Disiplinlerarasılık

“İki konunun, iki disiplinin, iki kültürün – hatta en uçta, iki galaksinin – çarpışması yaratıcı şanslar doğurmalıdır. Zihinsel etkinliklerin tarihinde bazı büyük atılımlar bu şanslar sayesinde yapılabilmiştir” (Snow, 2010: 107).

İktisat ile Felsefe Arasında

İzmir Atatürk Lisesi’nde okurken, aynı zamanda şair olan psikoloji hocamız Nahit Ulvi Akgün, bir gün, “Matematik çalışırken sıkılırsanız tarihe, psikoloji çalışırken sıkılırsanız fiziğe geçin” demişti. Sevgili hocamızın ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyorum; örtük de olsa bize disiplinlerin kardeş olduğunu fısıldıyordu. O zamanlar, tüm arkadaşlar, örneğin coğrafya ile dolu olan kafamız, kimyaya geçince boşalıyor ve kimyayı aldıktan sonra tekrar dolunca biyolojiye geçmemiz gerekiyordu, diye düşünmüştük.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ndeki lisans eğitimim sırasında zorunlu iktisat disiplininin yanı sıra istatistik ve maliyeyi seçmiştim. Yüksek lisans eğitimim sırasında ise, iktisadi düşünce tarihi ile politik iktisat üzerine yoğunlaşarak emek-değer teorisi ile değer ve bölüşüm üzerine uzmanlaştım, bu alanda iktisadi analizler yaptım.  Politik iktisat hocamız Sencer Divitçioğlu’nun seminerleri, zaman zaman tarih ve antropoloji disiplinleriyle zenginleşerek bir taraftan son derece yüksek soyutlama düzeyinde geçiyor, diğer taraftan da somut ve anlamlı sonuçlara ulaşmamıza neden oluyordu. Sencer Hoca daha sonra iktisadı tamamen bırakacak, tarihe yönelecekti

Yüksek lisans tezime gelince, bu kadar iktisat okumama rağmen, bir arkadaşımın özendirmesiyle, İdris Küçükömer’den Hegel, Montesquieu ve Rousseau’da devlet felsefesi üzerine yazmaya karar verdim. Çok uzak olmamakla birlikte, iktisat ve felsefe doğal olarak farklı okuma biçimleri gerektiriyordu. Hegel’i anlamak için ne kadar çok çalıştığımı unutamam. Ama tuhaftır, iktisat ile felsefe benim için madalyonun iki yüzü gibiydiler; çevirdikçe bir ve aynı görünüyorlardı. İki disiplini kaynaştırmış olmalıydım.

Bu girişi aldığım eğitim itibariyle iktisat bilimi ile tamamlayacak olursam, mevsimlik olarak yayınlanan Toplum Bilim’in 95. sayısından söz etmeliyim.  Başlığı Toplum Bilimlerinden İçeri Bir İktisat olan sayıda, iktisadın bir zamanlar matematikten ziyadesiyle etkilenmiş olması nedeniyle, bir toplumsal bilim olup olmadığı sorgulanıyor ve doğa bilimleriyle insan bilimleri karşısındaki konumu tartışılıyordu. Tartışmaların vardığı nokta ilginçti ve disiplinlerarası işbirliğinin pekişmesi için tüm bilimlerin kendilerini diğerlerine açmalarını öneriyordu (Kış, 2002/2003, Sayı: 95).

 

İnter 1

 

“İki Kültür” ve Ötesi

“İki Kültür” kavramını, 1959 yılında Cambridge Üniversitesi’nde verdiği bir konferans nedeniyle, eğitimini Cambridge’deki Chirst’s College’de kimya doktorası ile tamamlayan, Lord Rutherford tarafından yönetilen ünlü Cavendish Laboratuvarı’nda çalışıp bitirdiği okulda öğretim üyesi olan, önce Sir sonra Lord Charles Percy Snow’a, kısaca C.P. Snow’a, borçluyuz (Collini, 2010: 1,18).

