Zamanı Değiştiren Adamlar

“Işıldayan ayın göründüğü pencereye baktı ve şöyle dedi: ‘Ama şunu anlamıyorum… Nasıl sürekli gece yarısı oluyor burada, oysa çoktan sabah olmuş olmalıydı? ‘Bayram gecesini biraz uzatmak hoş bir şeydir’ dedi Woland.”

Mihail Bulgakov, Üstat ile Margarita

“Ayar istasyonları, saatleri durmuş hanımların ve beylerin saatlerinin ayarlarını düzeltmek için yol üstünde uğrayacakları küçük yerlerdi. Burada genç hanımlar, beylerin, genç ve güzel delikanlılar da hanımların saatlerini küçük bir makbuz mukabili bir ücretle kurup ayarlayacaklardı. Şehrin kibar ve zengin semtlerinde kalabalık caddelerinde açılacak ilk istasyonlardan sonra yavaş yavaş daha derine, mahalle içlerine kadar girecekti. Nitekim ilk iki istasyonumuzu Galatasaray’la Teşvikiye’de açtık.”

Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü

En Uzun Gün

Kırklareli, Demirköy civarında ormanlık alandaki lokantaya girdiğimde duvardaki saat tam bir buçuğu gösteriyor, kıştan kalma soğuk bir rüzgâr lokantanın kapısını hafifçe dövüyor, sallanan kapı bir içeriye bir dışarıya gidip gelirken gacur gıcır ses çıkarıyordu. Lokantanın sahibi pencere kenarında oturduğu sandalyeden dışarıyı seyrediyor, garson ise bankın arkasında elindeki bardağı kuruluyordu. Dışarda temiz, pırıl pırıl, ama soğuk bir hava vardı. Rüzgârın dövdüğü ağaçlar selam verircesine eğilirken tiz bir ıslık çalıyordu.

Lokantacı beni görür görmez yerinden kalktı ve bana doğru birkaç adım atarak konuşmaya susamış gibi hızla söze girdi. Bir yandan konuşuyor, diğer yandan oturmam için çektiği sandalyeyi tutuyordu.

  • Hoş gelmişsin be abi, buyur otur, dedi o güzelim Trakya şivesiyle.
  • Sağ olasın, hoş bulduk, dedim gülerek.
  • Ne yersin be yav, dedi şen şakrak. Şakşuka var, muska böreciği var, köfte hemen hazır olur, ekmeğimiz de taze. Bir de salata yaptım mı, tamamdır.
  • Köfte ve salata yeter, dedim hızla. Vaktim yok. İstanbul’a dönmem lazım, diye devam ettim.
  • Dönersin be yav, dedi merakla. Ne işin var ki? İş bitmez abem, iş bitmez. Otur da biraz soluklan. Yorulmuşsundur. Oğlum bak abine.
  • Tamam usta, geldim, diye ünledi garson koşarak.
  • Yoruldum ama değdi, işlerimin önemli bir kısmını tamamladım, dedim sandalyeye otururken.
  • İyi iyi, biraz sohbet ederiz, dedi sağ eliyle tuttuğu sandalyesini oturduğum masaya doğru sürükleyerek.
  • Yalnız çabuk olsun, önümde iki buçuk saatim var, dedim çabucak.
  • Tamam be abem, dedi sesini biraz yükselterek. Bir saat tutturmuşsun, gidiyorsun. Seni istediğin yere istediğin zamanda yetiştiririz, merak etme. Yoksa sen da vakit nakittir diyenlerden misin?
  • Yo, ne münasebet, tam tersine ben vakti uzatmaya, hatta eğer yapabilirsem yok etmeye çalışanlardanım, dedim.
  • Yok etmeye ha, dedi şaşkın şaşkın. Zamanı uzatanları duydum da yok edenleri duymamıştım. İlginç, çok ilginç. Zaman yok olursa ne olur acaba? Hiç ama hiç düşünmemiştim.
  • Bunlar derin mevzular, dedim. Zaman yok olursa ne olur? Sorusuna cevap vermek için vakit lazım. Benim vaktim yok.
  • Ha zaman ha vakit, dedi meraklı gözlerle. İkisi de aynı şey değil mi?
  • Tabii ki aynı, dedim hızlı hızlı mevzuyu kapatmak için.

Garson bir servis açıp bankın arkasına geçerek bir elinde bir şişe su, diğer elinde de bir şişe yetmişlik rakı ile döndüğünde hemen itiraz ettim.

  • Vaktimin çok az olduğunu söylemiştim, dedim. Üstelik saat daha bir buçuk. Akşam olsa neyse. Lütfen rakıyı geri götürür müsün?
  • Bir dublecikten bir şey olmaz be yav, dedi ve hem de iki laf ederiz, diye devam etti. Konuşmaya susadığı her halinden belli oluyordu.
  • Dedim ya akşam olsa neyse, bir dahaki sefere söz, dedim. Şişenin dibini buluruz.
  • Akşam olsa dediydin galiba, dedi dudaklarında incecik bir tebessümle. Akşam olsa içer miydin?
  • İçerdim, dedim.

