Büyük Gerileme (1): Neoliberalizm ve Kökenleri

Bu yazı son zamanlarda “büyük gerileme” olarak nitelenen neoliberalizm hakkında yazdığım üç bölümlük bir serinin ilkini oluşturuyor ve neoliberalizmin kökenlerine inmeyi amaçlıyor. İkinci bölümde neoliberalizmin yükselişini, üçüncü ve son bölümde ise popülizmi ele alacağım.

Wolfgang Streeck Neoliberal Kapitalizm İçin Sonun Başlangıcı: Bastırılanların Geri Dönüşü başlıklı makalesinde şu saptamayı yapıyor: “Neolibralizm küreselleşmeyle birlikte veya küreselleşme neoliberalizmle birlikte geldi; Büyük Gerileme başladı” (2017: 13). Streeck, bu kez başka bir eserinde kapitalist ekonomilerin politik ekonomisindeki çağ dönüşümünü 1970’ler olarak belirliyor ve o sırada başlamış olan şeyi “neoliberal devrim” olarak niteliyor (2016: 13). Ama bu “devrim”i standart ekonominin ebedi yasalarının bir dışavurumu olarak somutlaştırmak yerine bir bölüşüm çatışması olarak ele alıyor. Güzel.

Neoliberalizmin Kökenleri ve Kısa Bir Ön Eleştirisi

“Ebette bu akım otuz küsur yıl önce keşfedilmedi”(Boratav, 2015: 164). Korkut Boratav, neoliberalizmin kökenlerini tartıştığı ve benim oldukça yararlandığım 2014 tarihli bir yazısında neoliberalizmin öncülerini doğal olarak klasik ve noeklasik iktisat okullarında buluyor. Boratav’a göre “Klasik politik iktisat herkesin bildiği gibi liberalizmi savunur; ancak bu yaklaşımı gerçek dünyayı açıklamayı hedefleyen (yani bilimsel) bir uğraşın bulgularına bağlayarak… Ricardo’nun ‘serbest dış ticaretin ülkeler arası refahı azamileştireceği’ önermesi, tahıl ithalatının serbestleştirilmesinin bölüşüm yansımaları belirlendikten sonra ve bu bulguya dayanılarak inşa edilmiştir. Liberalizm bayrağını klasik iktisatçılardan devralan neoklasik doktrin ise Ricardo’nun serbest dış ticaret politikası önermesini içselleştirir; ancak daha ileri gider ve tam rekabetin optimum kaynak tahsisi sağlayacağı iddiasına ulaşır” (2015: 165). Bilmez ki, Thorstein Veblen’in işaret ettiği gibi, “’iktisadın evrimci bir bilim olmaktaki başarısızlığının sebebi, dayandığı paradigmadaki optimizasyon çerçevesinin, özünde evrimci değişim sürecine karşı olmasıdır’. Ekonominin fayda azamileştiren bireylerin kararlarının sonucu olarak algılanması gerektiği yolundaki neoklasik inanç her şeyden önce bu sebepten reddedilmelidir” (Keen, 2014: 06).

 

sencer_divitcioglu1

Sencer Divitçioğlu

 

Neoklasik teoriye bir diğer kapsamlı eleştiri ise şudur: “Neo-klasik teori başlıca üç yönden kusurludur. İlk olarak, neo-klasik analizin benimsediği maximisation konutu, yani karar birimlerinin maximisation davranışları ‘kim ne isterse onu yapmaktadır’ demekten başka bir şey değildir… (Bu ilke) tanındıktan sonra, marjinal analiz sadece matematik bir gösteri olmaktadır… İkinci olarak, neo-klasik öğreti, Cournot’dan beri sürüpgelen eksik rekabet tartışmalarını daima görmezden gelmiştir. Bu okula mensup iktisatçılar, içinde yaşadıkları ortamın mikroanalizini yaparken, hipotez olarak tam rekabet şartlarının gerçekleştiği bir piyasa kabul etmişler(dir)…Fakat kabul edilen tam rekabet hipotezi, bilimsel bir yöntem olarak iktisadi olayları açıklamaktan çok, özlemi çekilen siyasi-iktisadi sistemin doğrulanmasında bir çeşit desideratum (arzu edilen şey) olmuştur. Son olarak Neo-klasik Okul’un kullandığı marjinal analiz, günlük pratik meseleleri ancak marjda halletmektedir. Kaynakların ‘dolu’ olduğu bir ekonomide, gerek tüketim, gerekse üretim kesimlerindeki marjinal ayarlamalar sistemi belirli bir optimuma doğru götürmektedir. Oysa özellikle az-gelişmiş ülkelerde kaynaklar henüz ‘dolu’ olmadığından mesele kaynakların dağılımının marjda halledilmesinden çok bu kaynakların yaratılmasıdır…” (Divitçioğlu, 1974: V).

