Swann’ların Tarafı

Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinin ilk cildi olan Swan’ların Tarafı (1999), kısaca özetlemek gerekirse, anlatıcının doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Combray ile Swann’ın Odette’le yaşadığı aşkın destanıdır. Bu müstesna aşk daha sonra Albertine ile anlatıcının aşkına örnek teşkil eder. Daha çok burjuva çevresinin bir anlatımı olan eserde, Vinteuil’ün sonatının “cümleciği”, anlatıcının Swann’ların kızı olan Gilberte’e olan aşkı ve Verdurin’lerin “küçük kabilesi” öne çıkar. Anlatıcının çok sevdiği annesi ile büyükannesi ve tabii ki çocukluğundan beri yanından hiç ayrılmayan hizmetkârı Françoise, bu cildin diğer ana oyuncularıdırlar. Proust bu ciltte çocukluk yıllarına ve çocuğun çevresine duyduğu hayranlığa ayrı bir önem verir. Bu anlamda, Proust’un görüşleri, Freud’un, her şeyin çocukluk yıllarında oluştuğu teziyle paralellik gösterir.

Beş farklı zaman düzeyi ve yedi farklı başlangıcın yer aldığı bu ilk cilt okunurken, romanın daha iyi anlaşılması bakımından, azami dikkat gösterilmelidir.

Bu ciltten ilk olarak anlatıcının Gilberte ile ilk karşılaşmasını, ikinci olarak anlatıcının yazma isteminin dile geldiği, bundan büyük bir haz duyduğu ve yazarlık serüveninin başlangıcı sayabileceğimiz Martinville’in çan kuleleri ile ilgili olağanüstü betimlemeyi, üçüncü olarak Swann’ın Mona Lisa’dan bile güzel bulduğu Odette’e olan aşkının kıvılcımlandığı birkaç sahneyi ve nihayet son olarak da Vinteuil’ün cümleciğinin Marcel’e verdiği hazzı anlatan o şahane bölümden kısa bir parçayı almayı uygun gördüm.

Marcel Gilberte’i daha ilk kez gördüğünde, ilginç ve tuhaf bir biçimde, onunla birlikte olamayacağını, onun meçhul hayatına giremeyeceğini anlar ve bu doğrudur.

 

Adını Yaseminlerin ve Şebboyların Üzerinde Yankılanırken Duydum…

“Çalının arkasından, bahçedeki ağaçlı yol görünüyordu; yol kenarındaki yaseminlerin, menekşelerin ve mineçiçeklerinin arasında şebboylar, eski bir Cordoba derisi kadar kokulu, soluk pembeden körpe keseciklerini açmışlardı; çakılların üstünde, yeşile boyanmış, uzun, kıvrım kıvrım bir hortum, çok renkli damlacıklarını, üstündeki çeşitli deliklerden, dikey, prizma şeklindeki bir yelpaze halinde, kokusunu soluduğu çiçeklerin üzerine fışkırtıyordu. Ansızın olduğum yerde durdum; yalnız bakışlarımıza hitap etmeyen, daha derin algılar gerektiren, benliğimize bütünüyle hâkim olan türden bir hayalin karşısındaymışçasına, kıpırdayamıyordum. Gezintiden dönüyormuş gibi görünen, kızıl – sarı saçlı bir kız, elinde bir bahçe beliyle, pembe çillerle kaplı yüzünü bana çevirmiş bakmaktaydı. Siyah gözleri parlıyordu; güçlü bir izlenimi nesnel unsurlarına indirgemeyi daha sonra öğrenmediğim gibi o zaman da bilmediğim için, gözlerinin rengini fark edecek ‘gözlem gücüne’ sahip olmadığım için, uzun süre boyunca onu her düşündüğümde, gözlerindeki parıltıyı, kendisi sarışın olduğundan, hep keskin bir gök mavisi olarak hatırladım; öyle ki, belki de gözleri o kadar siyah olmasaydı – ilk görüşte en çarpıcı özelliğiydi bu – onun özellikle mavi gözlerine âşık olmayacaktım.

