Büyük Gerileme (2): Neoliberalizmin Yükselişi

Eric Hobsbawm’a göre 1945/47-1970/73 döneminin ekonomik anlamda olağanüstü bir gelişmeye sahne olması, ancak 1970’li ve 1980’li yıllarda anlaşılmış ve bu dönemi en iyi betimleyecek ismin Fransızca les trente glorieuses “otuz muhteşem yıl” ya da Anglo-Amerikalıların ifadesiyle çeyrek yüzyıllık Altın Çağ olabileceğine karar verilmişti (Hobsbawm, 1996: 299-300). Hobsbawm’a göre bu dönem, uygulanan ekonomi politikaları bağlamında ekonomik liberalizm ile sosyal demokrasi (ya da Amerikan terimiyle Rooseveltçi New Deal politikasının) arasında, ekonomik planlama fikrinin öncüsü olan SSCB’den ödünç alınan bazı kalıcı unsurlarla gerçekleştirilen bir tür evlilikti. Ancak, işte tam da bu nedenle teolojik serbest piyasacılar 1970’ler ve 1980’lerde bu evliliği temel alan politikaların artık ekonomik bir başarıyla korunmadığı bir sırada saldırıya geçtiler. Öncüleri Friedrich von Hayek gibi laissez-faire’ci olup “Serbest Piyasa=Kişisel Özgürlük” denklemine inançları tamdı. Gerçi, bu müminler Altın Çağ döneminde de saldırılarından vazgeçmemişlerdi, ama işler yolunda gittiği için dinleyen olmamıştı (Hobsbawm, 1996: 314-315).

 

Eric_Hobsbawn

Eric Hobsbawm

 

Kriz Geliyorum Diyor: Geç 1960’lar, Erken 1970’ler

Ernest Mandel Geç Kapitalizm’de şunları yazıyordu: “… En önemli tekelci sermaye grupları ve emperyalist hükümetler, 1929 – 32’de yaşanan türden kataklizmik (Yunanca sel, tufan, bora gibi) ekonomik bunalımları yenmek ya da önlemek için bir araç olarak birbiri ardına daimi kurumsallaşmış enflasyonu seçtiler. Burjuva siyasal iktisadında Keynes’in başlattığı ‘devrim’ önceliklerdeki bu değişimin bilinçli bir ifadesi idi” (Mandel, 2008: 551). Mandel bu görüşünü Keynes’in 1933 tarihli The Means to Preosperity’sinden yaptığı şu alıntıyla pekiştiriyordu: “Dünya fiyatlarını arttırmanın tüm dünyada borç harcamasını arttırmaktan başka hiçbir etkin yolu yoktur… Böylece ilk adım kamu otoritesinin inisiyitafinde atılmalıdır ve kısır döngüyü kırmak ve ilerleyen bozulmayı durdurmak için yeterli olacaksa muhtemelen büyük bir ölçüde ve kararlılıkla örgütlenmiş olmalıdır…. Şimdiye kadarki argümanları izlemiş olan bazı şüpheciler savaştan başka hiçbir şeyin büyük bir resesyonu sonuca vardıramayacağını düşünüyorlar. Çünkü şimdiye dek savaş hükümetin büyük ölçekli borç harcamasının tek maddesi oldu… Umarım hükümetimiz bu ülkenin barışın görevlerinde bile enerjik olabileceğini gösterecektir” (Akt: Mandel, 2008: 551).

Daimi enflasyon teknik olarak 19.uncu yüzyılın sonlarından itibaren banka parasının genişlemesiyle görülmeye başlamıştı. Cari hesaplardaki mevcutlardan daha fazla para çekme pratiği yaygınlaşmaya başlayınca, bankalar tarafından kredi verilmesi metaların fiili dolaşımından daha özgür hale gelmiş, şirketlerin cari hesaplarındaki mevcutlarından daha fazlasını çekme yoluyla ise banka parasıyla üretim için kredi alma imkânları doğmuştu. Ne var ki, “Keynes devrimi” yle para yaratmanın içeriği de değişmiş, banka parası ya da mevduatlar ve banka cari hesapları üzerinden yapılan fazla çekişler enflasyonun kaynağı olmuştu. Artık kapitalist şirketlere üretim, hanelere ise her şeyden önce dayanıklı tüketim malı ve otomobil almaları için tüketici kredisi veriliyordu. Örneğin, ABD’de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1974 yılına kadar olan sürede özel borçların GSMH’ya oranları şöyleydi: 1946: %73,6; 1950: %97,2; 1955: %98,5; 1960: %112,4; 1965: %127,1; 1969: %133;8; 1973: %131,2; 1974: %140,0. Buna karşılık kamu borçlarının GSMH’ya oranları 1946’da % 129,4 iken düzenli bir biçimde azalmış ve 1974’te %50’ye düşmüştü (Mandel, 2008; 551-554). John K. Galbraith daha 1958’de şöyle diyordu: “Mevcut tutumlar ve hedefler bizi ekonomiyi enflasyonun anormal değil normal bir olasılık olarak görülmesi gerekecek bir kapasitede çalıştırmaya zorluyor” (Akt: Mandel, 2008: 555).