Boratav’la devam edersem, tam rekabet farklı bir anlam içerse de giderek “serbest piyasa” olarak anlaşılır ve klasik politik iktisadın temel sorunsalı olan sınıflar arası bölüşüm “faktör fiyatları” kavramına indirgenir;  fiyat teorisinin içine sıkıştırılarak ayrı bir inceleme alanı olmaktan çıkarılır. Yirminci yüzyılın başlarında iktisat düşüncesine hâkim olan liberal doktrin “neoklasik” yaftası altında ve böylece oluşur. Bu “eski” akım ile bugünkü neoliberalizm arasında kesintisiz bir geçiş yoktur. Kopukluğun sebebi araya Keynes düşüncesinin girmesidir. Keynes makroiktisat alanında açıklayıcı (bilimsel) yönteme dönmüş, kapitalizmin sürekli işsizlik barındırabilecek özellikler taşıdığını göstererek neoklasik genel denge önermelerinin geçersizliğini tıpkı Ricardo gibi bilimsel olarak ispatlamıştır (2015: 166).

 

korkut-boratav_1732

Korkut Boratav

 

Gerek Boratav gerekse Steeck’in de ifade ettikleri gibi neoliberal saldırının başladığı yirminci yüzyılın son çeyreğinde, yani 1970’lerin ortalarında, neoklasik okulun yerleşik iktisat öğretisine ve politikalarına egemen olduğu kırk yıl öncesine göre (1930’lar) çok farklı bir kapitalist ortam oluşmuştu. Eski öğretinin bu yeni yapının kurumlarını hedefleyecek biçimde revizyonu gerekiyordu. Bekleneceği gibi bu revizyon neokasik okulun sağ kanadından geldi (Boratav, 2015: 166-167). Boratav’a göre neoklasiklerin ana gövdesini oluşturan sağ kanat, “Keynes Devrimi”ni hayata geçiren makroekonomik politikalara uyum sağlamakta fazla zorlanmamıştı. Belki de bunu nedeni, David Harvey’in aktardığı gibi, “Keynesçi” maliye ve para politikalarının sermaye ile emek arasında bir “sınıf uzlaşması”nın garantörü olması, bu nedenle de bu politik-ekonomik örgütlenme biçimine artık genellikle “gömülü liberalizm” (embedded liberalism) denmesiydi (Harvey, 2015: 19).

Neoliberalizmin kökenlerini incelemeye devam edersek, kendimizi, Nisan 1947 yılında, İsviçre’de Friedrich von Hayek’in girişimiyle kurulan ve aralarında Ludvig von Mises, Frank Knight, Chicago Okulu’nun kurucusu iktisatçı Milton Friedman, aynı okuldan George Stigler, Avusturya Okulu’ndan Fritz Machlup, planlama karşıtı İngiliz iktisatçı John Jewkes, New York Times’da Hayek’in The Road to Serfdom’unu (Türkçe’ye Kölelik Yolu olarak çevrilmiştir) övgü dolu sözlerle tanıtan Henry Hazlitt, İngiliz iç savaş tarihçisi Veronica Wedgwood, Alman para birimini reformdan geçirecek olan Cenevreli Wilhelm Röpje, yine Cenevre’deki Ecole des Hautes Etudes yöneticisi William Rappard ve ünlü filozof Karl Popper’in de yer aldığı, Cenevre Gölü’ne yukarıdan bakan Mont Pélerin’in tepesine kurulmuş Hotel du Parc’da buluruz. İsmini Mont Pélerin’den alan derneğin kuruluş bildirgesi, özgürlük, rekabete dayalı piyasa ekonomisi ve özel mülkiyete methiyeden geçilmez. Kesinlikle karşı oldukları şey ise, planlama ve devlet müdahalesidir (Harvey, 2015: 28;  Boratav, 2015: 169 ve Wapshott, 2017: 184-186). İlginç olan Fransızca pélerin sözünün hacı/seyyah (pilgrim) anlamına geldiğinin de kimsenin dikkatinden kaçmamış olmasıdır. Toplantı İsviçreli saat üreticilerinden Albert Hunold ile Amerika’daki serbest piyasacı, liberter William Volcker Bağış Fonu tarafından finanse edilmiştir (Wapshott, 2017: 184). Wapshott ilk ve daha sonraki toplantıları eserinde uzun uzun anlatmaktadır (2017).