Onu seyrediyordum; ilk başta bakışlarım, gözlerin sözcüsü olmakla kalmayıp, pencerelerinden, endişeli, donakalmış bütün duyuların eğildiği, baktığı bedene ve onunla birlikte ruhuna da dokunmak, onları ele geçirmek, alıp götürmek isteyen bakışlardandı; ardından, büyükbabamla babamın o anda genç kızı görüp beni uzaklaştırmak için önden koşmamı söylemelerinden o kadar korktum ki, bilinçsizce yalvaran, onu benimle ilgilenmeye, beni tanıma ya zorlama gayreti içindeki bakışlar yerleşti gözlerime…

Tiz ve otoriter bir sesle ‘Hadi Gilberte gelsene; ne yapıyorsun?’ diye bağıran beyazlı hanımı daha önce fark etmemiştim…

Yeşil hortumdan çıkan su damlaları gibi serin ve sert olan bu Gilberte adını yaseminlerin ve şebboyların üzerinde yankılanırken duydum; içinden geçtiği – ve tecrit ettiği –  temiz havayı, bu ismin, onunla birlikte yaşayan, seyahat eden talihli insanlara işaret ettiği kişinin hayatındaki esrarla doldururken, harelendirirken duydum; omzumun hizasındaki pembe akdikenin altında, bu ismin sahibiyle, benim asla içine giremeyeceğim meçhul hayatıyla o talihli insanlar arasındaki (benim için bir işkence olan) yakınlığın özünü sergilerken duydum.”

Swann’ların Tarafı,145-146

 

Swann

 

Aşağıda aktardıklarımı okuduğunuzda, bir görünüp bir yok olan bu çan kulelerini görmeye can atacağınıza, tekrar okumak için başa döndüğünüzde, keşke ben de bu kuleleri bu kadar güzel anlatabilseydim diyeceğinize, hatta çan kulesi olup Proust tarafından anlatılmak isteyeceğinize eminim.

 

Gökyüzüne Resmedilmiş Üç Çiçek Gibiydiler…

“Beni arabacının yanına oturtmuşlardı, doktorun, Combray’ye dönmeden önce Martinville – le – Sec’te bir hastasına uğraması gerektiğinden, rüzgâr gibi hızla yol alıyorduk; o hastasını ziyaret ederken, biz de kapıda bekleyecektik. Bir dönemeçte, ansızın, hiçbir şeye benzemeyen o çok özel hazzı yaşadım: Martinville’in iki çan kulesinin üzerine, batan güneşin ışınları vurmuştu, arabamızın hareketi ve yolun çizdiği zikzaklar yüzünden, çan kuleleri yer değiştiriyormuş gibi geliyordu, sonradan gördüğüm Vieuxvicq’in çan kulesi ise, ötekilerden bir tepe ve bir de vadiyle ayrıldığı ve ta uzakta, daha yüksek bir platoda yer aldığı halde, onların yanı başındaydı sanki.

Çan kuleleriyle ilgili olarak, külahların şeklini, çizgilerin yer değiştirdiğini, cephelerine vuran güneşi tespit etmekle, izlenimin derinliğine inmediğimi, bu hareketin, bu aydınlığın arkasında bir şey olduğunu, çan kulelerinin de bu şeyi hem içlerinde barındırdıklarını, hem de gizlediklerini hissediyordum.

Çan kuleleri o kadar uzaktaydı ve biz onlara o kadar yaklaşmıyor gibiydik ki, bir iki dakika sonra Martinville Kilisesi’nin önünde durduğumuzda çok şaşırdım. Onları ufukta görmenin bana verdiği hazzın sebebini bilmiyordum, bu sebebi keşfetme zorunluluğu da çok zahmetli geliyordu bana; güneşte kıpırdayan bu çizgileri zihnimin bir köşesine atmak ve o anda düşünmemek istiyordum. Öyle yapsaydım, o iki çan kulesi de muhtemelen bana yaşattıkları o anlaşılmaz hazla başkalarında ayırmış olduğum ve derinliğine hiç inemediğim onca ağacın, çatının, kokunun, sesin yanında sonsuza dek yerlerini alacaklardı. Doktoru beklerken arabadan inip annem ve babamla sohbet ettim. Yola çıkacağımızda, tekrar yerime çıkıp oturdum, çan kulelerini biraz daha görebilmek için başımı çevirdim ve az sonra onları son kez, yine bir dönemeçte gördüm. Sohbete pek meraklı olmayan arabacı sözlerime zar zor cevap verdiği ve konuşacak başka kimse olmadığı için, kendi sohbetimle yetinmek zorunda kalarak çan kulelerini hatırlamaya çalıştım. Az sonra, kulelerin çizgileri ve güneşli yüzeyleri, bir ağaç kabuğu gibi çatladılar, içlerinde gizledikleri şeyin birazını görebildim; daha bir saniye öncesine kadar benim için mevcut olamayan bir düşünce, kafamda kelimelerle ifade buldu ve bunun üzerine, az önce çan kulelerinin bana vermiş olduğu haz o kadar arttı ki, adeta sarhoş olup başka bir şey düşünemez hale geldim. Martinville’den epey uzaklaşmış olduğumuz o anda başımı çevirince, çan kulelerini tekrar gördüm; artık güneş batmış olduğundan simsiyahtılar şimdi. Yolun dönemeçleri ara ara onları gözden kaybettiriyordu, ardından, son bir kez göründüler ve sonra onları göremez oldum.