Mandel şöyle devam eder: “Şayet daimi enflasyonun yarattığı tüketim araçlarının ‘satılamayan kalıntısı’ndaki (üretilmiş olması zorunlu değildir, aşırı, fazla kapasite biçimini de alabilir) genişleme birikim oranını tehdit ederse, tüketici kredilerinde bir genişleme olabilir, yani tüketici metaları, üretim sürecinde yaratılmış gerçek gelir yerine giderek daha da çok kredi parası ile mübadele edilebilir. Serbest rekabetçi kapitalizm ve ‘klasik’ emperyalizm çağlarında çok seyrek kullanılmış olan bu teknik İkinci Dünya Savaşı’ndan beri önce ABD’de fakat aynı zamanda öteli emperyalist ülkelerde çok yaygın biçimde kullanılmıştır” (Mandel, 2008: 594). Sonuç vahimdir. Hanelerin toplam özel borçlarının, hanelerin kullanılabilir gelirlerine oranı şöyle hesaplanmıştır: 1946: %19,6; 1955: %46,1; 1969: %61,8; 1973: %71,8; 1974: %93. Yani 1974 yılında bir Amerikalı, gelirinin neredeyse tamamını borca yatırmaktadır. Altın Çağ’ın adaleti bu olsa gerek; hep gelecekten yemiş. Doğal olarak, bu ülkede enflasyon 1960-65 döneminde %1,3 iken, 1970’te %5,9; 1974’te de % 11,6 olmuştur. Diğer gelişmiş ülkelerden Almanya hariç, Japonya, İngiltere, Fransa ve İtalya’da durum daha da vahimdir. (Mandel, 2008: 599).

 

David-Harvey-940x500

David Harvey

David Harvey’e göre, 1960’ların sonuna doğru gömülü liberalizm hem uluslararası alanda hem de ülke ekonomilerinde çözülmeye başlamış, ciddi sermaye birikimi krizinin işaretleri ortaya çıkmıştı. İşsizlik ve enflasyon her yerde patlıyor, küresel bir ‘stagflasyon’ (enflasyon içinde durgunluk) evresinin haberini veriyordu. 1970’lerin sonuna kadar süren bu evrede, örneğin 1975-76’da Britanya’nın IMF tarafından kurtarılması gerekmişti. Keynesçi politikalar işlemiyor, altın rezerviyle desteklenen Bretton Woods sabit kur sistemi, 1973’teki OPEC petrol ambargosu ve Arap – İsrail Savaşı’na gelmeden, 1971’de dağılıyordu. Böylece kurun dalgalanmasına izin verilmiş oldu. 1945’ten sonra en azından gelişmiş kapitalist ülkelerde yüksek büyüme oranlarını getiren gömülü liberalizm çökmüştü. Krizin üstesinden gelmek için alternatif gerekiyordu (Harvey, 2015a: 20).

Wolfgang Streeck’e göre ise demokratik ya da geç kapitalizm rejimi çözülmüştü ve yıkılıyordu. Geriye dönüp bakınca o zamanlar alternatif olarak ortaya çıkan, 40 yıldan uzun bir süre boyunca zaman satın almak hamlesiydi. İngilizce Buying time’ın bire bir tercümesi olan zaman satın almak, gerçekleşmesi an meselesi olan bir olayı engelleyebilmek için geciktirmektir. Bunun için para sarf etmek şart değildir, ama bu vakada çok yüksek meblağlar ödenmiştir. İstikrarı bozma potansiyeline sahip toplumsal çatışmaların yatıştırılması için önce enflasyon aracılığıyla,  ardından devlet borcuyla, onun ardından da özel borç piyasalarının genişlemesiyle ve nihayet günümüzde devlet ve banka borçlarının merkez bankaları üzerinden satın alınmasıyla gerçekleştirilen bu süreç finansallaşmayla yakından ilgilidir (Streeck, 2015: 42-43).

Korkut Boratav, Altın Çağ’ın 1980’li yıllara yaklaşırken tıkanma nedenini Britanya’da Margaret Thatcher’in, ABD’de ise Ronald Reagan’ın iktidara gelmeleriyle açıklarken şu önemli noktalara de işaret etmektedir: Batı ekonomilerinde ortalama emek ve sermaye verimliliği yavaşlamış, emek rezervlerinin tükendiği koşullarda yatırım oranlarını yukarı çekerek büyüme hızını sürdürmenin sınırlarına ulaşılmıştır. Buna karşılık güçlü sendika hareketi geçmiş yılların gerisine düşmeyen ücretlerinde ısrarcı olmuş ve böylece kârların katma değer içindeki payları ile kâr oranlar baskı altına girmiştir. İşte bu baskı, sermaye birikimini, dolayısıyla da büyüme ivmesini aşağılara çekmiştir (Boratav, 2015: 182).

Bağımsız Sosyal Bilimciler’in hazırladığı bir kaynakta ifade edildiği gibi 1960’ların sonlarına doğru artan küresel rekabet ile kapitalizmin değişmez yasaları işlemeye başlamış, üretimin kitleselleşmesiyle birlikte (Fordist / Taylorist üretim) sermayeler arası rekabet artınca ve sermayenin organik bileşimi yükseldikçe kâr oranları düşme eğilimi göstermişti. Kapitalizmin eksik talep /  aşırı üretim krizlerine sürüklenmede kendini yenileyebilmesi için sürekli olarak genişleyici politikaların uygulanması gerekiyor, dahası, sermaye sınıfı emekçi sınıfların giderek yükselen taleplerini karşılamakta zorlanıyordu (BSB, 2009: 53-54). Sermayenin kendini gerçekleştirmesi için yeni pazarlara ihtiyacı vardı.