Biraz sonra inceleyeceğimiz ve genellikle Altın Çağ olarak nitelenen İkinci Dünya Savaşı sonrası ile 1970’lerin ortalarına kadar geçen sürede olan bitene geçmeden önce, 1947 yılında başlayan ve yıllarca süren bir dizi toplantıdan sonra varılan noktaya değinmeden edemeyeceğim. Evet, ilk neoliberal devlet oluşturma deneyimi 1973 yılında Şili’de demokratik yolla iktidara gelen sosyalist Salvador Allende’ye karşı ABD destekli Pinochet darbesiyle gerçekleştirildi ve faşist diktatörün iktisat danışmanı da Chicago Okulu’nun kurucusu Milton Friedman’dı. Amaç, tabi ki Şili’ye sözde özgürlük getirmek amacıyla doğal zenginliklerine el koymaktı. Bundan tam otuz yıl sonra, yani 2003 Eylül’ünde de Irak’ı işgal eden ABD’nin bu ülkedeki Geçici Koalisyon Yönetimi’nin başkanı Paul Bremer, kamu teşebbüslerinin tamamını özelleştirip yabancı şirketlere tam mülkiyet hakkı vererek hemen hemen tüm ticari engelleri kaldırdı ve yabancı şirketlerin kârlarının yurt dışına eksiksiz transferini sağladıktan sonra yepyeni bir neoliberal devlet kurdu (Harvey, 2015: 14-15). Bu arada Türkiye’de neoliberal iktisat politikalarının yürürlüğe konduğu 24 Ocak 1980 kararlarının hemen ardından, bu kararları daha rahat uygulayabilmek için  12 Eylül 1980’de askeri darbe yapıldığını unutmayalım.

 

Keynes

John Maynard Keynes

 

Altın Çağ, Keynes Çağı ya da Büyük İktisadi Genişleme

Nicolai D. Kondratieff’in yükselen ya da genişleyen dalgasına denk gelen çağ,  yani 1941-1973 dönemi; Hobsbawm’a göre, 1945/47 – 1970/73; Amin’e göre, 1968 – 1975 arası kriz dönemi olmak üzere 1945 -1975; Wapshott’a göre, 1946 -1980 (Keynes Çağı ve Amerika’nın otuz yıllık emsalsiz refahı);  Boratav’a göre: 1950 – 1975; Streeck’e göre: 1945 – 1975; Mandel’e göre 1966 – 74 arası kriz dönemi olmak üzere 1940/48 – 1974;  Wallerstein’e göre de 1967 – 73 arası yine kriz dönemi olmak üzere 1945 – 1973;  J. Galbraith’e göre 1945 – 1970 ve McCormic’e göre 1950-1973 ( Kore Savaşı ile başlayan ve Vietnam Savaşı’nı sonuçlandıran Paris Anlaşması’yla sona eren) dönemleri, genellikle, kapitalizmin genişlediği ve ekonomilerin büyüdüğü Altın Çağ olarak anılmaktadır (Freeman ve Francisco, 2013;  Hobsbawm, 1996; Amin, 2014; Wapshott, 2017; Boratav, 2015; Streeck, 2016; Mandel, 2008; Wallerstein, 1998; J. Galbraith, 2014; Akt: Arrighi, 2000) .