Martinville’in çan kulelerinin ardında gizlenen şeyin, bana haz veren kelimeler halinde karşıma çıkmış olmasına rağmen, güzel bir cümlenin aynısı olması gerektiğini düşünmeden doktordan kâğıt kalem istedim ve arabanın sarsıntısına aldırmayarak, heyecanıma itaat edip vicdanımı rahatlatmak için, yıllar sonra bulduğumda, üzerinde pek az değişiklik yaptığım şu küçük metni yazdım:

‘Matinville’in iki çan kulesi, kırın ortasına yollarını kaybetmiş gibi ovadan göğe yükseliyorlardı. Az sonra, çan kulelerinin sayısı üçe çıktı: Geciken Vieuxvicq kulesi, cesurca bir dönüşle diğerlerine katılarak karşılarında yerini almıştı. Dakikalar birbirini kovalıyor, arabamız süratle ilerliyordu, ama üç çan kulesi, ovaya konmuş kıpırtısız duran, üzerlerine güneş vurduğu için dikkati çeken üç kuş misali, hep önümüzde, uzaktaydılar. Sonra, Vieuxvicq’in çan kulesi ötekilerden ayrılıp mesafe aldı ve Martinville kuleleri yalnız kaldılar; batan güneş, ışınlarıyla, bu kadar uzaktan baktığımda bile kulelerin yüzeyindeki oynaşmalarını, gülüşlerini görebildiğim ışınlarıyla, çan kulelerini aydınlatıyordu. Onlara yaklaşmamız o kadar zaman alıyordu ki, daha uzun süre yanlarına varamayacağımızı düşünürken, ansızın dönen araba, çan kulelerini karşımıza çıkarıverdi; kendilerini öyle fütursuzca arabanın önüne atmışlardı ki,  az kalsın sundurmaya çarpacaktık.  Yolumuza devam ettik; Martinville’den uzaklaşırken köy birkaç saniye bizi izledi, sonra ortadan kayboldu; ufakta tek başlarına kalan ve bizim hızla yaklaşmamızı seyreden Martinville ve Vieuxvicq çan kuleleri, güneşli külahlarını sallayarak vedalaşıyorlardı. Ara sıra biri geri çekiliyor, ötekilerin bizi biraz daha görmesine izin veriyordu; sonra yolun yönü değişti, çan kuleleri, ışıkta, altında üç mil gibi döndüler ve gözden kayboldular. Ama az sonra, artık güneş batmış, arabamız Combray’ye yaklaşmışken, çan kulelerini son bir kez, çok uzaktan gördüm: Şimdi de, tarlaların alçak ufkunda, gökyüzüne resmedilmiş üç çiçek gibiydiler. Üzerine karanlığın çökmekte olduğu bir yalnızlığa terk edilmiş, efsane kahramanı üç genç kızı da düşündürüyorlardı bana; biz dört nala uzaklaşırken, onlar çekinerek yollarını bulmaya çalışıyorlardı, soylu siluetleriyle birkaç kez tökezledikten sonra birbirlerine sokuldular, arka arkaya dizildiler ve hala pembeliğini koruyan gökyüzünde tek bir siyah, büyüleyici bir şekil oluşturup tevekkülle karanlıkta gözden kayboldular.’