Kriz, Buhran, Bunalım ya da Yaratıcı Yıkım

Bu noktada, kısaca da olsa Marxist kriz teorisinden söz etmek yerinde olacaktır. Sermayeler arasındaki rekabet, sermaye sahiplerinin zaman içinde üretilen toplam değerin daha büyük bir bölümüne el koymak, yani onu artık değere dönüştürmek için giderek daha fazla değişmez sermayeye (makine ve otomasyon) yatırım yapmasını gerekli kılar. Böylece değişir sermaye (yani emek gücü) sermayenin bileşimi içinde göreli olarak azalır. Bu, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi anlamına gelir ve buradan derin bir çelişki doğar, çünkü artık değerin kaynağı emek gücüdür. Dolayısıyla, yatırılan sermayeye oranla elde edilen artık değer yetersiz hale gelir ve kâr oranları düşmeye başlar. Bu duruma, elde edilebilecek artık değere oranla sermayenin aşırı birikimi denir. Kâr (artık değer) elde etmek ve bunu yeniden biriktirmek sermayeyi harekete geçiren güdü olduğuna göre, birikim yavaşlar, yani yatırımlar azalır. Bunun sonucunda talep daralır, böylelikle aşırı üretim durumu ortaya çıkar. Yani aşırı üretim krizleri diye bilene şey, krizin ortaya çıkış biçimidir. Talep eksikliği bir neden değil, sonuçtur (Savran, 2013a: 34 ve Savran, 2013b: 50). Ve Marx’a göre kriz dolaşım değil, üretim alanına ait bir fenomen olup çıkar. Paul Sweezy bu durumu son derece yalın olarak şöyle açıklar: “Bunalımın yaygın sonuçları, satılmamış mal stokları ile karşılanmamış ihtiyaçları yan yana gelmesidir. Her üretici satacağından fazla mal üremiştir. İlkel ekonomilerde ekonomik faaliyet hesabedilemeyen kıtlık iken, burada ilk kez ekonomik bunalımın son derece acayip ve uygar bir şekli ile karşılaşmış oluyoruz: fazla üretim bunalımı. Burada fazla üretimi bunalımın nedeni olarak göstermek elbette saçmadır: aksine fazla üretim bunalımın bir sonucudur” (Sweezy, 1970: 225).

 

sweezy

Paul Sweezy

Nitekim “Duménil ve Levy, ABD’deki 1948-97 dönemini kapsayan incelemelerinde, 1948’den sonra ve özellikle 1956-65 arasında kâr oranının tarihsel bir azamiye ulaştığını göstermişlerdir. Yazarlar, kamu mülkiyetindeki (taşımacılığı) ve kamu hizmetlerini dışarıda bırakarak İç Savaşın bitiminden itibaren, özel sektörün dinamiklerine yoğunlaşmış ve bu yukarı salınımın, 1970’lerde, yerini yapısal bir krize bıraktığını göstermişlerdir. İkinci olarak 1980’lerin başında kâr oranı, 1856-65 dönemindeki ortalama değerin yarısına gerilemiştir. Üçüncü olarak, 1970’lerdeki toplumsal uyarlanma süreci boyunca ‘kâr oranındaki gerilemenin etkileri, borcun enflasyondan ve reel faiz oranlarının düşük düzeyde seyretmesinden kaynaklanan değer yitimiyle önemli ölçüde telafi edilmişti” (Freeman ve Louça, 2013: 455-456).

Bu açıklamalar Altın Çağ’ın sona ermesi için yeterli olmayabilir. Boratav bu noktada, tam istihdam ortamının politik sonuçlarının egemen sınıflar için önemini ortaya koyan Michel Kalecki’den, 1943’te yazdığı Tam Çalışmanın Politik Yönleri adlı makalesinden şu çok önemli alıntıyı yapar: “İktisatçıların çoğu artık kabul etmektedir ki kapitalist bir sistemde devlet harcamaları yoluyla tam çalışmayı gerçekleştirmek mümkündür… Yine de tam çalışma doktrinine büyük iş çevrelerinin muhalefetinin siyasi bir arka plan vardır… (Zira) sürekli bir tam çalışma rejiminde, işten çıkarma, disiplin sağlayıcı rolünü yitirir. Patronun toplumsal konumu aşınırken işçi sınıfının özgüveni ve sınıf bilinci yükselmiş olur. Ücret artışları ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için yapılan grevlere ve siyasi gerilimlere yol açar. Bir tam çalışma rejiminde kârların, laissez-faire’deki ortalamaları aşacağı doğrudur. Dahası, işçilerin pazarlık güçlerinin artması sayesinde gerçekleşen ücret artışlarının kârları azaltması değil, fiyatları arttırması daha olasıdır ve bu olgu sadece rantiyeleri olumsuz etkileyecektir. Ne var ki, önde gelen iş çevreleri için ‘fabrikalarda disiplin’ ve ‘siyasi istikrar’ kârlardan daha değerlidir. Kapitalistlerin sınıf bilinçleri onlara anlatmaktadır ki, sürekli tam çalışma sağlıklı değildir ve işsizlik ‘normal’ bir kapitalist sistemin vazgeçilmez bir parçasıdır” (Akt: Boratav: 2015: 184). Kapitalizm, ücretleri belli bir seviyede tutmak için Marxist anlamda yedek işçi ordusuna her zaman ihtiyaç duyar. Boratav’a göre Kalecki’nin öngörüsü iki boyutuyla da gerçekleşmiştir. Birincisi emekçilerin Altın Çağ içinde sistem karşıtı bilinçleri gelişmiş; sermayenin hegemonik konumu aşınmıştır. İkinci olarak ise egemen güçler 1980’lere girerken neoliberalizm diye adlandırılacak yeni bir düzenleme biçimi başlatmışlardır (2015: 185).

