Asi

Mahallemize yeni taşınmışlardı. Ara sıra sokağa çıkıyor, tek başına oynuyor ve biz erkekler daha bakmaya doyamadan kısa bir sonra evine giriyordu. Bu davranışı ona bir gizem katıyor, merakımızı arttırıyor, aramızda bazı dedikodulara neden oluyordu. Cin miydi peri mi, yoksa peri padişahının kızı mı? Neden kimseyle konuşmuyor, neden tek başına oynuyor, neden bir kız arkadaşı bile yok diye söylenip duruyorduk. Eğer mahallenin kızlarından biriyle arkadaşlık yapmış olsaydı, onu devreye sokup konuşma zemini yaratabilirdik.

Ama bir süre böyle bir zemin yaratamadığımız gibi altımızdaki zeminin de kaymasına mani olamadık. Uzaklardan bir çember halinde bulunduğu noktaya doğru bir yay hareketi başlatmaya çalışıyor ama altımızdaki zeminin kayması nedeniyle alt üst oluyorduk. Aslında olan bir eksen kaymasıydı. Eksenimiz diğer kızlardan ona doğru kaymış, altımızdaki zemin oynamıştı. Zemini kendi çıkarları doğrultusunda ve kendi yönlerine doğru tamir etmeye çalışan diğer kızlar bizim direnmelerimiz karşısında bunda başarılı olamıyorlar, yüzleri asık bir vaziyette etrafta kalabalık edip duruyorlardı. Onu kıskandıkları besbelliydi. O ise bunlardan habersiz genellikle tek başına, ara sıra Ayşe ile ve kısa bir süre oynayıp evine dönüyordu. Deli oluyorduk.

Hafta sonuna denk gelen ılık ve hafif rüzgârlı bir ilkbahar sabahı erkenden kalkmış, kahvaltımı hızla yaptıktan sonra sessizce evden çıkmış, evinin bulunduğu sokağı uzaktan rahatça gözetleyebileceğim bir yer bulmaya çalışıyordum. O da ne, tüm erkek çocuklar erken kalkmışlar, kendilerine bir yer bularak uzun bekleyişe geçmişlerdi bile. Metin kararlıydı. Bir gün önce Ayşe ile konuşmuş onu birlikte oynamaya ikna etmesini istemiş, işi tehdide kadar vardırmıştı. Böylelikle, belki de o da, onunla oynama imkânına kavuşacaktı.

Biz böyle bekleşip dururken aniden evinden çıktı ve bize doğru yürümeye başladı. Hepimizin kalbi küt küt atıyordu. Yoksa Ayşe meseleyi halletmiş miydi?

Üzerinde gecelikle elbise arası çiçekli ve kısa bir giyecek vardı. Saçları altın sarısı, gözleri yağmur sonrası yaprak yeşili, kaşları kalem gibiydi. Bize doğru yaklaştıkça hatları daha da belirginleşiyor, güzelliği soyulan bir sulu elma gibi ortaya çıkıyordu. Rüyadaydık.

Ali’nin “Oğlum bize doğru mu geliyor yoksa bana mı öyle geliyor? Çimdikle beni de uyanayım şu rüyadan” şeklindeki fısıldaşmasına Metin “hayır oğlum, gördüğün bir gerçek ve bu durum benim eserim. Dün Ayşe’ye görünmeseydim, şimdi bu sahne gerçekleşmeyecek, biz de kös kös çukur ya da üçgen oynayacaktık” diye cevap veriyordu.

Bize doğru yürümeye devam ediyordu. Bir ara esen çapkın bir rüzgâr saçlarını dalgalandırdı, eteğini hafifçe havalandırdı. Sağ eliyle eteğini, sol eliyle de saçlarını düzeltmeye çalışırken Yunan tanrıçalarını andırıyordu. Zaman geriye doğru uzamıştı. Yaklaştı, yaklaştı ve en önde duran bana, “Saklambaç oynayalım mı” diye şarkı – şiir arası gibi bir ses çıkardı. Geriye uzanan zaman ileri hareket etti ve yanı başımızda zınk diye durdu.

Çıt çıkmıyordu. Bir süre hepimiz sessizliği dinledik. Sonra çirkin bir karganın çirkin sesi bu mistik havayı bozdu. İyi de olmuş, konuşmak için fırsat doğmuştu. “Teşekkür ederim karga kardeş, çok teşekkür ederim” diye içimden, “tabi neden olmasın, kim ebe olacak arkadaşlar” diye de dışımdan seslendim. Herkes bir ağızdan, oynayacağımız oyun bir kız oyunu olmasına rağmen “Ben” dedi. Zaman geri gelmişti.