Bu metni yazdıktan sonra bir daha hiç düşünmedim, ama doktorun arabacısının, genellikle Martinville pazarından aldığı bir sepet dolusu kümes hayvanını yerleştirdiği koltuğun üzerinde metni yazıp bitirdiğim an, o kadar mutluydum ki, metnin beni o çan kulelerinden ve artlarında gizledikleri şeyden kurtardıklarını hissederek, sanki ben de bir tavukmuşum ve az önce yumurtlamışım gibi, avazım çıktığı kadar bağırarak şarkı söylemeye koyulmuştum.”

Swann’ların Tarafı, 184-186

* * *

Bu arada,anlatıcının, Combray’de iken Méséglise tarafı ile Guermantes tarafına yaptığı geziler sırasında görüp hatırladıklarından ve okuyanı hayaller dünyasında gezdiren şu olağanüstü alıntıyı yapmadan geçemeyeceğim:

 

Çimenlerin Üzerinde Koşup Oynayan Çiçekler, Güneşte Akan Su…

“O anda çimenlerin üzerinde koşup oynayan çiçekler, güneşte akan su, gerçeklerin görüntüsünü çevreleyen bütün manzara, bilinçsiz, dalgın çehresiyle bu gerçeklerin hatırasına daima eşlik eder; şüphesiz bu tabiat parçası, o bahçe köşesi, mütevazı bir yolcu, hayal kuran bir çocuk tarafından – kalabalığın arasında kaybolmuş bir anı yazarı tarafından incelenen bir kral misali – uzun uzun seyredildiklerinde, ileride, en geçici özelliklerine varıncaya kadar, onun sayesinde yaşatılacaklarını hiç düşünmemişlerdir; oysa coşkunluğum, çit boyunca uzanan, yakında yerini yaban güllerine bırakacak olan akdikenlerin kokusunu, iki yanı ağaçlı, çakıllı bir yolda yankısız bir ayak sesini, ırmakta yetişen bir bitkiye yapışarak bir anda patlayıveren su kabarcığını yılların ötesinden taşımayı başarmış, bu arada etraftaki yollar silinmiş, o yolların üzerinde yürüyenler de, onların hatırası da ölmüştür. Bazen bu şekilde bu güne kadar gelmiş olan manzara parçası, öylesine tek başına ve her şeyden uzakta belirir ki, zihnimde çiçekli bir Delos gibi başıboş yüzer, hangi ülkeden, hangi iklimden – belki de sadece hangi rüyadan – çıkıp geldiğini bilemem.”

Swann’ların Tarafı, 187-188

* * *

Bu ciltten yapmak istediğim diğer birkaç benzersiz alıntı, yukarıda belirttiğim gibi, doğallıkla Charles Swann ile Odette arasındaki tutkulu aşkı anlatan inanılmaz cümlelerden oluşmaktadır. Sigara tabakasını Odette’in evinde unutan Swann’a, Odette’in, bir mektupla “Kalbinizi de burada unutsaydınız keşke, onu iade etmezdim size” demesi, aralarında çakan kıvılcımın sadece küçük bir ifadesidir. Daha sonraki bir gün, Swann Odette’i seyre dalar ve anlatıcıdan şu kelimeler dökülür:

 

Odette’in Yüzünde ve Vücudunda Freskin Bir Parçasını Gördü…

“…sanki Odette’in, tipini anlaşılır hale getiren, belirginleştiren bir portresine bakarmış gibi, gözleriyle bu çehrenin kıvrımlarını izliyor, ensesindeki ahengi saçların büklümleriyle ve gözkapaklarının eğrisiyle birleştiriyor, ince ve güzel çizgilerden oluşan bir yumak gibi görüyordu onu.

Odette’i seyrediyordu, yüzünde ve vücudunda, freskin bir parçasını gördü ve o günden sonra, Odette’le beraber olduğunda da ondan ayrı onu düşündüğünde de, hep bu fresk parçasını bulmaya çalıştı Odette’te; bu Floransa ekolü şaheserini, muhtemelen yansımasını Odette’te bulduğu için bu kadar seviyordu; bununla birlikte aralarındaki benzerlik, Odette’e de bir güzellik, bir değer katıyordu…