 

Schumpeter

Joseph Schumpeter

Joseph Schumpeter’e göre kapitalizmden söz ettiğimiz zaman bir gelişme sürecinden söz ediyoruz demektir. “Kapitalizm – tekrar edelim – doğası nedeniyle ekonomik bir değişim metodu ya da tipidir ve durgun bir karakter göstermez, hiçbir zaman da gösteremez. Zira, kapitalizmin bu gelişimci niteliği, yalnızca ekonomik hayatın daima değişen bir ekonomik ve sosyal ortam içinde akmasından ve değişmelerinden, ekonomik aksiyonun verilerini de değiştirmesinden ileri gelmektedir…. Kapitalist mekanizmayı çalıştıran ve çalışmasını devam ettiren; yeni tüketim maddeleri, yeni üretim metotları, yeni ulaşım yolları, yeni pazarlar, yeni endüstriyel örgütlenmelerin çeşitleridir ve bütün bunlar kapitalist inisiyatif tarafından yaratılmıştır…Yeni milli pazarların ya da dış piyasaların açılması… kapitalist sistemi durmadan, yorulmadan, iç dinamiklerinden kaynaklanan bir devrim ve yenilenme havasında tutmakta; tüm elemanlar eski faktörleri yok etmekte; yenilerini yaratmaktadır. Bu ‘yaratıcı yıkım’ kapitalizmin gelişiminin esas temeldir ve ister her kapitalist girişimci er ya da geç bu gelişime ayak uydurmak zorundadır” (2014: 102-104). Pax Americana’nın ( Arrighi, 1984: 66) sonu! Burjuvazi işareti almıştır. Öyleyse yıkım zamanıdır.

André Gunder Frank İdeoloji Bunalımı – Bunalım İdeolojisi adlı makalesinde şunları yazar: “Bunalım son demek değildir. Tersine ‘bunalım’, olanaklı ise yeni uyarlamalar yoluyla son’un önleneceği kritik dönemdir; ancak bunların tümü başarısız olursa son kaçınılmaz hale gelir. Özlü Oxford İngilizce Sözlük bunalımı şöyle tanımlıyor: ‘Dönüm noktası, özellikle bir hastalık sırasında. Politikada vb. tehlike ya da belirsizlik noktası; örneğin: Hükümet bunalımı, mali bunalım. Yunanca KRISIS’den: Karar.’ Bunalım, hastalıklı bir toplumsal, ekonomik ve politik varlık ya da sistemin önceki gibi yaşamaya devam edemediği ve ölüme mahkûm iken kendisine yeni bir yaşam şansı verecek değişiklikler geçirmeye zorunlu olduğu dönemdir. Bu bunalım dönemi, sistemin gelecekteki gelişimini (eğer olacaksa) ve yeni toplumsal, ekonomik ve politik temelini belirleyen önemli kararların alındığı ve dönüşümlerin gerçekleştirildiği tarihsel bir tehlike ve belirsizlik uğrağıdır”(Frank, 1984: 124).

Öte yandan, “Kriz kapitalist yeniden üretimin zorunlu koşuludur. Kriz süreçlerinde kapitalizmin istikrarsızlıkları yaşanır, yeniden biçimlendirilir ve yeniden planlanır, böylece sonunda kapitalizmin yeni bir versiyonu sahnede yerini alır. Yenilerini üretmek için pek çok şey sökülür, parçalanır ve çöpe atılır. Eski verimli üretim alanları endüstriyel atık alanlarına dönüştürülür, fabrikalar yıkılır ya da başka kullanım amaçlarına göre düzenlenir, emekçi sınıfların yaşadığı mahalleler mutenalaştırılır. Küçük çiftçilerin ve köylülerin tarım arazilerinin yerini büyük ölçekli endüstriyel tarım işletmeleri veya gösterişli yeni fabrikalar alır. İş merkezleri, Ar-Ge binaları, depolama ve dağıtım merkezleri, banliyölerdeki toplu konut bölgelerinin bağrına yerleştirilir ve bütün bunlar yonca kavşaklı otoyollarla birbirine bağlanır. Önde gelen şehirler, yüksek ve görkemli plaza ve sembol kültür yapısı inşasında birbiriyle yarışır; şehirde ve varoşlarda mega alışveriş merkezleri mantar gibi çoğalır, hatta bazıları kozmopolitleştiği varsayılan bir dünyada her gün bir yığın turistin ve şirket yöneticisinin geçip gittiği havaalanları gibi işlev görür. İlk olarak ABD’de peydahlanan golf sahaları ve etrafı çevrili yüksek güvenlikli rezidans siteleri artık Çin’de, Şili’de, Hindistan’da da görülebiliyor ve resmi adı gecekondu mahalleleri, teneke mahalleleri ya da barribos pobres (İsp. Yoksul mahalleler) olan izinsiz yapılaşma alanlarıyla tezat oluşturur”(Harvey, 2015b: 9). Türkiye’de de hangimiz böyle bir manzarayla karşılaşmadık ki?

Tabi, krizler sadece ülkelerin panoramasını değiştirmekle kalmazlar, aynı zamanda düşünce yapımızı şekillendirip, ideolojik, politik ve kültürel bakışımızı değiştirerek toplumsal ilişkilerimiz ve gündelik yaşamımızda çeşitli altüst oluşlara neden olurlar. Kriz konusunu bir başka yazıda detaylandırmak üzere şimdi Hayek’in karşı-devrimi ile devam edebiliriz.

Friedrich von Hayek’in Karşı – Devrimi

Liberalizmin amentüsü ile başlanabilir: “Liberalizmin prensiplerinde, liberalizmin değişmez bir dogma haline gelmesini icap ettirecek hiçbir cihet yoktur; liberalizmin bir defaya mahsus olmak üzere tespit edilmiş sabit kaideleri mevcut değildir.  Bir temel prensip vardır; işlerin idaresinde kendiliğinden doğan (spontane) içtimaî kuvvetlere kabîl olduğu kadar çok yer verilmeli ve zorlayıcı, tazyik edici tedbirlerden kabîl olduğu kadar kaçınılmalıdır” (Hayek, 2015: 39).