Araştırmacı bir bilim adamı olması, kamu ve özel sektördeki üst düzey yöneticiliği, başarılı bir romancı ve eleştirmenliğiyle öne çıkan Snow’un, bu kadar farklı alanlara dokunabilmesi nedeniyle her kesimden dostu vardı. O her kesime dokunabiliyor, ama özellikle edebiyat ve bilim dünyasındaki dostları birbirlerine dokunamıyor, bırakın dokunmayı birbirlerini çeşitli gerekçelerle küçümsüyorlardı. Zekâca ve toplumsal kökenleri itibariye aralarında ciddi farklar olmayan bu iki grup birbirlerine okyanuslar kadar uzaktı. Snow’a göre iki zıt kutup oluşturan bu gruplardan birini “edebi entelektüeller” diğerini ise öncelikle fizikçilerin temsil ettiği “bilim insanları” oluşturuyordu. Bilim insanı olmayanlar bilim insanlarını küstah ve kendilerini beğenmiş bulma eğilimindedirler, çünkü Rutherford’un gümbür gümbür gelen sesi kulaklarını sağır etmekteydi: “Bilimin kahraman olduğu çağdayız artık! Elizabeth çağındayız!” Öte yandan bilim insanları da edebiyatçı entelektüellerin basiretten zerre kadar nasip almamış olduklarına, sanatı da düşünceyi de varoluş anıyla sınırlamaya çalıştıkları için derinden derine anti-entelektüel olduklarına inanıyorlardı (Snow, 2010: 93-94).

P. C. Snow’a göre, “geleceği hücrelerinde taşıyan” bilim insanlarının oluşturduğu kutupta bilimsel kültür sadece düşünsel anlamda değil, antropolojik anlamda da gerçekten kültürdür ve örneğin bir biyoloğun çağdaş fizik hakkındaki düşüncesi oldukça bulanık olsa da aralarında ortak tavırlar, ortak standartlar, ortak davranışlar ve ortak yaklaşımlar vardır (2010: 99). Edebi entelektüellerin oluşturduğu diğer kutupta tutumların dağılımı daha geniş bir alana yayılır. Bir kez hepsine damgasını vuran ortak tutum, bilimden bihaber olmalarıdır. Eğer bilim insanları geleceği hücrelerinde taşıyorsa, geleneksel kültür, yani edebi entelektüeller keşke gelecek olmasaydı diye cevap verir. Batı dünyasını yöneten kültür, geleneksel kültürdür; bilimsel kültürün ortaya çıkışı bunu ancak çok az değiştirebilmiştir. Bu kutuplaşma herkes için tam kayıptır (Snow, 2010: 100-101).

Bir kutuptaki bilim insanları sanki Dickens son derece karmaşıkmış gibiymiş gibi, “Şey, biraz Dickens okumaya gayret ettim” diyebilmekte, diğer kutuptaki edebi entelektüeller ise Termodinamiğin İkinci Yasası’ndan tamamen habersiz görünmektedirler. Oysa bu yasa aslında “Hiç Shakespeare okudunuz mu?” sorusunun bilimsel eşdeğeri denilebilecek bir sorudur (Snow, 2010: 106).

Snow, söz konusu kültürlerin buluştukları hiçbir yer yok gibi görünmektedir diyerek ve buna üzülerek vakit kaybetmenin gereği olmadığını ifade eder ve ekler: “İki konunun, iki disiplinin, iki kültürün – hatta en uçta, iki galaksinin – çarpışması yaratıcı şanslar doğurmalıdır. Zihinsel etkinliklerin tarihinde bazı büyük atılımlar bu şanslar sayesinde yapılabilmiştir” ( 2010: 106-107).

Yukarıda ifade edildiği gibi edebi entelektüellerin oluşturduğu kültürün – ki buna beşeri kültür[*] de denir –  geleneksel olup bilim kültürüne göre daha eski, bilim kültürünün ise daha “modern” olduğu söylenir. Ancak Wallerstein bu kronolojiye itiraz eder ve modern dünyada ilk ortaya çıkanın bilim kültürü olduğunu, beşeri kültürün ise bilim kültürünün yaratılmasının bir sonucu olduğunu ileri sürer (Wallerstein, 2007: 11). Zaten Snow’a göre de iki kültür simetrik değil hiyerarşiktir ve hangisinin daha yukarıda olduğu hala tartışmalıdır.