Çalışma masasını üzerine, adeta Odette’in fotoğrafını koyar gibi, Yetro’nun kızının bir reprodüksiyonunu koydu. O iri gözleri, cildin kusurlu olabileceğini düşündüren narin çehreyi, süzgün yanaklardan aşağı dökülen harika bukleleri hayranlıkla seyrediyor, eski estetik kavramını canlı bir kadın fikrine uyarlıyor, bu güzellik kavramını tek tek fiziksel meziyetlere dönüştürüyor ve bunların hepsini birden, sahip olabileceği bir kadında bulduğu için gurur duyuyordu. Seyrettiğimiz bir sanat şaheseriyle ilişki kurmamızı sağlayan o belirsiz yakınlık duygusu, Yetro’nun kızının etten kemikten aslını gördüğünden beri, Swann için bir arzuya dönüşmüştü ve Odette’in vücudunun önceleri kendisinde uyandırmadığı arzunun yerini dolduruyordu. Masasındaki Botticelli’yi uzun uzun seyrettiğinde, daha da güzel bulduğu kendi Botticellisini düşünüyor ve Tsippora’nın fotoğrafını göğsüne bastırıp Odette’i kucakladığını farz ediyordu.”

Swann’ların Tarafı, 232-233

* * *

Swann bir gün Odette’le birlikte arabaya biner. Odette’in elinde, dantel başörtüsünün altında saçlarına iliştirilmiş olarak ve göğüs dekoltesinde bir çeşit orkide olan cattleya’lar vardır. Atın, önüne çıkan bir engel yüzünden yana doğru bir hamle yapmasıyla ikisi de savrulurlar ve Odette’in göğsündeki cattleya’sı yerinden oynar. Swann destek olmak için omzundan tuttuğu Odette’i kendine doğru çeker ve hem cattleya’yı düzeltmek hem de elbisesine dökülen çiçek tozunu eliyle silmek için son derece nazik bir tavırla izin ister. Odette ise bundan katiyen rahatsız olmayacağını, tam tersine hoşlanacağını söyler. Daha sonraki günlerde Odette göğsüne cattleya çiçekleri takmışsa, Swann için onları düzeltmek ve koklamak, takmamışsa düzeltilecek bir şey olmadığı için hayıflanmak gelenek halini alır. O kadar öyle ki, zamanla ‘cattleya yapmak’  ‘aşk yapmak’  anlamına gelmese de onu çağrıştırır.

 

Pagan Sahnelerindeki Bütün Kadınlar Gibi Boynunu Bükmüştü…

“Odette’in elide bir demet cattleya vardı; Swann, dantel başörtüsünün altında da aynı orkideleri fark etti; onları kuğu tüyünden bir sorguca tutturup saçlarına iliştirmişti. Dalga dalga dökümlü, siyah kadife elbisesi, yanlamasına tutturularak beyaz faydan bir eteğin alt kısmını iri bir üçgen halinde açığa çıkarıyordu; göğüs dekoltesinde, aynı beyaz faydan robaya, yine cattleya’lar takılmıştı. Odette, Swann’ı görmenin sarsıntısından daha yeni kurtulmuştu ki, önüne çıkan engel yüzünden, at yana doğru bir hamle yaptı. Arabanın içinde ikisi de savruldu; Odette bir çığlık attı, nefes nefese kalmıştı…

‘Sakın konuşmayın, zaten nefes nefese kaldınız, bana işaretlerle cevap verin. Göğsünüzdeki çiçekler sarsıntıyla yerinden oynadı, düzeltsem rahatsız olur musunuz? Düşerler diye korkuyorum, içeriye doğru biraz itmek istiyorum onları.’

Erkeklerin kendisine böyle aşırı nazik davranmasına alışık olmayan Odette, gülümseyerek cevap verdi:

‘Yo, katiyen rahatsız olmam.’

Ama bu cevap karşısında utangaçlığı tutan Swann, belki aynı zamanda Odette’i mazeretinin samimiyetine inandırmak için, hattâ buna kendi de inanmaya başlayarak haykırdı:

‘Sakın konuşmayın, yine soluğunuz kesilecek, hareketlerle cevap verebilirseniz pekâlâ, ne demek istediğinizi anlarım. Gerçekten rahatsız olmuyor musunuz? Bakın, hafif bir… sanıyorum çiçektozu dökülmüş üstünüze; elimle silmeme izin verir misiniz? Çok bastırmıyorum, acıtmıyorum değil mi? Yoksa biraz gıdıklandınız mı? Elbisenin kadifesine dokunup kırıştırmak istemiyorum da. Ama gerçekten çiçekleri düzeltmek gerekiyordu, yoksa düşeceklerdi; işte şimdi yerleştirdim iyice… Lütfen doğruyu söyleyin, rahatsız olmuyorsunuz değil mi? Peki, gerçekten kokuları yok mu diye baksam? Bu çiçekleri hiç koklamamıştım, izin verir misiniz? Doğruyu söyleyin.’