Uzun lafın kısası adı Asi olan bu gizemli güzel kızı nihayet grubumuza sokma cesaret ve başarısını gösterebilmiştik. Oyun başladı. Altı kişiydik, üç erkek ve üç kız. Ben, Ali, Metin, Asi, Ayşe ve Nalan. Ebe bendim. Yüzümü mahallemizin o güzelim akasya ağacına dayadıktan sonra ona kadar saydım ve “Önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe” diyerek saklananları aramaya başladım. Aslında saklananları değil, sadece Asi’yi arıyor, ama daha önce bir evin bulunduğu ve bizim yıkıklık dediğimiz tümsekliğin arkasında uzanan ormanlık alana saklandığı için bir türlü bulamıyordum. Birkaç kez tekrarladığımız saklambaçtan sonra yine bir kız oyunu olan yakar topa geçtik. Tay gibi koşuyor, ceylan gibi sekiyor, yay gibi zıplıyordu. Mübarek insan değil, adeta bir “süpergirl “dü. Topu tuttuğumuzda çoktan uzaklara kaçmış oluyor, dolayısıyla bir türlü vurulmuyordu.

Yakar toptan sıkılıp tekrar saklambaç oynamaya geçtiğimizde zamanın su gibi aktığını annelerimizin sokak kapılarına çıkıp öğlen yemeği için seslendiklerinde anlamıştık. Bir araya toplandık ve saat üçte buluşmak üzere ayrıldık.

Hızla yediğim öğlen yemeğinden sonra beklemeye başladım. İki de bir dedemin köstekli saatine bakıyor, zamanı kaçırmamak için kıvranıyordum, ama meret zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Olsun, ben saat iki de çıkar, belki de Asi ile önceden buluşma imkânına sahip olurum diye düşünmeye başladım, ama zaman yine de geçmiyordu. Uzuyor, hatta uzaklaşıyordu; tıpkı büyük patlamadan sonra uzaklaşan galaksiler gibi. Geri getirmek için kendime olmadık işler çıkarıyor, babaannemle konuşuyor, anneme yanaşıyor, kardeşimle oynamaya çalışıyor ama onu düşünmek için yalnız kalmak istediğimden, namussuz zaman beni hüzünlere gark ederek hep aynı yerde durup duruyordu.

Saat iki bile olmadan sokaktaydım. Tabii Ali ile Metin ve sabahki seansımıza katılmayan Mustafa ile Mehmet sokakta kol geziyor, kızlar ise henüz ortalıkta görünmüyordu. Güç bela saat üç oldu ve kızlar da ortaya çıktılar.

Hava dönmüş, rüzgâr hızını arttırmıştı. Ne gam, isterse fırtınalar kopsun ya da karlar yağsın, fark etmezdi; oyunlar kaldığı yerden devam edecekti. Olimpiyat oyunlarıydı mübarek.

Saklambaç başladı. Sekiz kişi olmuştuk. Üçüncü oyunda ebe oldum ve “Sağım solum, önüm arkam sobe, saklanmayan ebe” diye bir nara atarak gözlerimi açtım ve saklananları aramaya başladım. İlerideki çalılıkların arkasında bir hışırtı duydum. İki kişi fısıldaşıyordu. Avına yaklaşan bir aslan sessizliği ve çevikliğiyle çalılığın arkasını dolandım, yaklaşmaya başladım. Ayşe’nin yüzü bana dönük olduğu için sağ elimin işaret parmağını ağzımla burnumun istikametinde yukarıya doğru götürerek sus işareti yaptım. Asi durumdan habersiz, bir adım geri, ben ise bir adım ileri attım. Ayşe’nin “arkanda” sesiyle irkilen Asi tekrar bir adım geri atarak aniden geriye dönünce aramızdaki mesafe yok oldu ve kısa pantolonlu olduğum için bacaklarımı bacaklarında, göğsümü göğsünde, yüzümü ise yüzünde hissettim. Burnuma değen saçları taze ilkbahar yağmurları gibi kokuyordu. Bir adım ger attı. Yüzünün kızardığını görüyor, yüzümün kızardığını hissediyordum. Zaman yine yanı başımızda zınk diye durmuştu. Önce o toparlandı ve bir ok gibi fırlayarak yüzümü koyduğum akasya ağacına doğru koşmaya başladı. Sobeyi o yapmıştı. Zaman geri geldi.