Tarihsel olarak bakıldığında ortaçağdaki Avrupa üniversiteleri dört fakülte içermekteydi: Bunlardan ilki ve en önemlisi teoloji, diğerleri ise tıp, hukuk ve felsefeydi. 1500 yılından itibaren teoloji giderek önemini kaybetti ve 19. yüzyılda neredeyse ortadan kayboldu. Zamanla, tıp ve hukuk fakülteleri daha dar kapsamlı biçimde teknik bir hal almaya başladı, felsefe fakülteleri ise kendi içinde uzmanlaşarak büyük bir gelişme gösterdi. Buna rağmen, temel olarak iki fakülte varlığını sürdürdü ve bunlardan ilki edebiyat (ya da beşeri disiplinler / felsefe) fakültesi ikincisi ise fen fakültesi olarak isimlendiriliyordu. Bu ayrımı, 1750 ile 1850 yılları arasında hüküm sürdüğü haliyle birbirlerine çok yakın olarak “felsefe” ile “bilim” şeklinde ifade edebiliriz (Wallerstein, 2013: 24-26).

1850 ile 1945 yılları arasında, tarih, iktisat, siyaset, sosyoloji gibi yeni disiplinlerin ortaya çıkmasıyla, isimlendirme (kültür sayısı), beşeri bilimler (disiplinler) ile doğa bilimlerinin arasına giren sosyal bilimler nedeniyle üçe çıktı. Ancak 1945’ten sonra disiplinler arasındaki sınırlar aşındı ve disiplinlerin birbirleriyle oluşturdukları çeşitli kesişim kümeleri nedeniyle tekrar 1750 – 1850 yılları arasındaki karmaşık duruma geri dönüldü (Wallerstein, 2013: 28-29).

Wallerstein’e göre daha 15. yüzyılda kurumsallaşmaya başlayan bilim kültürü hiyerarşik olarak edebiyat, beşeri disiplinler ya da felsefenin üstündeydi ve bu özellikle 1945-1970 döneminde doruk noktasına ulaştı. Bundan böyle beşeri bilimler kültürel çalışmalarla, doğa bilimleri ise karmaşık (comlexity) sistemlerle ilgilenmeye başlayacaktı ve bu sosyal bilimlere bir çeşit saldırıydı (2007: 13).

19. yüzyıl sonlarından itibaren, özellikle de son 25 / 30 yıldan beri özellikle fizik alanında yapılan çalışmalarla Newtoncu bilime meydan okunmaktadır. Doğa bilimcilerinin geleceği belirlenemez bir şey olarak görmeleri, denge durumlarını istisna şeklinde yorumlamaları, entropinin kaostan düzen yaratacak çatallanmalara neden olduğunu düşünmeleri, kendi kendine organizasyonu maddenin esas süreci olarak görmeleri, fraktallaşmaya yaptıkları vurgu yeni bir bilimin doğuşuna işaretti. Kültürel çalışmalar yapan beşeri bilimciler de tıpkı doğa bilimcileri gibi evrenselciliğe ve determinizme karşı çıkarak bu kervana katıldılar ve böylelikle 19. yüzyılda bilim ile felsefenin birbirlerinden ayrışmasıyla önü kesilen yeni olanaklar belirdi ki biz buna disiplinlerarası işbirliğine dayanan karmaşıklık bilimi diyoruz.

Geçerken ifade etmeliyim ki ülkemizden örnek vermek gerekirse, kuruluşu 1453’lere dayandırılan İstanbul Üniversitesi’nin tarihi Alman hukuk tarihçisi Richard Honig’e göre 1 Mart 1321’e kadar uzanmakta ve bugünkü Merkez Bina’da Roma üniversiteleriyle eşdeğer olan tıp, hukuk, felsefe ve edebiyat fakültelerinin oluşturduğu bir üniversiteden söz edilmektedir (İ.Ü. İnternet Sitesi, 2017). Cumhuriyetin ilanından sonra Darülfünun’dan (Fenler Evi) İstanbul Üniversitesi’ne dönüşen üniversitenin başlangıçta tıp, hukuk, edebiyat ve fen fakülteleri vardır.

 

inter 2

 

Disiplinlerarasılık

Andrew Abbott’a göre Oxford English Dictionary’deki “interdisciplinarity” (disiplinlerarasılık) sözcüğü ilk kez 1937 yılında Journal of Educational Sociology dergisinde geçmesine rağmen Sosyal Bilimler Araştırma Konseyi (SSRC) ve Laura Spelman Rockefeller Vakfı sosyal bilimler arasındaki sınırları kaldırma sorununu 1920’lerin ortasında ele almıştı (2013: 166-167). SSRC’nin 1934’teki on yıllık değerlendirme raporunda, Konsey’in, sosyal fenomenlere yeni bir bakış getiren, ortaya çıkan yeni sorunların çözümünde çeşitli disiplinlerin döllenerek kaynaşmasını sağlayan yeni yöntemlerin doğmasına neden olup sosyal araştırmaların bilimsel niteliklerindeki gelişmelere yol açan disiplinlerarası yaklaşıma özel önem verdiği öne sürülmektedir (Akt: Abbott, 2013: 167).