 

Hayek

Friedrich von Hayek

Kriz, buhran ya da bunalım, adına ne derseniz deyin, gelip kapıya dayanmıştı. 1968 yılında Nixon’ın ekonomik danışmanlığını yapan Milton Fridman, başkanın Keynesçi politikaları desteklemesi üzerine, “Nixon ABD’nin 20. Yüzyıldaki başkanları arasında en sosyalist olanı” demişti (Wapshott, 2017:209). Bu arada Friedman ve Chicago Üniversitesi’ndeki müritlerinden oluşan ekip Şili’deki karşı-devrimin (11 Eylül 1973) ekonomi politikalarını uygulamak üzere hazırlanıyordu. Nixon 1971 yılında Camp David’de danışmanlar zirvesi yapma çağrısında bulundu, ancak danışmanlardan Stein ekonomiyi canlandırıcı maliye politikaları ile harcama artışı ve vergi indiriminden yana Keynesçi politikaları, Shultz ise harcamaları kesip kemerlerin kesileceği Friedmancı politikaları destekledikleri için Nixon hiçbir şey yapmamaya karar vererek harcama artışına, vergi indirimine,  fiyat ve ücret denetimine ve doların devalüasyonuna hayır dedi. Bununla birlikte aylar içinde ters parende atarak doların altın standardından çıkarılmasını takiben devalüasyona gitti, uçak şirketi Lockheed’i kurtardı, fiyat ve ücretlerin artışını engelleyen yasayı onayladı. 1973 petrol kriziyle birlikte işler çığırından çıktı ve enflasyon içinde durgunluğa (stagflasyon) girilince de Keynes Çağı ölüm sancıları çekmeye başladı. Milton Friedman’a göre stagflasyon naif Keynesçiliğin sonuydu. Bu arada Nixon Watergate Skandalı ile istifa etmek durumunda kalmış, yerine merdiven inerken sakız çiğneyemez denilen yardımcısı Gerald Ford başkan olmuştu, ama ömrü kısa sürdü ve yerine fıstıkçı Jimmy Carter geldi. Tüm bunlar 1974-78 yılları arasında gerçekleşmişti. Ocak 1979’daki İran İslam Devrimi ve Carter döneminde ABD Merkez Bankası başkanlığına atanan Paul Volcker’in Ekim 1979’da para politikasında gaddarca bir değişiklik yaparak enflasyonu düşürmek için faiz haddini %20’lere kadar yükseltmesi (Volcker Şoku) Keynes’in tabutuna çivi çakıyor, Hayek’i diriltiyordu (Wapshott, 2017: 209-212 ve BSB, 2009: 55).

Gerald Ford döneminde Ekonomik Danışmanlar Konseyi başkanı seçilen Alan Greenspan – ki 1987’de Ronald Reagan tarafından FED başkanlığına atanacaktı –  1970’lerden sonraki son çeyrek yüzyılı tek satırda tarif etmek gerekirse, piyasaların gücünü yeniden keşfetmesi olarak tanımlayacaktı. Ona göre, 1930’lardaki başarısızlıklar ve bunu izleyen 1960’lardaki devlet müdahalesinin artması sonucu gerileyen kapitalist piyasalar 1970’lerde yeniden ciddi ölçüde güç kazandı ve halen tüm dünyada az ya da çok yayılmaya devam ediyor (Greenspan, 2008: 24). Fakat ilginç olan şu ki, Greenspan’ın kitabının adı Türbülans Çağı’dır.

Bu arada 1974’te Hayek’e, 1976’da da Friedman’a Ekonomi Nobel Ödülü verilmesi neoliberal teorinin akademik saygınlığını arttırmıştı (Harvey, 2015: 30).

Hayek ve Freidman devletin küçülmesi, bireyciliği erdemlerine saygı, enflasyonunun işsizliğe göre daha büyük bir bela olduğu konularında hemfikirdiler. Milton Friedman Kaliforniya Valisi Ronald Reagan ile 1967’de Los Angeles’da buluştuklarında ekonomik ve politik düşünceleri itibariyle tam bir uyum içindeydiler ve Reagan başkanlığa hazırlanıyordu. Öte yandan Britanya’da daha sonra Demir Leydi lakaplı olarak anılacak olan Margaret Thatcher Oxford’ta kimya okurken Hayek’in Kölelik Yolu’nu okumuş ve oldukça etkilenmişti. Thatcher 1976’da başbakan seçildiğinde Hayek’in 80. yaş günüydü ve Hayek başbakan  seçildiği için kendisine gönderdiği telgrafta bu olayı şahsına verilmiş bir hediye olarak görüyor, Thatcher da cevabı mesajında Hayek’ten öğrendikleri için gurur duyduğunu ifade ediyordu. Reagan 1980’deki başkanlık yarışında kampanyasını Hayekçi “devleti sırtımızdan ve ceplerimizden atabiliriz” sloganı ile başlatmış ve Jimmy Carter’ı 4 Kasım 1980’de bozguna uğratarak 1981-89 döneminde ABD başkanı olmuştu. Başkanın Ekonomi Politikası Danışma Kurulu’nda, sonradan Dış İşleri Bakanı olacak olan George Schultz ve Milton Friedman başroldeydiler (Wapshott, 2017: 218-225).

Ve her iki lider de, Reagan ve Thatcher yani, sıkı para politikasıyla, deregülasyon (kurarsızlaşma), özelleştirme, vergi indirimi, sosyal hizmetlerin kısılması, ticarileştirilmesi ya da özelleştirilmesi, sendikasızlaştırma, gibi uygulamaları yürürlüğe koydular.