Birkaç hafta sonra okullar kapandı ve oynamak için daha fazla vakit yaratmaya başladık. Giderek ısınan hava öğleden sonrası buluşmalarımızı saat dörde ertelememize neden oluyordu. Tam karşımızdaki evin duvarlarının gölgesinin yola düşmeye başladığı saat dört civarında evden çıkıyor, kaldırıma oturarak onu bekliyordum. Önce o, sonra diğer arkadaşlarım geliyor ve hepimiz on yaş civarında olmamıza rağmen büyümüş de küçülmüş insanlar gibi derin sohbetlere dalıyorduk. Duvarın gölgesi tüm yolu kapladığında da oyunlar başlıyordu. Böyle kim bilir kaç sohbet ve oyun devirdik? Dostoyevski sohbetlerimizden bir roman çıkarırdı, eminim. Tüm yaz böyle geçti; rüzgâr gibi.

Sonbahar ağaçların yapraklarını dökerek geldiğinde, güneş gönderdiği altın sarısı ışıklarıyla karşımızdaki evin duvarının gölgesini daha erken saatlerde yola düşürüyor, küçük öbek halinde toplaşarak oturduğumuz kaldırımda yaptığımız derin sohbetlerin kısalmasına neden oluyordu.

Nihayet hazan mevsimi gelmiş, okullar açılmıştı. Asi başka bir okula gittiği için artık daha az görüşür olmuştuk. Bir gün okul dönüşü Asi’lerin evinin önünden geçerken bir kamyon gördüm. Birkaç adam eşya yüklüyordu. Hızla eve gidip çantamı bırakarak tekrar dışarıya çıktığımda Metin ile Ayşe başları öne eğik bana doğru geliyorlardı. “Gidiyor” dedi Metin. “Kim” dedim. “O” dedi. “Kim o” dedim. “Asi” dedi. O sırada Asi’lerin evinin önüne gelmiştik. Nalan, Mustafa, Mehmet, hatta Asi’yi sevmeyen Fatoş bile oradaydı. Önce annesi sonra Asi çıktı. İlginç biçimde daha önce hiç görmediğim babası da oradaydı. Evet gidiyorlardı. Babasının işleri iyi gitmediği için ani bir kararla memleketlerine dönüyorlardı. Zaman yine gelip yanı başımızda zınk diye durmuştu. Algılamakta güçlük çekiyordum. Hıçkırıklarım boğazımda düğümlenmiş, kaskatı kesilmiştim.

Birden bire annesinin elini bırakan Asi etekleri uçuşarak bize doğru koşmaya başladı ve önümüzde durarak elinde tuttuğu ikiye katlanmış küçük bir gazete parçasını yağmurdan sonraki yaprak yeşili gözlerini gözlerime dikerek bana uzattı. Kaskatı kesildiğim için elimi bile uzatamıyordum. Metin elini uzattı ve aldı. “Onun için” dedi ve geriye dönüp koşarak uzaklaştı. Koşarken etekleri uçuşuyor, saçları güneşin altın sarısı ışıklarıyla pırıl pırıl parlıyor, etrafa taze ilkbahar yağmurlarının kokusunu yayıyordu.

Asi’yi bir daha görmedim.

Yıllar sonra beklenmedik bir biçimde annemi kaybettiğimde, evindeki eşyalarını kurcalarken bir dua kitabının içinde o küçük gazete parçasını gördüm. Sararmıştı. Elime alıp açtığımda ortalık taze ilkbahar yağmurları gibi kokmaya başladı. Altın sarısı bir tutam saç ellerime dökülüverdi.

Şimdi bu dua kitabını kütüphanemin en üst rafındaki kitaplarımın üstünde saklıyorum. İçindeki o sararmış gazete parçasına sarılmış bir tutam altın sarısı saçla birlikte.

 

Asi 1

Üzerine tıklayınız!