1950’ler disiplinerarasılık için bir geri çekilme dönemi olduysa da 1960’lar bir maden yatağına dönüştü ve modernleşme paradigması antropoloji, sosyoloji, ekonomi ve politik bilimlerdeki gelişmeleri kapsama alanına aldı (Abbott, 2013: 169). Çünkü ortaya çıkan yeni sorunlar bunu gerekli kılıyordu. Büyüyen nüfus, kadın, kent, yoksulluk, kriminoloji vb. sorunları çözmek için disiplinerarası işbirliğine ihtiyaç vardı.

1993 yılında, aralarında Ilya Prigogine, Immanuel Wallerstein, Richard Lee’nin bulunduğu ve farklı bilim dallarından gelen daha başka önemli bilim insanlarının bir araya gelerek oluşturdukları Gülbenkian Komisyonu çok önemli bir işlev görmüştür. Adını Calouste Gulbenkian Vakfı’ndan alan komisyonun Sosyal Bilimleri Açın adlı 1995 tarihli çalışmasında sosyal bilimlerin gelişimi,18. yüzyıldan 1945’e ve 1945’ten günümüze şeklinde, tarihsel bir bağlam içinde inceleniyor. Rapora göre tarihle ilgilenmek sadece tarihçinin sosyoloji ile ilgilenmek sadece sosyoloğun, ekonomi ile ilgilenmek sadece iktisatçının tekelinde değil; hatta günümüzde, toplumu (ve doğayı) anlamak için demograf, fizikçi, dilbilimci, iktisatçı, matematikçi, sosyolog, vb. birlikte çalışmak durumunda. Komisyon bu öneriyi temellendirmek için, farklı disiplinlerden gelen bilim adamlarını bir araya getiren kurumların yaygınlaştırılmasını, profesörlerin birden çok bölüme atanmasını, doktora öğrencilerinin ise birden çok alanda çalışmalarının gerektiğini öne sürüyor (Wallerstein ve Diğerleri,1998).

Ülkemizdeki önde gelen özel üniversitelerden Sabancı Üniversitesi’nin, Mütevelli Hayati Başkanı Güler Sabancı’nın bir televizyon mülakatında ifade ettiği gibi bu anlayışla kurulmuş olduğunu biliyoruz. Sabancı o mülakatında, üniversitelerinde klasik bölüm anlayışının bulunmadığını, bu modelin herhangi bir Amerikan üniversitesinden alınmadığını, özgün olarak kendileri tarafından ve farklı disiplinlere mensup birçok uzman ve öğretim üyesinin uzun tartışmaları sonunda geliştirildiğini haber veriyordu. Kuşkusuz bunda, kurucu rektör, VI. Araştırma Zirvesi’nde “kaos ve düzen” üzerine ilginç bir sunum yapan, matematikçi, müteveffa Tosun Terzioğlu’nun katkıları çok büyüktür.

Aslında Türk Sosyalizmi’nin Beyefendisi Mehmet Ali Aybar’da, doğa, insan ve toplum bilimleri arasındaki işbirliğinin önemine çoktan varmış, rastlantı ve zorunluluk, öngörülemezlik, karmaşıklık gibi konularla toplumsal düzen arasındaki ilişkinin boyutlarını çözmeye çalışmıştı.

Gulbenkian Komisyonu gibi bir diğer ve hem öncü hem de önemli örnek, karmaşıklık, kendi kendini uyarlayan sistemler ve kaos hakkındaki gelişmeleri tartışmak, bu konulara ilişkin doğa ve insan türünü aydınlatacak teorik bir çerçeve oluşturmak amacıyla 1980’lerin ortasında, ABD’nin New Mexıco eyaletindeki Santa Fe’de kurulan Santa Fe Enstitüsü’dür. Çeşitli bilim dallarından (daha çok fen bilimleri) Nobel Ödülü sahibi birçok bilim adamının bir araya gelerek oluşturduğu topluluğun amacı, “yirmi birinci yüzyılın bilimlerini” yaratmak olarak tanımlanmıştı.

