Nostalji: Güzel İzmir

Alsancak Gündoğdu Meydanı’nda yer yerinden oynuyor, “Her yer Taksim, her yer direniş” nidaları göklere yükseliyordu. Güneş, Karşıyaka sırtlarından batmakla batmamak arasında mütereddit, gökyüzünü mor ve ala boyamaya devam ediyor, ses ve renk harmonisinin ortaya çıkardığı tablo insana huzur veriyordu. Güneşin de Gezi Parkı Direnişi’ne katıldığı izlenimini veren tablo, ressamın fırçasından çıkmış gibiydi. Takvim 31 Mayıs 2014’ü gösteriyordu. İzmir, çok, ama çok güzeldi.

* * *

– “Ne içeceksiniz abi?”

– “Rakı.”

– “Kusura bakmayın, arkadaşım biraya dönüyor. Bizim de neredeyse yarım şişemiz –  nereden baksanız 25 cc – var. Rakımız ziyan olmasın. Siz de içebilirsiniz.”

– “Güzel İzmir.”

fotograf

 

Eşim Ayşenle birlikte iki günden beri güzel İzmirdeydik ve çocukluğumda gazetelerde okuduğumuz şu habere konu olan otelde kalıyorduk: “Büyük sanatçımız Zeki Müren İzmir Enternasyonal Fuarı’nda vereceği konserler için geldiği şehrimizin otellerinden Büyük Efes Oteli’nin kral dairesine yerleşti.”

Eski ve yeni hallerinde daha önce birer kez kaldığım ve çocukluğumda efsane olan, şimdiki adıyla Swissôtel / Büyük Efes’in açık havuzu da efsanedir. Havuzlar genellikle boylamasına yüzüldüğünde derinleşir ya da sığlaşır. Büyük Efes’te durum tam tersinedir ve enlemesine yüzerseniz derinleştiğini ya da sığlaştığını fark edersiniz. Yan alt tarafında “Aquarium” adında bir lokanta bulunan havuzun 2.74m’lik derin kısmındaki pencerelerden, yüzerken yemek yiyenleri, yemek yerken ise yüzenleri seyredebilirsiniz. Zaten lokantanın adının Aquarium olmasının nedeni de budur. Güzel İzmir’in güzel oteli.

* * *

İzmir’de oturan kardeşim Müjdat, İzmir’e gelip de otelde kaldığımızı öğrenince, bunun nedenini epeyce sorguladı, ama tatilde olduğumuza ikna olunca, bizi önce evinde ağırladı, sonra da Alaçatı ve Çeşme’ye götürdü. Akhisar’da oturan kardeşim Cahit, İzmir’e geldiğimizi duyunca bir otobüse atladığı gibi Müjdatlara gelmiş, hep beraber, Canan’ın hazırladığı zengin sofrada şişenin dibini bulmuştuk. Cahit, babamın geleneğini sürdürerek – babam Sahir, özellikle Çarşamba günleri böyle kalabalık sofraya oturulduğunda, o anı paylaşmak için, beni, Müjdat’ı ve Uğur’u telefonla arar, hal hatır sorardı – şimdi Kanada’da olan en küçük kardeşimiz Uğur’u aramamız için ısrar edince, sohbet iyice derinleşti. Saat 2.00’ye doğru otele döndüğümüzde etraf ıpıssızdı. Issız ve güzel İzmir.

* * *

Ertesi gün hepimiz, çocuklar Pelin ve Sinan da dahil otelde bir güzel kahvaltı yaptık. Sonra da beş yetişkin Alaçatı ve Çeşme’ye yola çıktık. Daha İzmir’den yeni çıkmıştık ki, çakan şimşekler ve arkasından gümbürdeyen gökyüzü bize engel olmak için elinden geleni yaptıysa da, yolumuzdan dönmemeye kararlıydık. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur öylesine gürültü koparıyordu ki, otomobilin içinde birbirimizi duymak için bağırmaya başlamıştık. Gök yarılmış, kendini yolumuzun üzerine seriyordu. Bir süre sonra yağmur dinecek, güneş kendini gösterecek ve yüzümüzde açan güller etrafa ışık saçacaktı – ne biçim bir gülse artık. Alaçatı’ya vardığımızda etraf apaydınlık, hava sıcacıktı. Alaçatı’yı beğendik, Çeşme’yi – yaklaşık 45 yıl önce gittiğimde bir köy olan Çeşme’yi  – beğenmedik. Alaçatı’da yaşanır mı? Evet, ama çok fazla steril, daha doğrusu yapay – İstanbul’daki özel siteler gibi – geldiğini söylemeden edemeyeceğim.

* * *

Son gün kardeş torunları olduğum Asuman ile Gürkan bizi otelimizden alıp Çeşmealtı’na götürerek salaş bir balıkçıda balık yedirirlerken gözlerinin içi gülüyordu; yıllardan beri bizi ağırlamak için ellerine geçen fırsata sevinerek.

* * *

Artık dönüş vakti gelmişti. İlk gün, önce hediyelik eşya satan küçük ve şirin dükkânında teyzemin kızı Seda’yı, sonra teyzem ve Şükran Abla ile küçük torunları Bora ve Duru’yu ziyaret ettiğimiz İzmir seyahatimiz bitmişti. Teyzemle karşılaştığımızda her zaman olduğu gibi 5 yıl önce kaybettiğimiz annemi hatırlamış, hüngür hüngür ağlamıştık. Teyzem benim, öptüğüm elleri anneminkilerine o kadar benziyordu ki, çay verirken bakmakla bakmamak arası mütereddit, içimi çekiyordum.

 

Resim1

 

Yaklaşık 42 yıl önce İzmir Atatürk Lisesi’nde yatılı okurken – lisemiz İzmir Enternasyonal Fuarı’nın Lozan ve Montrö kapılarının karşısında, kaldığımız otele yaklaşık 5 dakikalık mesafededir – teneffüslerde etrafı dolaşmaya çıktığımızda mesafeler uzun gelir, ders ya da etüde yetişmek için koşar adımlarla yürürdük. Eşim Ayşen, otelden ünlü Sevinç ve Reyhan pastanelerine ne kadar zamanda gidebileceğimiz sorduğunda, aklımda 42 yıl öncesinin zaman ve mekânı, hep uzun zaman dilimleri hesaplamıştım. Oysa, Kayıp Zamanın İzinde koşan Marcel Proust’tan biliyordum: 

“Eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekânlar âlemine ait değillerdir sadece. O zamanlarki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir ânın özleminden ibarettir; ve evler, yollar, caddeler de heyhat, seneler gibi uçup giderler.”

Swann’ ların Tarafı, 439

Ben yine de Reyhan Pastanesi’den otelimize dönerken lisemizin önüne geldiğimizde, ana binanın üst katlarındaki yatakhanelere bir bakış fırlatarak gölgelerinden ayakta dolaştıkları anlaşılan öğrenicilere bir selam gönderdim; omuzunda havlusu, ağzında diş fırçasıyla arkadaşları Taner, Fikret ve Cumhur ile birlikte sohbet ederek merdivenleri çıkmakta olan Bülent’e burada olduğumu haber versinler diye…

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.