 

Yıllar sonra okuduğum bir roman, şimdi çok daha iyi anladığıma göre, o zamanki durumuma tercüman olacaktı. Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde ’nin üçüncü cildini oluşturan Guarmantes Tarafı ’nın şahane pasajlarından bazılarını, yoğun bir bekleyiş durumundayken zamanın yavaş ve ağır akışıyla ilgili düşüncelere ayırmıştır. Anlatıcı, görmeden aşık olduğu cezbedici Mme de Stermaria’ya, onu baş başa bir akşam yemeğine davet ettiği mektubu daha yeni göndermiştir. Mme de Stermaria ise ona yanıtını aynı günün akşamı saat sekiz sularında göndereceğini haber verince anlatıcı için zaman bir türlü geçmek bilmez, uzar da uzar

“Öğleden sonra bir ziyaretçi imdadıma yetişse, saat sekize kadar önümde uzanan saatler çabuk geçerdi. Saatler sohbetle sarmalandığında, artık onları ölçmek, hatta görmek mümkün değildir, kaybolup giderler; sonra birdenbire, çevik, yok edilivermiş zaman, onu elimizden kaçırdığımız noktanın çok uzağında, tekrar karşımıza çıkıverir. Ama eğer yalnızsak, henüz uzakta olan ve durmadan beklediğimiz anı karşımıza çıkaran kaygı, bir saatin tik – taklarının sıklığı ve değişmezliğiyle saatleri, dostlar arasında olsak saymayacağımız bütün dakikalara böler, daha doğrusu bu dakikalarla çarpar. Mme de Stermaria’nın yanında ne yazık ki ancak birkaç gün sonra yaşayacağım tutkulu hazla (sürekli geri gelen arzum yüzünden) kıyasladığımda, tek başına geçireceğim bu öğleden sonra, bana pek boş ve hüzünlü geliyordu.”[1]

Sonunda beklediği mektup eline ulaşır ve sevince gark olan anlatıcı mektubu açıp okuduğunda Mme de Stermaria’nın kendisiyle üç gün içinde yemek yiyeceğini öğrenince, zaman tekrar uzayıp uzaklaşmaya devam eder. Alt tarafı onunla bir akşam yemeği yiyecektir, ama asıl isteği ona sahip olmaktır. Mme de Stermaria’nın o akşam kendisini ona sunacağından o kadar emindir ki sürekli olarak hayalinde onu nasıl okşayacağını canlandırır ve bunu saniye saniye yeniden yaşayarak sıkıntılı ve doğal olarak upuzun bir zaman süreciyle cebelleşmeye başlar.

“Mme de Stermaria’yla akşam yemeği randevumdan önceki günler, güzel değil, dayanılmazdı. Çünkü genellikle, hedefimizden bizi ayıran zaman ne kadar kısaysa, daha kısa ölçüler kullandığımız ya da sırf ölçmeyi düşündüğümüz için, bize o adar uzun gelir. Papalığın, zamanı asırlarla ölçtüğü, hatta belki de hedefi sonsuzluk olduğu için, ölçmeye bile kalkmadığı söylenir. Benim hedefim sadece üç günlük mesafede olduğundan, ben zamanı saniyelerle ölçüyor, okşamanın, söz konusu kadına tamamlatamadığımız için çılgına döndüğümüz okşamaların (diğer okşamaların hiçbiri değil, özellikle bu okşamaların) başlangıcı olan hayallere dalıyordum.” [2]

 

Asi 2

Üzerine tıklayınız!

 

Mme de Stermaria’yla buluşacakları akşam, onu alması için arabasını gönderdiğinde, ondan,  bir aksilik yüzünden gelemeyeceğini yazan bir mektup alınca, zamanın nasıl durduğu ve anlatıcının hüznü anlatılmaz, aktarılır:

“Geçirdiğim sarsıntıyla sersemlemiş, donup kalmıştım. Kart ve zarfı, silah ateşlendikten sonra yere düşen sıkı gibi, ayaklarımın dibine düşmüştü… Zihnim, dört gün öncesinden Mme de Stermaria’yla birlikte Boulogne Ormanı adasına yerleşmiş olduğu için, onu geri getiremiyordum bir türlü. Arzum, saatlerdir izlemekte olduğu eğilimi ister istemez sürdürüyor, henüz arzumu bastıramayacak kadar taze olan bu habere rağmen, içgüdüsel olarak, hala gitmeye hazırlanıyordum, sınavda başarısız olan bir öğrencinin, bir soruyu daha cevaplamak istemesi gibi.”[3]

NOTLAR

[1] Proust, Marcel. Kayıp Zamanın İzinde, Guermantes Tarafı, Çeviren: Roza Hakmen, 7.Baskı, YKY, İst., 2010, s. 303.

[2] A.g.e. s.331.

[3] A.g.e., s.339.

, , ,

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.