Volcker Şoku ile enflasyon 1981’de %11,8 iken, 1983’te %3,7 olmuş, ama işsizlik büyük buhrandan bu yana en yüksek düzeye çıkmıştı (1984’te %9,6). Bununa birlikte vergi oranlarında yapılan indirimler işe yaramış, tabana yayılarak büyümeye katkı sağlamış ve 1978-82 arası %0,9 olan büyüme 1986’da %4,8’e ulaşmıştı. İstihdama yarayan büyüme, işsizliğin 1989’da %5,3’e düşmesini sağlayacaktı

David Harvey geleceğin tarihçilerinin 1978-80 yıllarını dünyanın sosyal ve ekonomik tarihinde muhtemelen devrimsel bir dönüm noktası olarak göreceklerini ifade ederken bu görüşüne gerekçe olarak üç önemli gelişmeyi öne sürmektedir. Bunlardan ikisi, yukarıda sözünü ettiğim Paul Volcker’in FED’de uyguladığı faiz politikası ile 1980’de ABD başkanı seçilen Ronald Reagan’ın yürürlüğe koyduğu neoliberal politikalar ve 1979’da Margaret Thatcher’in başbakan seçilerek Demir Leydi ünvanıyla döneme damgalarını vurmalarıdır. Üçüncüsü ise Çin’de 1978’de Deng Xiaoping’in dünya nüfusunun beşte birini oluşturduğu ülkesinde ekonomiyi liberalleştirmesidir. Bu üç merkez üssünde yaşananlar ve her yere yayılan devrimci (ben karşı-devrimci anlıyorum tabi) şok dalgaları tüm dünyaya farklı bir görünüm vermiştir. Tüm olanlar kaza eseri olmayıp, derin bir krizden çıkma senaryoları olarak günümüze kadar gelmiştir. Gelgelelim, olan biten “yaratıcı yıkım”ı da beraberinde getirmiştir (Harvey, 2015: 9-11).

Neoliberalizm Yükselerek Yıkıyor

Belki öncelikle bir önceki yazımda sözünü ettiğim Şili’deki faşist yükselişle başlamak yerinde olacaktır. Naomi Klein Şok Doktrini’nde Şok Devletleri başlıklı üçüncü bölüme Chicago Okulu’nun kurucusu, Hayek’in tilmizi ve faşist General Pinochet’in ekonomi danışmanı Milton Friedman’ın Pinochet’e yazdığı 1975 tarihli bir mektupla başlar: “Eğer bu şok yaklaşım benimsenecekse, çok yakın zamanda sonuç alınacağına bütün ayrıntılarıyla, açıkça duyurulması gerekir. Kamuoyu ne kadar bilgilendirilirse, gelen tepkiler düzenleme yapmayı o kadar kolaylaştıracaktır” (Klein, 2010: 99). Klein devam eder: “General Augusto Pinochet ve taraftarları devamlı bir şekilde 11 Eylül 1973 olaylarını ve taraftarlarını bir darbe (coup d’état) değil, ‘bir savaş’ olarak nitelendiriliyorlardı. Santiago kesinlikle bir savaş bölgesi gibi görünüyordu. Tanklar sokaklarda ilerlerken ateş açıyorlardı, hükümet binaları savaş uçaklarının hava saldırısı altındaydı. Ancak bu savaşın ilginç bir yanı vardı: Tek taraflıydı” (2010: 99-100). Başkanlık sarayı 24 roket fırlatılarak alev alev yakılmış,  seçimle gelen Salvador Allende elinde silahı ve saraydaki bir avuç taraftarı ile direnmiş, ancak, mağlup olmuştu. Sonra, Allende tarafından devletleştirilen tüm madenler özelleştirildi, sendikalar lağvedildi, özetle, ülke ABD’nin arka bahçesine dönüştürüldü.

Türkiye’de ise, böylesine kanlı olmamakla birlikte, önce 12 Mart 1971, sonra da 12 Eylül 1980 yılındaki askeri darbelerle yükselen neoliberalizm politikaları hala devam ediyor… Türkiye’de olan bitenleri ayrıntılı olarak başka bir yazıda incelemek istiyorum.

Neoliberal iktisat politikaların uygulandığı ülkelerde uzun altmışlı yılların sonunda kapitalizmin barış formülü gerçekçiliğini kaybetmişti: “Emek ve sermayenin ortaklaşa ürettiği güvenli istihdam ve artan ücretler, çalışma koşullarının sürekli iyileştirilmesi ve sosyal güvenlik haklarının genişletilmesi üzerinden sosyal gelişim için kullanılabilecek yüksek ve devamlılık arz eden ekonomik büyüme giderek yok oluyordu” (Streeck, 2016: 73). 1968’deki grev dalgası ve yükselen devrimci hareketle birlikte 1978’lere kadar süren enflasyonist para politikası ekonomik büyümenin yerine geçerek tam istihdamı sağlayıp sosyal barışı temin etti, ama emekle sermaye arasındaki bölüşüm sorununu gündeme getirdi. Wolfgang Streeck’in OECD, İLO, vb. kaynaklarını kullanarak 1970’lerden 2010’lara kadar geçen süre içinde Almanya, İtalya, ABD, Fransa, Japonya, Büyük Britanya ve İsveç gibi gelişmiş ülkelerdeki bazı ekonomik indikatörlerle ilgili bulguları son derece dikkat çekicidir: Gelişmiş bu 7 ülkede enflasyon ilk yıllarda hayli yüksek olmakla birlikte özellikle 1979’daki Volcker Şoku (FED’in faiz oranlarını %20’lere çıkarması) ile birlikte 1980’lerden düşme eğilimine girmiş, ancak buna karşılık işsizlik hızla artan bir seyir izlemiştir. Enflasyonun hızlı düşüşü, özellikle ABD ve Almanya’da kamu borçlarının artmasına neden olmuştur. Aynı dönemde sendikal örgütlenmeler hızla zayıflamış (İsveç hariç) buna bağlı olarak da grev sayıları dramatik ölçülerde düşmüştür (Streeck, 2016: 74-83). Streeck ekonominin borçlarla yönetimine geçişi, “vergi devletinden borç devletine” şeklinde ifade etmektedir. Bu arada, Robert Brenner’in 1948 -1999 döneminde ABD, Almanya ve Japonya’daki imalat sanayi kâr hadleri verileri hayli çarpıcı olup, 1980’lerden sonra hızla arttığını göstermektedir (Brenner, 2007: 34-35).