Dördüncü Kondratieff Dalgası’na denk gelen 1941-1973 yükselen döneminde taşımacılık sivil ekonomi ve savaş motorlaşmıştır. Ekonominin öncü dalları otomobiller, kamyonlar, traktörler, tanklar, dizel motorlar, uçaklar ve rafinerilerdir. Temel girdiler petrol, gaz, sentetik malzemeler olup taşımacılık ve iletişimin altyapısı radyo, otoyollar, havaalanları ve hava yoları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekonomiye örgütsel olarak kitle üretimi ve tüketimi, yani Fordizm hâkimdir (Freeman ve Francisco, 2013: 177).

Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl’ da, kısa 20. yüzyılı 19. yüzyıl uygarlığının çöküşünü belirleyen Birinci Dünya Savaşı (1914) ile başlatmakta ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü (1991) ile sona erdirmektedir. Kısa 20. yüzyılın 1914-1945 yıllarını kapsayan ilk dönemi “Felaket Çağı”, 1945/47 – 1970/73 yıllarını kapsayan ikinci dönemi ise “Altın Çağ” olarak isimlendirilmektedir. Felaket Çağı’na krizler ve savaşlar, Altın Çağ’a ise o güne dek görülmemiş ekonomik büyüme hâkim olmuş ve 1960’lardan itibaren ulus ötesi ekonomi kavramı yerleşmeye başlamıştır. Kitlesel üretim anlamına gelen Fordist üretim biçimi de Altın Çağ’ın bir tezahürüdür.

Dikkat edilirse, Altın Çağ 1970/73 yıllarında bitmektedir. Bu yıllar aynı zamanda, kültürel, ekonomik ve politik faaliyetlerde köklü bir değişimin yaşandığı yıllardır ve daha sonra postmodern dönemin başlangıcı sayılacaktır. Örneğin esnek üretim biçimi anlamına gelen post-Fordizm terimi 1980’lerde ortaya çıkacaktır.

Tekrar Altın Çağ’a dönersek, Troçkist eğilimli Marxist iktisatçı Ernest Mandel’e göre, 1940/45 – 1966 döneminde faşizm ve İkinci Dünya Savaşı nedeniyle işçi sınıfın zayıflaması kâr oranlarında büyük bir yükselişe izin vermiş, bu da sermaye birikimini desteklemiştir. Önce silah sanayiine yapılan yatırımlar, ardından da üçüncü teknolojik devrimin verdiği imkânlar, sabit sermayeyi önemli ölçüde ucuzlatmış ve böylece kâr oranları bu kez uzun vadeli bir yükselişe geçmiştir. Dönemin sonlarına doğru ise, dünya pazarı, kapitalist olmayan bölgelerin (Doğu Avrupa, Çin, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Küba) genişlemesiyle, daralmıştır. Sonra, emperyalist ülkeler arasındaki uluslararası işbölümünün yoğunlaşmasıyla birlikte bir genişleme baş göstermiş, fakat 1967’den itibaren, özellikle yedek sanayi ordusunun yavaşça emilmesi artan otomasyona rağmen artan artı değer oranında bir blok görevi görmüş ve kâr oranları tekrar düşmeye başlamıştır (Mandel, 2008: 181).

 

Ernest Mandel

Ernest Mandel

 

Altın Çağ’ı 1950 – 1975 dönemine alan Korkut Boratav’a göre, bu çağın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlaması tesadüf değildir. Emekçiler savaşlardan düzen değişikli özlemiyle dönerler. Burada 1917 Ekim Devrimi ile sosyalist sistemin yaygınlaşmasının da rolü vardır. Bu dönemde Keynes’in ekonomik görüşleri etkili olmuştur. Tam istihdam hedefi ana hareket noktasıdır ve bu Batı’da refah devleti, Türkiye’de ise sosyal devlet düzenlemelerini geliştirmiştir. Bu dönem Batı kapitalizminin hızlı büyüme dönemidir. Dönem boyunca ücretler emek verimini yakından izlemiş, özel tüketim armış, sendikalaşma oranlarında tarihi rekorlar kırılmıştır. Adını, 1944 yılında ABD’deki, New Hampshire, Bretton Woods’tan alan Bretton Woods Anlaşması ile doların altına sabitlenmiş olması döviz dalgalanmalarına imkân tanımıyordu. Yüksek gümrük tarifeleri ve ithal kotalarına dayalı korumacı dış ticaret sermaye hareketlerini sınırlıyor, savrulmaları önlüyordu. Borçlanma ucuzdu. Özetle “uluslararası Keynesçilik” hem gelişmiş merkez ülkelerdeki alacaklıların, hem de az gelişmiş çevre ülkelerdeki borçluların çıkarlarını koruyordu (Boratav, 2015: 180-183).