Şöyle bir etrafına bakındı. Ayağa kalktı. Durduğu yerde yüz seksen derece döndü, döndü ve parlayan gözlerle garsona seslendi:

  • Oğlum bana bak, dedi maden bulmuş bir yüz ifadesiyle. Bana bak, çabuk, çabuk. Duvarda duran şu saati çıkarıp bana getirir misin? Hemen, hemen.
  • Ne o usta, saat bozuk mu yoksa? dedi garson gıcık bir sesle.
  • Len oğlum sen getir, dedi. Ben ne yapacağımı biliyorum.

Lokantacı garsonun getirdiği saati eline aldı evirip çevirerek arkasındaki kurma kolunu buldu, uzunca bir süre çevirdi ve bana doğru uzatarak ünledi:

  • Dört buçuk yaptım, yeter mi? dedi. Şimdi içebilir misin? Öğlen vakti içmem demiştin de. Haydi vakti uzatalım. Şimdi bana zamanın nasıl yok edileceğini anlatacaksın. Gördüğün gibi ben zamanı değiştirebiliyorum ama yok edemiyorum. Orada hep öyle duruyor.

Lokantadan çıktığımda rüzgâr durmuş, ortalık buz kesmiş, yıldızlar batmış, güneş ışınlarını etrafa fışkırtarak kendini göstermeye çalışıyordu. Zaman, önce kısaltıp sonra uzatmış, hatta âlemelere dalarak genişletmiş olmamıza rağmen, biz anlayamadan su gibi akıp – çekip – gitmişti.

Çan Kulesindeki Şeytan[i]

Bir Hollanda kasabası olanVondervotteimittiss[ii] bir zamanlar dünyanın en güzel köşelerinden birisiydi. Ana yollardan epeyce uzak bir köşede kurulmuş olan kasabanın isminin etimolojisi hayli karışıktı.[iii]

En yaşlısının bile kasabanın hiçbir kesiminde herhangi bir değişiklik olduğunu hatırlamadığı Vondervotteimittiss halkından hiç kimse etrafını çepeçevre saran alçak tepeleri aşmayı aklından bile geçirmemişti, çünkü tepelerin ötesinde hiçbir şey bulunmadığına inanmaları için çok nedenleri vardı. Vadinin eteklerini yan yana dizilmiş olarak çepeçevre çeviren altmış küçük evin her birinin önünde küçük bir bahçe, bir saat kadranı ve dört lahana bulunurdu. Her biri birbirinin aynısı olan evler çok eski zamanlarda inşa edilmişlerdi ve ressamın fırçasından çıkmış tablo gibi görünürlerdi. Ateşte sertleştirilmiş uçları siyah olan kırmızı tuğlalardan yapılan evlerin duvarları büyük bir satranç tahtasına benzerdi ve pencereleri çok sayıda çerçevesi ve çok küçük camlarıyla dar ve derindi.

Evlerin içleri de dışarı gibi birbirine benzerdi ve mobilyalar tek bir modele göre yapılmıştı. Zeminler kara çini döşeli, masalar siyah renkli ve ağaçtan, sandalyeler ince ve kıvrık bacaklıydı. Şömine rafları yüksek ve geniş, üstünde yeri göğü inleten bir saat, saatin iki yanında da içinde lahana bulunan iki saksı bulunurdu. Harlı yanan ocakta içinde lahana turşusu ve domuz eti bulunan bir kazan, başında da mavi gözlü, kıpkırmızı suratlı, ufak tefek, şişman ve yaşlı evin hanımı dikilirdi. Sol elinde ağır ve küçük bir Hollanda saati, sağ elinde ise lahana turşusu ile domuz etini karıştırdığı bir kepçe bulunurdu. Yanında da, oğlanlara eğlence olsun diye kuyruğuna yaldızlı bir oyuncak saat bağladıkları tombul bir tekir kedi dururdu.

Bahçede domuzlara göz kulak olan üç oğlanın da ağızlarında birer pipo, sağ ellerinde de şişkin küçük bir saat vardı. Evin reisi kapının önündeki masanın başındaki koltuğa kurulmuş, iri yuvarlak gözlü, hayli şişman, çift kat gerdanlı, ufak tefek yaşlı bir beydi. Ağzındaki piposu oğlanlarınkinden biraz büyüktü. Kuşkusuz onun da saati vardı, ama o saatini cebinde taşırdı. Sağ bacağını sol dizinin üzerine atarak gözlerinden hiç olmazsa birini büyük bir kararlılıkla düzlüğün ortasındaki çan kulesine dikerdi. Altmış küçük evdeki hane halkının çizdiği tablo hemen hemen böyle olurdu. Çan kulesinin içindeki saat “on iki” demenin uygun olduğunu düşündüğünde bütün sadık izleyicileri aynı anda ağızlarını açıp ona yankı verirlerdi. Her şey “tik tak”, “tik tak”, saat gibi işlemekteydi ve lahana turşusu düşkünü iyi kalpli Vondervotteimittissliler saatleriyle gurur duyarlardı.