Neoliberalizm üzerine düşünüp yazmama neden olan bulguların en önemlilerinden biri de 1950’lerden 2011 yılına kadar geçen süre içinde 16 Avrupa ülkesi ile ABD, Avusturalya, Japonya ve Yeni Zelanda’da ulusal parlamento seçimlerine katılma oranlarının 1970’lerden itibaren düşme eğilimi göstermesidir: 1950’ler: %83,3; 1960’lar: %84,1; 1970’ler: %82,1; 1980’ler: %80,3; 1990’lar: %76,3; 2000 – 2011: %72,5 (Streeck, 2016: 94). Almanya’da özellikle mültecilerin ağırlıkta olduğu yoksul bölgelerde seçimlere katılım dramatik ölçülerde düşmüştür. Streeck bu durumu “küreselleşmenin” politikasının TINA (There Is No Alternative – Alternatif yok) sloganı ile toplumun tabanına ulaştığı biçimde yorumlamaktadır. Steeck’e göre özellikle politik değişikliklerden en çok medet umması gerekenlerin gözünde seçimler artık bir fark yaratmamaktadır. Öte yandan bu kesimler seçimlere ne kadar az umut bağlarsa, umutlarını piyasaya bağlamaya gücü yetenler de politik müdahalelerden o kadar az çekinecekleridir. Özetle, alt tabakaların politik vazgeçişleri demokrasiye karşı kapitalizmi korurken, bu eğilimin ardında yatan neoliberal dönemeci de kalıcılaştırmaktadır (Steeck, 2016: 95).

Piyasa güçlerinin serbest biçimde işleyişine müdahale edilmesi yönünde toplumdan, özellikle de sendikalardan gelen taleplere karşı, neoliberalizmin bunları savuşturabilecek güçlü bir devlete ihtiyacı olduğu çok açıktır ve bu Britanya’da Thatcher hükümeti örneğinde olduğu gibi, Türkiye’de de 24 Ocak 1980’da alınan Ekonomik İstikrar Tedbirleri’nin uygulanabilmesi için 12 Eylül 1980’de askeri bir darbenin yapılması ile ispatlanmıştır. Şili örneğinden biraz önce söz etmiştim.  Steeck bu durumu kapitalizm ile demokrasi arasındaki gerilim olarak tanımlar ve piyasa adaleti ile sosyal adalet çerçevesinde yorumlar (2016: 97-99). Bu noktada Steeck’in yaptığı bir saptama çok tanıdıktır: Serbest piyasanın işleyişiyle ilgili olarak alınan politik kararlar bir merci ya da kuruma aitken, piyasa kararları insan eli değmeden (görünmez el metaforu çok anlamlıdır) adeta gökten düşmektedir; ardında yatan yüksek manaya ancak uzmanların vakıf olabileceği bir alınyazısı gibi kabullenilmesi zorunlu bir şeymiş gibi (2016: 100).

Vergi Devletinden Borç Devletine, Borç Devletinden Konsolidasyon Devletine!

Wolfgang Streeck 1970-2010 periyodunda kamu borçlarının vergi gelirlerine oranla hızlı artışını devletin giderek artın görevlerini yerine getirmek için gereksindiği imkânları, özel mülk sahiplerinden oluşan bir toplumdan zorla toplama becerisini tedricen kaybetmesi şeklinde yorumlamaktadır (2016: 101-103).

Böyle bakıldığında görünen harcamaların fazlalığı değil, gelirlerin azlığıdır. Son yıllarda neoliberal iktisat politikalarının geldiği nokta, Amerikan siyasetinin etkili figürlerinden vergi karşıtı aktivist Grover Norquist’in yürüttüğü propaganda ile olağanüstü başarı sağlayan hareketin sloganı “Starving the beast” (Canavarı açlıktan öldürmek!) ile doruğuna ulaşıyordu. David D. Kirkpatrick, New York Times’daki 4 Kasım 2004 tarihli makalesinde Cumhuriyetçiler arasında şimdi bir “devrim” beklentisi olduğunu yazıyor ve Norquist’in George W. Bush yönetiminden beklentilerini sıralıyordu. “Eyalet vergisinin kaldırılması, sosyal sigorta sisteminin özelleştirilmesi, tıbbi uygulamalarla ilgili sorumluluk davalarının ve diğer sorumluluk davalarının sınırlandırılması, bazı askeri üslerin kapatılması, masrafların azaltılması için daha fazla devlet işinin ihaleye açılması, sendikaların zayıflatılması, sendikalara şeffaflaştırma amaçlı yeni kurallar dayatılması, bireysel sağlık ve yatırım tasarruflarının artırılması..” (Akt: Artan, 2004). Ve böylece Bush, aşırı zenginlerden alınan vergilere uyguladığı indirimle, selefi Clinton’dan aldığı bütçe fazlasını vakit kaybetmeden eriterek bütçe açığına döndürmüştü.

Kuşkusuz, devletin özel mülk sahiplerinden vergi toplayamaması yeni kaynaklara ihtiyaç doğurur, yani devletin “yeniden sermayelendirilmesi” gerekir. Toplanan vergiler,  sonuç olarak sermaye sahiplerinin çıkarına hizmet edeceği için, bu durumda, toplumsal ihtiyaçların savunucusu olan devlet güçsüz kalır. İşte bu devleti borçlanmaya yönlendirir ve böylelikle vergi devletinden borç devletine doğru geçiş başlar ve finanslaşma sürecine gireriz (Streeck, 2016: 107-108). Bundan sonra da, doğan finans ve maliye kriziyle birlikte borç devleti konsolidasyon devletine dönüşür.