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1920’lerin başında Britanya’nın peşini bırakmayan yüksek işsizlik oranları Keynes’in zihnini meşgul etmeye başlamıştı. İşgücünün %11’i işsizdi. Bu nedenle, Alfred Marshall’dan öğrendiği, zamanla ekonominin tam istihdamda dengeye ulaşacağı varsayımını sorgulamaya başladı ve işsizlik rakamları arttıkça, hükümetin devlet tahvilleri ihraç ederek faiz oranlarını düşürmesini gerektiğini yüksek sesle söyler oldu. Devletin yol inşası gibi kamu projeleri için doğrudan işçi istihdam etmeye mecbur olduğuna ikna olmuştu (Wapshott, 2017: 38-39). Keynes Nisan 1924’te The Nation’da yayınlanan yazısında şunları söyleyecekti: “Yurtiçi yatırımları nasıl canlandıracağımızı düşündüğümüzde, hepimiz benim sapkınlığıma düşmektesiniz; şayet bu sapkınlıksa. Devleti dahil etmekte, laissez-fair ekonomisini terk etmekteyim… Bu yaklaşım kamuyu örselerken, özel girişimleri denetimsiz ve tek başına bırakmıştır. Özel girişimler artık denetimden muaf değildir. Çeşitli şekillerde denetlenmekte ve tehdit edilmektedir… Özel işletmeler denetim dışı kalmayacaksa, onları desteksiz bırakamayız” (Akt: Wapshott, 2017: 41).

Keynes Amerika’yı Fethediyor!

Keynesçi Devrim’in ABD’deki başarısı Genel Teori’nin 1936’da yayınlanmasından sonra sağlamlaşmış görünüyordu. Başkan Roosevelt Keynes’i Beyaz Saray’da hoş karşılamıştı. 1929 Büyük Buhranı’ndan sonra 1932’de başlatılan New Deal yürürlükteydi. 1937 baharında İşsizlik düşmüş, toparlanma başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı’ının arifesindeydik. Savaşla birlikte ABD’de 1940 yılında 2,2 milyar dolar olan savunma harcamaları 1941’de 13,7 miyar dolara çıkmıştı. Keynes 1939’da “Silahlanmaya yapılan harcamalar gerçekten de işsizliğe çare oluyorsa, büyük bir deney başlamıştır” diyordu. Gerçekten de Amerikan ekonomisine pompalanan kamu gelirlerinin çarpan etkisi, GSMH’nın yaklaşık 25 milyar dolar artmasına neden olmuştu. Bu artışın yarıya yakını savunma harcamalarından geliyordu. John Kenneth Galbraith, “Savaş Keynesçi kuramlar, Keynesçi öğretiler ve Keynesçi tavsiyeler için haklı bir sebep olmuştu” diyecekti (Wapshott, 2017: 165-166).

Geçerken söylemek gerekirse, Keynes’in iktisat bilimine yaptığı önemli katkılardan bazıları “mikroekonomi”, “makroekonomi” ve “ekonometri” gibi dallar olmuştu.