Odette, ‘Deli misiniz, hoşuma gittiğini görmüyor musunuz?’ demek ister gibi gülümseyerek omuz silkti.

Swann öteki elini Odette’in yanağında gezdiriyordu; Odette ona sabit bakışlarla, Floransalı ustanın eserlerindeki, Swann’ın kendisini benzettiği kadınların baygın ve ciddi edasıyla baktı; yine o kadınların gözleri gibi parlak, iri ve narin olan gözleri gözkapaklarının kenarına yaklaşmış, iki gözyaşı misali damlamaya hazırlanıyordu adeta. Odette de, hem dini tablolardaki, hem de pagan sahnelerdeki bütün kadınlar gibi boynunu bükmüştü.”

Swann’ların Tarafı, 240-241

* * *

Swann, zamanla, Odette’in hafifmeşrepliğini, bunun birçok kişi tarafından bilindiğini, hatta anlatıcının Adolphe Amcasının metresi olduğunu öğrenir. Buna rağmen taparcasına sevdiği Odette’den bir türlü vazgeçemez. Swann’ın Odette’e olan aşkı öylesine ilerlemiş bir hastalık haline gelir ki, tüm alışkanlıklarına, hareketlerine, düşüncelerine, sağlığına, uykusuna, hayatına, hemen her şeyine derinlemesine nüfuz eder. Anlatıcının betimlemesiyle, bu aşk artık ameliyat edilemez hale gelmiştir. Gerçekleri bir türlü kabul edemeyen Swann’a göre, Nice’de, Odette de Crécy’yi tüm hovardaların tanımış olması tamamen dedikodudur ve bu durum, belki bir gün tamamen sahip olacağı Odette’in dışında bir şey olup onun uysal, merhametli ve gözlerinden iyilik okunan kişiliğini değiştirmez.

Çünkü o, Swann için, som altından yapılmış harikulade bir heykeldir.

Som Altından Bir Odette Heykeli Döküyordu…

“Odette karşısında oturur, çoğunlukla yorgun görünen çehresi, bir an için, Swann’ı ıstıraba sürükleyen meçhul konulardaki heyecanlı ve sevinçli kaygılardan arındırırdı; Odette elleriyle saçlarını geriye iter, alnı, yüzü genişlerdi; o zaman ansızın, bir dinlenme ya da içe dönüş ânında kendisiyle baş başa kalan herkeste rastlanabilecek basit, insanca bir düşünce, iyi bir duygu, sapsarı bir güneş ışını gibi fışkırırdı gözlerinden. O anda bütün yüzü aydınlanır, gri bulutlarla kaplı kırların, tam güneş batarken, bulutların ansızın aralanmasıyla tümden değişen çehresini hatırlatırdı. Swann Odette’in o anda içinde bulunduğu hayatı, hatta hülyalı bakışlarla izlermiş hissini verdiği geleceği onunla paylaşabilirdi; bu hayat, bu gelecek, kötü bir telaşın tortusunu taşımıyordu. Böyle anlar giderek seyrekleşse de, hiçbir yararları olmadığı söylenemez. Swann bu kırıntıları hafızasında birleştiriyor, araları kesip atıyor, adeta som altından, iyilik ve sükûnetle dolu bir Odette heykeli döküyordu.”…

Swann’ların Tarafı, 324

* * *

Ama Swann’ın Odette’e duyduğu bu büyük aşk zaman zaman çok büyük kıskançlıklara da neden oluyor ve rivayete göre çok sevdiği karılarından birini hançerleyen Fatih Sultan Mehmet’e derin bir yakınlık duyarak, Odette’in bir kazada acı çekmeden ölmesini diliyordu.