İkinci Ara Sonuç

Bu incelemeyi Karl Polanyi’nin Mont Pelerin Derneği kurulmadan önce 1944’te yazdığı Büyük Dönüşün kitabından bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Piyasa ekonomisinin sona erişi eşi görülmemiş bir özgürlük döneminin başlangıcı olabilir. Yasal ve gerçek özgürlük her zamankinden daha geniş ve daha yaygın kılınabilir; düzenleme ve kontrol, yalnız birkaç kişiye değil, herkese özgürlük sağlayabilir. Böylece eski özgürlükler ve yurttaş hakları sanayi toplumunun herkese sağladığı boş zaman ve güvenin yarattığı yeni özgürlüklere yüklenebilir. Böyle bir topumun hem adaleti hem özgür olması için gerekli olanakları vardır” (Polanyi, 1986: 249). Polanyi Hayek’in Kölelik Yolu’na gönderme yaparak şöyle devam eder: “Ama bu yolun ahlâki bir engelle tıkanmış olduğunu görüyoruz. Planlama ve kontrole özgürlüğün yadsınması olarak karşı çıkılıyor. Serbest girişimcilik ve özel mülkiyet özgürlüğün gerekli koşulu ilan ediliyor. Değişik temeller üzerine kurulmuş bir toplumun özgür sıfatını hak etmediği söyleniyor. Düzenlemelerin yarattığı özgürlük, özgürlüğün karşıtı olarak reddediliyor; bunun getirdiği adalet, özgürlük ve refah gizli kölelik olarak yerin dibine batırılıyor… Ama düzenlemelere karşı çıkmak reforma karşı çıkmak demektir. Bu yüzden de liberallerin özgürlük fikri yozlaşıp yalnızca serbest girişimciliğin bir savunmasına dönüşüyor, bu da bugün, dev tröstler ve azametli tekellerin yadsınmaz gerçeği karşısında bir efsaneden başka bir şey değil” (1986: 24-250).

Bu serinin üçüncü bölümü Neoliberaizm ve Popülizm olacak.

 

Kaynakça

Arrighi, Giovanni (1984). Bir Hegemonya Bunalımı, Genel Bunalımın Dinamikleri içinde, çev. F.Akar, İstanbul: Belge Yayınları.

Artan, Şahin (2004). Yeni Muhafazakâr Devrim: Norquist Düşüncesi, http://bianet.org/bianet/siyaset/48514-yeni-muhafazakar-devrim-norquist-dusuncesi, erişim: 28. 05. 2017.

Bağımsız Sosyal Bilimciler (2009). Türkiye’de ve Dünyada Ekonomik Bunalım, İstanbul: Yordam Kitap.

Boratav, Korkut (2015). Dünyadan Türkiye’ye, İktisattan Siyasete, İstanbul: Yordam Kitap.

Brenner, Robert (2007). Ekonomide Hızlı Büyüme ve Balon, çev. Bilge Akalın, İstanbul: İletişim Yayınları.

Frank, Andre Gunder (1984). İdeoloji Bunalımı – Bunalım İdeolojisi; Genel Bunalımın Dinamikleri içinde, çev. F. Akar, İstanbul: Belge Yayınları.

Freeman, Chris ve Francisco, Louça (2013). Zaman Akıp Giderken: Sanayi Devriminden Bilgi Devrimine, çev. Osman S. Binatlı, İstanbul: İthaki Yayınları.

Greenspan, Alan (2008). Türbülans Çağı, çev. Nilgün Miler, İstanbul: Boyner Yayınları.

Harvey, David (2015a). Neoliberalizmin Kısa Tarihi, çev. Aylin Önocak, İstanbul: Sel Yayıncılık

Harvey, David ( 2015b). On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, çev. Esin Soğancılar, İstanbul: Sel Yayıncılık.

Hayek, Friedrich von (2015). Kölelik Yolu, çev. T. Feyzioğlu ve A. Yayla, Ankara: Liberte Yayınları.

Hobsbawm, Eric (1996). Kısa 20. Yüzyıl (1914-19919: Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Sarmal Yayınevi.

Klein, Naomi (2010). Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi, çev. Selim Özgül, İstanbul: Agora Kitaplığı,

Mandel, Ernest (2008). Geç Kapitalizm, çev. Candan Badem, İstanbul: Versus Kitap.

Polanyi, Karl (1986). Büyük Dönüşüm, çev. Ayşe Buğra, İstanbul: Alan Yayıncılık.

Savran, Sungur(2013a). Üçüncü Büyük Depresyon, Kapitalizmin Alacakaranlığı, İstanbul: Yordam Kitap.

Savran, Sungur (2013b). Kapitalizmde Kriz: İktisat Teorisinde Bir Ufuk Taraması, Kriz ve Türkiye: Aşınan Teoriler içinde. Ankara: Phonix Yayınevi.

Schumpeter, A. Joseph (2014). Kapitalizm, Demokrasi ve Sosyalizm, çev. Hasan İlhan, Ankara: Alter Yayın.

Streeck, Wolfgang (2016). Satın Alınan Zaman, çev. Kerem Kabadayı, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.

Sweezy, Paul (1970). Kapitalizm Nereye Gidiyor? Kapitalist Ekonominin Marxist Eleştirisi, çev. Aslan Başer Kafaoğlu, İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi.

Wapshott, Nicholas (2017). Keynes Hayek: Modern Ekonomiyi Tanımlayan Çatışma, çev. Akın Emre Pilgir, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.

 

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.