Keynes 1946’da öldüğünde artık kahramandı. Savaşın harap ettiği Avrupa Keynesçilik için bir laboratuvar olmuştu. ABD’de vergiler Marshall Planı doğrultusunda yoksullar için kullanılmaya başlanmıştı. Kuşkusuz bu planın siyasi ve ideolojik sonuçları da olacaktı. 1946’da Keynesçiliğin baş vaizi olan John Kenneth Galbraith işgal edilen ülkelerdeki ekonomik politikaları belirlemek adına Dış İşleri Bakanlığı danışman oldu. New Deal iktisatçısı Leon H. Kayserling’in 1944 tarihli “Amerika’nın Ekonomik Hedefi” makalesi üzerine temellenen Tam İstihdam Kanunu Keynes 101 dersi niteliğindeydi. O kadar öyle ki, tam istihdam adeta BM Hakları Bildirgesi gibi temel bir inşan hakkı sayılmıştı. MIT’ten Paul Samuelson’un 1948’de yazdığı Economics: An Introductory Analysis kitabı Keynesçiliğin İncili gibiydi ve sonraki altmış yıl boyunca kırkı aşkın dilde 40 milyon kopya sattı. Böylelikle Keynesçilik kapitalist dünyanın yeni ortodoksisi haline gelmiş oluyordu (Wapshott, 2017: 197-201).

Başkan Eisenhower’in vergi gelirleriyle yaptığı harcamalar, barış dönemlerinde ülkeyi yönetmiş olan başkanlarla kıyaslanacak gibi değildi. 1956’da inşası başlayan eyaletler arası otoyol ağı (Keynesçi altyapı projelerinin en iyi örneği) “Ulusal Savunma Otoyolu” olarak tasarıya sunulmuş ve muhafazakârlara, askeri bir olağanüstü durumda malları taşımanın aracı olarak yedirilmişti. SSCB’in 1957’de Sputnik’i uzaya yollaması savunma harcamalarını kışkırtan diğer bir unsurdu. NASA’nın yıllık bütçesi 18,7 milyar gibi astronomik boyutlara ulaşmıştı. Ayrıca ek 20 milyar dolar da Pentagon’un uydu ve roketlerine harcanıyordu. Kısaca 1950’ler deyince asıl akılda kalan şey Amerika’nın geneline yayılan sınırsız refahtı. Yeni inşa edilen evler buzdolabı ve çamaşır ile bulaşık makineleriyle, sokaklar da otomobillerle doluyordu. Uzun ve şahane 1960’larda da eşi benzeri görülmemiş bir zenginlik dönemi olmuş, renkli televizyon, ikinci araba ve uçak yolculukları yaygınlaşmıştı (Wapshott, 2017: 202-208). Nitekim Immanuel Wallerstein 1945-1970 dönemini Amerika’nın hegemonik bir güç olarak en kuvvetli olduğu dönem olarak niteler (Wallerstein, 2014: 99). Ancak, 1970’lerde her şey değişecekti.

 

Wolfgang-Streeck-director-of-the-Max-Planck-Institute

Wolfgang Streeck

Ara Sonuç

Kapitalizmi krizler dizisi olarak tanılayan Wolfgang Streeck’e göre 1945 – 1975 dönemini kapsayan 30 yıllık (altın otuz yıl / trente glorieuses) genişleme dönemi, “altın çağ / Golden Age” dir ve ekonomik bir mucize olarak istisna teşkil etmektedir. Şöyle yazar: “İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki bu otuz yılın, kapitalist piyasa ekonomisinin klasik liberalizmdeki gibi doğal bir durum olarak değil, aksine 1930’lar boyunca hayal kırıklığına uğramış politik seçkinlerin ya da İkinci Dünya Savaşı’nın devlet merkezli savaş ekonomisinde yetişmiş teknokrat seçkinlerin sıkı kontrolü altında olduğu sürece var olma hakkına sahip politik bir inşa olarak görüldüğü dönem…” (Streeck, 2016: 13). Çünkü “Kapitalizm, doğal bir durum olmadığı için ancak her ne türden olursa olsun bir mütekabiliyet temel üzerinde var olabilir; bu olmadığında, bazı insanların niye başka türden insanlar zenginleşsin diye haftada kırk saatten fazla emek sarf etmesi gerektiği sorusu kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Kapitalizmdeki adalet ve bölüşüm sorunları sorumsuzca davranan politik baş belalarının buluşu değildir; aksine bu sorunlar kapitalizmin doğasında mevcuttur. Yüksek ekonomik büyüme oranı, sermaye sahiplerinin kolektif olarak çalışılarak yaratılmış artışın bir bölümünü sermaye sahibi olmayanlara aktarmasını kolaylaştırdığı sürece bu sorunlar bir ölçüde yönetilebilir. Bununla beraber, yeniden inşa döneminin (1945-1975) bitişiyle beraber 1970’lerde olduğu gibi ekonomik büyüme düşüşe geçtiğinde bölüşüm çatışması da zirve yapar ve siyaseti sosyal barışı sağlaması da aynı oranda zorlaşır” (Streeck; 2016: 17).