 

inter 3

 

Araştırmacılıkta Disiplinlerarasılık

Araştırmacıların disiplinlerarası işbirliğini önemli ölçüde pekiştirdiğini düşünüyorum. Fizibilite etüdü hazırlamakla başladığım mesleğimizde, demir çelikten mermere, dondurmadan bisküviye, otomotivden biraya kadar çok farklı ve çeşitli sektörlerde, üretim, tüketim, fiyat vb. iktisadi analizlerin yanı sıra, tüketici davranışları, politik tercihler, psikolojik ve sosyolojik analizler yaptım ve tüm meslektaşlarımın da benzer işlerle uğraştığını biliyorum. Çeşitli bilim dallarından gelen uzmanlarla bir potada erittiğimiz araştırmalar disiplinlerarası işbirliğine iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Kuşkusuz, bu kadar çeşitli konuyla meşgul olunca, insanın dünyaya bakışında önemli bazı değişiklikler olabiliyor. Örneğin, hiç uzmanlık alanım olmadığı halde, altı ay gibi süre içinde gerçekleştirdiğimiz bir mermer araştırmasından sonra, girdiğim her yeni mekândaki mermerleri tanımaya başladığımı ve gerek estetik gerekse kullanım alanları hakkında fikir yürüttüğümü hatırlıyorum. Bu konudaki bilgilerim hala yepyeni ve canlı. Bu da bana büyük mutluluk veriyor.

Ürün testi yaparken ürünlerin kimyasal bileşimini, seçmen eğilimleri araştırması yaparken önceki dönemlerdeki seçmen davranışlarının durumunu, vb. bilmek zorundayız. Herhangi bir konuda teklif yazarken, o konu hakkında daha önce yapılmış ve kamuya açık araştırmalardan mutlaka haberdar olmalıyız; aksi takdirde yeni bilgi üretme imkânımız olmaz. Önceden geliştirilmiş Mc Modeller – özel ve standart –  hariç, eğer biz yeni bir model geliştireceksek, bir iktisatçı, bir matematikçi, bir sosyolog ya da psikologla çalışmak durumundayız. Hatta davranış psikolojisi söz konusu olunca belki de bir biyoloğa bile ihtiyacımız olabilir.

Biz araştırmacılar, eninde sonunda günlük insan davranışlarıyla ilgileniyoruz ve insan davranışları son derece karmaşık. Bir model kurarken en ideali, tüm davranışların nedenlerini ölçebilecek bir alet kutusu geliştirebilmek, ama maalesef bu mümkün olmuyor ve ölçülmeyen bir davranışın nedeni, sorunun can alıcı noktasını teşkil edebiliyor. İşte o zaman farklı veri toplama teknikleri ve analizlerine başvurarak sorunu çözmeye çalıyor, yani sorunlara farklı açılardan bakabiliyoruz.     

     

Notlar

[*] Beşeri kültür, beşer disiplinler ya da beşeri bilimler, aslında İngilizce “humanities”in karşılığı olarak kullanılmakta olup “bilim – science” sözcüğünü içermez ve insan düşüncesi ve kültürüyle ilgili bilgi alanlarını, yani felsefe, edebiyat ve sanatı içerir. Bu bakımdan sosyal bilimlerden (social sciences) farklı bir yerde görülmelidir.

Abbott, Andrew (2013). Disiplinlerin Kaosu, çev. Sabri Gürses, İstanbul; Küre Yayınları.

Gulbenkian Komisyonu (1996). Sosyal Bilimleri Açın, çev. Şirin Tekeli: İstanbul:  Metis Yayınları.

Snow, C.P. (2010). İki Kültür, çev. Tuncay Birkan, Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.

Stefan Collini (2010). İki Kültür içinde, çev. Tuncay Birkan, Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.

Toplum ve Bilim (2002). Toplum Bilimlerinden İçeri Bir İktisat, Kış, 2002/2003, Sayı: 95.

Wallerstein. Immanuel ve Lee, E. Richard (2007). İki Kültürü Aşmak, çev. Aysun Babacan, İstanbul: Metis Yayınları.

Wallersetin, Immauel (2013). Bilginin Belirsizlikleri, çev. Berivan Alataş, İstanbul: Sümer Yayıncılık.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.