 

Odette’in Bir Kazada Acı Çekmeden Ölmesini Diliyordu…

“Ara sıra, sabahtan akşama kadar dışarıda, sokaklarda, caddelerde gezen Odette’in bir kazada acı çekmeden ölmesini diliyordu. Odette sağ salim eve döndüğünde de, insan vücudunun bu kadar ve sağlam çevik olmasına, etrafında kol gezen (ve kendi gizli arzusu doğrultusunda hesabını yapmaya başladığından beri Swann’a sayılamayacak kadar çok görünen) bütün tehlikeleri durmadan atlatıp üstesinden gelerek, insanlara her gün, neredeyse hiç zarara uğramadan yalan söyleme ve zevk peşinde koşma imkânı taşımasına şaşıyor, hayran oluyordu. Bellini tarafından yapılan portresini çok sevdiği, karılarından birine çılgınca âşık olunca, Venedikli biyografi yazarının safça ifadesiyle, zihnini bu esaretten kurtarabilmek için onu hançerleyen Fatih Sultan Mehmet’e derin bir yakınlık hissediyordu.”

Swann’ların Tarafı, 365

* * *

Odette’e büyük bir aşk duyan Swann, Vinteuil’ün sonatını dinlerken kendinden öyle bir geçer ki, Marcel’e bu sahneyi betimlemek kalır. Sizin de kendinizden geçeceğinize eminim.

 

Piyano Eşi Tarafından Terk Edilmiş Bir Kuş Gibi Sızlandı…

“Önce piyano tek başına, eşi tarafından terk edilmiş bir kuş gibi sızlandı; keman onu işitip, adeta yandaki bir ağaçtan cevap verdi. Sanki dünyanın başlangıcıydı, sanki henüz yeryüzünde, daha doğrusu, diğer her şeye kapalı, bir yaratıcının mantığı tarafından kurulmuş ve ikisinin ebediyen yalnız kalacakları bu dünyada, yani bu sonatta, ikisinden başka hiçbir varlık yoktu. Piyanonun tekrar şikâyetini dile getirdiği bu görünmez ve inleyen varlık, bir kuş muydu, cümleciğin henüz tamamlanmamış olan ruhu muydu, yoksa bir peri miydi? Çığlıkları o kadar aniydi ki, kemancı onları karşılayabilmek için var gücüyle yayına sarılmak zorundaydı. Harika kuş! Kemancı onu büyülemek, evcilleştirmek, yakalamak ister gibiydi. Ruhuna girmişti bile; çağrılan cümlecik, kemancının cin tutmuş bedenini bir medyum gibi sarsmaktaydı gerçekten. Swann cümleciğin son bir kez konuşacağını biliyordu. İkiye bölünmüş gibiydi, cümlecikle karşı karşıya kalacağı anın beklentisi, Swann’ı bir hıçkırıkla sarstı; güzel bir dize veya acı bir haber de, yalnız olduğumuzda değil ama, o dizeyi veya haberi dostlarımıza aktarırken, onlarda kendimizi bir başkası, duyarlılığı onları etkileyen biri olarak gördüğümüz zaman bizi aynı hıçkırıkla sarsar. Cümlecik tekrar ortaya çıktı, ama bu sefer, havada bir an, adeta kıpırdamadan asılı kaldı ve sonra tükeniverdi. Böylece Swann, cümleciğin kısacık süresinin tamamını değerlendirmiş oldu. Cümlecik hala oradaydı, sedeflenen bir kabarcık gibi. Parıltısı azalan, sonra artan ve tam yok olmadan önce en parlak noktasına ulaşan bir gökkuşağı gibiydi: Daha önce sergilediği iki renge, prizmanın bütün renklerinde, alacalı çizgiler ekledi ve onlara şarkı söyletti. Swann kıpırdamaya cesaret edemiyordu; elinden gelse öteki insanların hareket etmesini engellerdi; sanki en ufak bir hareketin, o her an yok olabilecek, tabiatüstü, harikulade ve kırılgan büyüyü bozmasından korkuyordu.”

Swann’ların Tarafı, 362

 * * *

Swann’ların Tarafı şöyle biter:

“Eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekânlar âlemine ait değillerdir sadece. O zamanlarki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir ânın özleminden ibarettir; ve evler, yollar, caddeler de heyhat, seneler gibi uçup giderler.”

Swann’ların Tarafı, 439

 

Notlar

Proust, Marcel (1999). Kayıp Zamanın İzinde, Swann’ların Tarafı, çev. Roza Hakmen, 1. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları

 

 

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.