Streeck’ göre, Atın Çağ’da, kapitalist ekonominin, harcamaları arttıran Keynesçi aletler ve planlama gibi teknokratik yöntemler yardımıyla, devleteler ve şirketler arasında düzenli bir işbirliği içerisinde dengeli ve krizlerden uzak bir şekilde işletilebilecek bir refah makinesine dönüşmüş olduğu düşüncesi hâkimdi (Streeck; 2016: 56). Ama savaş sonrası koşullarda ortaya çıkan ve kapitalizmin yenilenmiş bir yapıyla sürdürülmesi için gerekli anlaşma zeminine dair toplumsal sözleşme ya da demokratik kapitalizmin politik – ekonomik  “savaş sonrası” uzlaşması 1970’lerde çökmeye başladı.

* * *

Bir sonraki yazım 1970’leden günümüze kadar yaşanan ekonomik gelişmelerin, diğer bir deyişe neoliberalizmin yükselişinin irdelenmesini kapsayacak.

 

Kaynakça

Amin, Samir (2014). Liberal Virüs, çev. Fikret Başkaya, İstanbul: Yordam Kitap.

Arrighi, Giovannı (2000). Uzun Yirminci Yüzyıl, çev. Recep Boztemur, Ankara: İmge Kitabevi.

Boratav, Korkut (2015). Dünyadan Türkiye’ye, İktisattan Siyasete, İstanbul: Yordam Kitap.

Divitçoğlu, Sencer (1974). Mikroiktisat, İstanbul: İ.Ü. İktisat Fakültesi Yayınları.

Freeman, Chris ve Francisco, Louça (2013). Zaman Akıp Giderken: Sanayi Devriminden Bilgi Devrimine, çev. Osman S. Binatlı, İstanbul: İthaki Yayınları.

Galbraith, K. James (2014). The End of Normal: The Great Crisis an the Future of Growth, New York: Simon & Schuster.

Geiselberger, Heinrich, Haz. (2017). Büyük Gerileme, çev. M. Şahin, A. Biçen, A. N. Bingöl, O. Kılıç, İstanbul: Metis Yayınları.

Harvey, David (2015). Neoliberalizmin Kısa Tarihi, çev. Aylin Önocak, İstanbul: Sel Yayınları.

Hobsbawm, Eric (1996). Kısa 20. Yüzyıl (1914-19919: Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Sarmal Yayınevi.

Keen, Steve (2014). Mim Savaşları: Neoklasik İktisadın Yaratıcı İmhası İçinde, çev. Y. Atılgan, M. Erol, Y. Göktürk, İstanbul: Metis Yayınları.

Mandel, Ernest (2008). Geç Kapitalizm, çev. Candan Badem, İstanbul: Versus Kitap.

Streeck, Wolfgang (2016). Satın Alınan Zaman, çev. Kerem Kabadayı, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.

Wallerstein, Immanuel (1998). Liberalizmden Sonra, çev. Erol Öz,  İstanbul:  Metis Yayınları.

Wallerstein, Immanuel ve Hopkins, K. Terence, Haz. ( 2000). Geçiş Çağı, çev. N. Ersoy, E. Abadoğlu, O. Akalın, Y. Kaya, İstanbul: Avesta Yayınları.

Wallerstein, I., Randall, C. ve Dğerleri (2014). Kapitalizmin Geleceği Var mı? çev. Bülent O.Doğan, İstanbul: Metis Yayınları.

Wapshott, Nicholas ( 2017). Keynes Hayek: Modern Ekonomiyi Tanımlayan Çatışma, çev. Akın Emre Pilgir, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.