtan, büyüleyici saraylarla çevrili, mehtapta solgun, geniş ve şatafatlı bir meydan uzanıyordu karşımda. Başka şehirlerde, bu tür mimari düzenlemeler, sokakların açıldığı, işaret ettiği bizi yönlendirdiği yerlerdir. Oysa burada, mahsus dar sokakların arasına saklanmış gibiydi; Doğu masallarında, kahramanın gece götürüldüğü ve gün doğmadan tekrar evine bırakıldığı için, bir daha asla bulamadığı, sonunda sadece rüyasında gittiğine hükmettiği büyülü sarayları hatırlatıyordu. Ertesi gün, o güzel gece meydanını aramak üzere yola düşüyor, hepsi birbirine benzeyen, bana en ufak bir bilgi vermeyip, aksine yolumu daha da şaşırtan dar sokaklardan geçiyordum. Bazen, tanır gibi olduğum belli belirsiz bir işaret yüzünden, sürgündeki güzel meydanın, bütün hapsolmuşluğu, yalnızlığı ve sessizliğiyle, karşıma çıkıvereceğini zannediyordum. Tam o esnada, fesat bir cin, başka bir dar sokak kılığına girerek beni kandırıp ters yönde yürütüyor, birden kendimi büyük kanalda buluyordum. Rüyaların hatırasıyla gerçeklerin hatırası arasında pek fazla fark bulunmadığı için de, acaba Venedik billurlaşmasının karanlık bir parçasında oluşan, mehtabı hülyalı bakışlarına romantik saraylarla çevrelenmiş dev bir meydan sunan o garip dalgalanma, ben uyurken mi meydana gelmişti diye düşünmeye başlıyordum sonunda.”

Albertine Kayıp, 236-238

 

Notlar

Proust, Marcel, Kayıp Zamanın İzinde, Albertine Kayıp, Çeviren: Roza Hakmen, 5. Baskı, YKY,İst., 2010.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.