Kasabanın bilge sakinlerinin bir deyişi vardı: “Tepelerin öte tarafından hayırlı bir şey gelmez.” Öyle görünüyordu ki, bu sözler kehanet içeriyordu. Nitekim bir gün önce kasabanın doğu yönündeki tepelerinin ardından tuhaf görünüşlü bir şey belirdiğinde saat on ikiye beş vardı. Biraz önce sözünü ettiğim koltuğuna kurulmuş ve bir gözünü çan kulesindeki saate dikmiş olan yaşlı bey diğer gözünü bu şeye çevirdi. Saat o ikiye üç kala bu tuhaf şeyin kısa boylu, yabancı görünüşlü biri olduğu anlaşıldı. Vondervotteimittiss’te bugüne dek görülen en dikkat çekici ufak tefek adamın yüzü tütün renginde, burnu uzun ve eğri, gözleri nohut gibi, ağzı kocaman, göstermeye hevesli olduğu dişleri mükemmeldi; sırıttığında ağzı kulaklarına varıyordu. Ama küstah ve sinsi bir görünümü vardı. Ve saat tam on ikiye yarım dakika kala iyi yürekli kasabalıların gözleri önünde ve saat bakıcısının korkulu bakışları karşısında bir güvercin taklasıyla çan kulesine konuverir. Sonra da saat bakıcısını bir güzel pataklar.

Nihayet kulenin çanı vurmaya başlar: “Bir!” dedi saat. “Bir” diye yansıladı Vondervotteimittiss’teki koltuklarına kurulmuş ufak tefek yaşlı beylerin her biri. Bunu karılarının ve çocuklarının kol saatleriyle kedi ve domuzların kuyruklarındaki oyuncak saatler de aynen tekrarladı. Ve bu, saatin “on iki” demesine kadar huşu içinde devam etti.

Ve sonunda, “On üç!” dedi çan. “Şeytan” dedi koltuklarındaki yaşlı beyler soluk almakta zorlanarak. “On üç! On üç! Tanrım.”

Ve olanlar oldu! Her şey alt üst oldu! Bütün Vondervotteimittiss anında acınası bir karışıklığın içine sürükleniverdi. Çocukların karınları acıktı, kadınlar lahana turşularının paçavraya dönmüş olacağını haykırdı, beylerin pipoları söndü, lahanalar kızardı, mobilyalara oyulmuş saatler dans etmeye başladı, şömine raflarındaki saatler on üçü vurdu, kediler, domuzlar ve köpekler cıyakladı…

Yabancı çan kulesinde sırt üstü yatmakta olan görevlinin üzerine oturmuş, çanın ipini dişlerinin arasına almış, başını bir yana bir yana çevirerek büyük bir gürültü çıkarmaktaydı. Sanki Şeytan saat kılığına girmiş ve her şeyi ele geçirmişti…

Saat Zamanın Tekerine Çomak Sokmak

Gerek başımdan geçen olayda gerekse Poe’nun öyküsünde saat zaman alt üst edilmiş, akıp giden zamana vurulan darbe, yepyeni zamansallıkların habercisi olmuştur.

Zamanın alt üst edilmesine güzel bir örnek 1995 Mayıs’ında Zapatista’nın Meksika hükümetiyle müzakereleri sırasında gerçekleşmiştir. Hükümet yetkilileri Zapatistalara bir teklif yapıp hemen cevap beklemiş, gel gelelim Zapatistalar topluluklarıyla görüşmeleri gerektiği için cevap vermelerinin biraz zaman alacağını söylemiştir. Çünkü onların, yerliler olarak, anlama, karar verme ve uzlaşmaya vermeye ritimleri ve yöntemleri vardır. Bunun üzerine, hükümet yetkilileri, Zapatistaları kollarındaki Japon marka saatleri öne sürerek, nasıl oluyor da yerli saat taktıklarını sorarlar. Yoksa yerli saatleri Japonya’dan mı geliyordur? Zapatistaların cevabı şöyle olur: “Öğrenmemişsiniz. Bizi tersten anlıyorsunuz. Zamanı kullanırız biz, saatleri değil” (Akt. Horvat, 2021: 180).

Bizi Kairos’a götüren bu süreci ileride ayrıntılı olarak inceleyeceğim.

Kaynakça

Poe, Edgar Allan (2015). Bütün Öyküleri / Cilt 1, çev. Hasan Fehmi Nemli, İstanbul: İletişim Yayınları.

Horvat, Srecko ( 2021). Gelecekten Gelen Şiir, çev. M. Taha Tunç, İstanbul: Kolektif Kitap


[i] (Poe, 2015: 599-607).

[ii] Wonder what time it is? Acaba saat kaç?

[iii] Uzatmamak için burada yazmayı düşünmediğim Vondervotteimittiss’in etimolojisini öğrenmek ve kahkahalarla gülmek için lütfen Edgar Allan Poe’nun bu öyküsünün tamamını okuyunuz.

, , , , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.